Mehmed Âkif ve Şuara Sûresi tefsiri

Şaire düşen görev, zulmü alkışlamak, kötülüğü yaymak, insanları mağdur etmek, özel hayatlarını deşifre etmek değildir. Tam aksine güzellikleri, sağlam fikirleri, güzel duyguları, iyi ahlâkı yaymaktır. Zulmün karşısında durmaktır. Bu vazife şairlerin üzerine düşen önemli bir görevdir ve bu görevin ihmâli, Âkif’in deyimiyle bir milletin izmihlâlidir.

Mehmed Âkif’in şairliği

ŞİİRİN işlevi ve şairin görevini “toplumu uyandırmak”[i] olarak gören ve bu yüzden de şiirlerinin ana özelliği gerçekçi ve toplumcu bir içerik taşıması olan Mehmed Âkif, yeni Türk edebiyatında Namık Kemal’den beri gelen hamasî ve duygusal söyleyişin en önemli temsilcisidir.[ii]

“Onun tüm şiirlerinin toplandığı ‘Safahat’ adlı eserindeki hâkim duygu bu hamasî duygudur” desek sanırım yanılmış olmayız. Zira onun anlatılacak toplumsal derdi ve verilecek mesajı olduğundan, diğer şairler gibi aşk, meşk, tabiat gibi konuları ve sanatsal söyleyişleri terk ederek ve şahsî duygularını kendine saklayarak sadece ve sadece milletin o günlerde yaşadığı savaşları, yokluğu, perişanlığı, buna rağmen toplumun genelini kaplayan nisyanı ve gafleti şiirlerine konu edinmiştir. Onun bu yönü aslında Millî Edebiyat akımının bir gereğidir. Orhan Okay bu hususta şunları söyler: “Aslında Âkif, şairliğini bilerek dizginleyen, yeteneğini muhakemenin denetimi altına alan bir şairdir. Şair tabiatını kendi iradesiyle boğmak ve onun yerine bir idealisti, bir ahlâkçıyı koymak ister.”[iii]

Onun şiirlerinde göze çarpan en önemli poetik unsurların başında duygunun şiire katılmasındaki doğallık gelir. Şiir tekniği açısından, konuşma dili üzerinden bir şiir dili inşâ etmesi ve bunun şiirinin asıl yapısını ve üslûbunu oluşturmasının yanında bu dili rahatlıkla aruzla kullanması, onu şüphesiz bir aruz ve kafiye virtüözü olarak kabul etmemizi elzem kılar. Ancak bu çok da kolay bir şey değildir ve emek ister. Nitekim Âkif, kendisiyle yapılan son mülâkatta bu durumu, “Çok uğraşırım. Epeyi çalışırım. Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim. Nihayet kâğıt üzerine naklederken de hayli yorulurum” ifadeleriyle dile getirmiştir.[iv]

O, lirik bir söyleyişten daha çok didaktik bir söyleyişe meyillidir. Topluma bir şeyler öğretmek ve mesaj vermek derdindedir. Tüm bunlar onu, Cumhuriyet dönemi Millî Edebiyat akımının kurucu şairlerinden görmemizi sağlar. Onun şiirinin temelinde dinî ve millî duyarlılık hâkimdir. Bu da onu idealist bir şair yapmıştır. Onu sadece toplumcu gerçekçi bir şair olarak görmek yetersizdir.

Tacettin Şimşek’in de belirttiği gibi, gerçekçi edebiyatta durum tespiti yapılır. Oysa Âkif, önerileri olan bir şairdir. Elinde, değerler manzumesi çevresinde toplumu yeniden inşâ edecek sağlam bir reçete vardır.[v] Âkif’in poetikasını anlamak için onun şu mısralarını okumak yeterlidir:

“Bana sor sevgili kaari’, sana ben söyleyeyim/ Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım/ Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri/ Ne tasannu’ bilirim çünkü ne san’atkârım/ Şii’r için ‘gözyaşı’ derler; onu bilmem, yalnız/ Aczimin giryesidir bence bütün âsârım/ Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem/ Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım/ Oku, şâyed sana hisli bir yürek lâzımsa/ Oku, zirâ onu yazdım, iki söz yazdımsa…”

Şairler ve Şuara Sûresi

Malûmunuz, merhum Mehmed Âkif, Sebilürreşad dergisinde Kur’ân-ı Kerim’den bazı ayetlerin kısa tefsirlerini yapardı. Tefsirini yapmış olduğu bu ayetler arasında, Şuara Sûresi’nde şairleri anlatan 224 ilâ 227’nci ayetler de vardır. Âkif, Sebilürreşad’ın 27 Haziran 1912 tarihli 199’uncu sayısında yapmış olduğu tefsirde önce ayetlerin tercümesini vermiş, daha sonra da bu ayetler hakkındaki görüşlerini açıklamıştır. Mehmed Âkif bu ayetleri şu şekilde tercüme etmiştir:

“Şâirlerin arkasından ancak sapıklar gider. Görmüyor musun ki onlar her vâdîde dolaşıyorlar. Hem, yapmadıkları şeyleri söylüyorlar. Yalnız, iman ederek a’mâl-i sâlihada bulunanlarla, Allah’ı sık sık hatırlayanlar; bir de zulüm gördükten sonra intikam alanlar için söz yoktur. Zulmedenler ise nasıl bir akıbete uğradıklarını anlayacaklardır.” (Şuara, 224-227)

Yerilen şairler

Bu ayet-i kerimelerde şairler iki gruba ayrılmıştır: İlk gruptaki şairler kınanmış ve yerilmiş, diğer gruptaki şairler de övülmüştür. Âkif de bu ilk bölümü anlatan 224 ilâ 226’ncı ayetleri şu şekilde tefsir etmiştir:

“Hakikat, her vâdîye dalıp çıkan; yalancılıktan başka sermâye-i san’atı (sanat sermayesi) olmayan; mevzû’ (konusu) tükendikçe ötekinin, berikinin namusuna hücum eden; herkesin harîm-i serâirini (özel hayatını) açmak için dilini maymuncuk gibi kullanan; bir mazmun (sanatlı ince söz), bir kâfiye uğrunda bin hakikati, bin hikmeti kurban ediveren; bir nükte hatırı için, hatıra gelmeyecek rezâile (rezilliklere) âgūş (kucak) açan bu serserilerin etrafında daima bir sürü kopuk dolaşır ki bunlar o herze-vekillerin (kendisini ilgilendirmeyen her işe burnunu sokanların) kustukları hezeyanları (saçmalıkları) ni’met iğtinâm eder (yağmalar)  gibi iltikâm ederler (lokma lokma yutarlar) de gezdikleri yerlere saçıp dururlar!”

Âkif, bu ayetlerde birinci grupta anlatılan şairleri serserilikle nitelemiş ve onların vasıflarını şu şekilde sıralamıştır: Yalancılıktan başka sermayesi olmayan, konu bulamayınca insanların namusuna saldıran, insanların özel hayatlarını deşifre etmek için dilini maymuncuk gibi kullanan, bir mazmun ve kafiye bulmak için binlerce hakikati, hikmeti kurban eden, bir nükte için akla gelmeyecek rezilliklere kucak açan, kendilerini ilgilendirmeyen her işe burnunu sokan serseriler…

Âkif bu tip şahsiyet fukarası müteşairlerin vasıflarını açıklarken onların etrafında toplanan yaltakçılarını da unutmaz. Bu tipleri “kopuk” olarak niteleyen Âkif, onları da “bu serserilerin hezeyanlarını sanki bir nimeti yağmalarcasına lokma lokma yutup gezdikleri yerlere saçıp duranlar” olarak tarif eder.

Milletin başına belâ olan şairler

Mehmed Âkif, bu ayetlerin tefsirinin devamında da şu şekilde bir değerlendirmede bulunur: “İşte gerek bu mâhiyetteki şâirler, gerek onların yardakçıları mensûb oldukları millet için birer musibettirler (belâdırlar). Evet, bunların mikdârı hüsrân-ı ictimâînin (toplumsal zararın derecesinin) en sağlam ayarıdır. Din nâmına, ahlâk-ı fâzıla (üstün ahlak) nâmına, Allah korkusu nâmına kalbinde hiç bir his taşımayan; zulme, haksızlığa karşı ansamîmi’r- rûh (samimi bir ruh) cûşa, hurûşa (coşkunluğa) gelmeyen şâirler, hangi cemâatte mebzul (bol) ise, Allah o cemâatin belâsını verecek değil, vermiş demektir.”

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi, bu serseri ve kopuk tipler, mensup oldukları milletin başına birer belâdır ve bunların çokluğu o toplumun bitmişliğinin seviyesini ölçmek için kullanılacak en önemli kriterdir. Zira bunlarda ne Allah korkusu vardır, ne ahlâki bir değerleri vardır, ne de zulme, haksızlığa karşı bir duruşları vardır. Kalplerinde bu tür şeyler için en ufak bir his kırıntısı bulmak imkânsızdır. Bu tip şairler ve yardakçıları bir millette ne kadar bol ise Allah o milletin belâsını zaten vermiş demektir.

Şairlere düşen önemli vazife

Tefsirin ilerleyen bölümünde yine bu bahis üzerine şu mütalâalarda bulunur: “Öyle ya, evvelâ bir milletin rûhu edebiyâtında, eş’ârında (şairlerinde) görülür. Rûh-ı ictimâîsi (toplumsal ruhu) yüksek olan bir milletin sînesinde, bu gibi esâfil (sefiller) türese de üreyemez. Sâniyen (ikinci olarak) efrâd-ı milletin (milletin fertlerinin) terbiye-i ictimâiyyesini (toplumsal terbiyesini) yükseltmek; ulvî (yüce), bununla beraber sağlam fikirleri belîğ (açık, anlaşılır) bir beyânın (açıklamanın) te’sîr-i sâhiriyle (büyüleyici tesiriyle) kalblerde his hâline getirmek, ancak şâirlerin vazîfesidir. Bu vazîfenin ihmâli milletin izmihlâlidir (çöküşü, yok olmasıdır).”

Burada da bir milletin ruhunun, onun edebiyatında ve şairlerinde görüldüğünü belirterek, toplum olarak yüksek bir ahlâkî ruha sahip olan milletlerin bağrında bu tip sefillerin tek tük çıksa bile en azından sayıca çoğalamayacaklarının altını çizer.

Âkif burada bir millet için edebiyatın ve şairlerin önemine vurgu yaptıktan sonra yine şairlerin mensup oldukları topluma karşı önemli bir vazifeleri olduğunu hatırlatır. Bu vazife, milletin fertlerinin toplumsal terbiyesini yükseltmek, ulvi ve sağlam fikirleri anlaşılır bir biçimde açıklayıp sihirli bir tesir bırakarak kalplerde bu fikirleri birer his hâline getirmektir. Bu vazife yerine getirilmez ise ne olur? Âkif’in deyimiyle bu vazifenin ihmâli, o toplumun madden ve manen çökmesi demektir.


Makbul şairler

Âkif, “Şerîat-i garrâ-yı İslâmiyye (İslâmiyet’in nurlu yolu) şiirin temizini makbûl, murdârını medhûl (ayıplı, kusurlu) görür” diyerek ikinci grup şairlere atıfta bulunur.

Tefsirin daha sonraki bölümlerinde Peygamberimizin Ashab-ı Kiram tarafından okunan şiirleri dinlediğini, hatta hamaset şiirinde erişilemeyecek bir dereceye sahip olan Antere’nin gıyabında Efendimiz tarafından büyük bir övgüye mazhar olduğunu belirtir. Yine Hazreti Ömer’in hafızasında ne kadar çok şiir olduğunun da altını çizer. Buradan da üstü örtülü bir şekilde İslâm’ın şiire karşı olmadığını da vurgular. Hazreti Peygamber ve sahabe hayatından verdiği bu örneklerle bu düşüncenin delili durumundadır.

İntikam alan şairler

Âkif, tefsirin ilerleyen bölümlerinde şunları yazar: “İntisâr; intikam almak mânâsınadır ki burada hem husûsî (özel), hem umumidir (geneldir). Yani şair hücuma, taarruza uğrayan şahs-ı masumunun (suçsuz nefsinin) intikamını alacağı gibi, zulüm gören ebnâ-yı milletini de (milletinin evlatlarını da) seyf-i lisânıyla (kılıçlaşan diliyle) müdâfaa edecektir (savunacaktır).”

Burada da “intişar” kelimesini “intikam” kelimesi ile tefsir eden Âkif, buradaki intikama, haksızlığa uğrayan bir kişinin kendi intikamını almak adına özel, zulme uğrayan kendi milletinin fertlerinin haklarını savunmak ve onların intikamını almak adına genel bir anlam yükler. Aslında şairler, kılıç ile cihad eden erler gibi dilleri ve kalemlerini kılıç gibi kullanarak mutlak hakikat, huzur ve barış için cihad eden gönül erleridir.

Zulmedenlerin akıbeti

Mezkûr ayetlerin son kısmında geçen “Zulmedenler ise nasıl bir akıbete uğradıklarını anlayacaklardır” ifadesi gerçekten de korkunç bir tehdit içerir. Âkif bu kısmı da şu cümlelerle tefsir eder: “‘Veseyağlemullezine zalemu’ nazm-ı celili Kelâmullah’ın (Cenab-ı Hakk’ın emsalsiz kıymetteki sözü, Kur’ân) en mehîb (korkunç), en şedîd (şiddetli) parçalarındandır. Teessüf olunur ki onu, aslındaki rûh-ı şiddete dâir bir fikir verebilecek surette olsun, lisânımıza nakletmek kâbil değildir.”

Zulmedenler kesinlikle hem dünyada, hem de ahirette cezasız bırakılmayacaktır. Zulümle abâd olanın ahirinin berbad olacağı sözü tam da bu ayetleri izah için söylenmiş bir sözdür.

Sonuç yerine

Âkif’in bu tespitleri günümüz şairlerinin de kulağına küpe olmalıdır. Maksat belden aşağı, salya sümük birkaç şehvet şiiri -özellikle “aşk” kelimesini kirletmemek adına şehvet kullanıldı- yazmak demek değildir. Ya da içi boş hamasetler, sağa sola haksızca saldıran küfürleşmeler değildir. Ve yine şiirin hakikati yerine büyülü sanal dünyasına kapılıp alkışı, taltifi, ödülü bol mecralarında arz-ı endam etmek de değildir.

Şaire düşen görev, zulmü alkışlamak, kötülüğü yaymak, insanları mağdur etmek, özel hayatlarını deşifre etmek değildir. Tam aksine güzellikleri, sağlam fikirleri, güzel duyguları, iyi ahlâkı yaymaktır. Zulmün karşısında durmaktır. Bu vazife şairlerin üzerine düşen önemli bir görevdir ve bu görevin ihmâli, Âkif’in deyimiyle bir milletin izmihlâlidir.

Bu vazifenin şuurunda olan şairlerimizi selâmlıyorum.

 



[i] Tacettin Şimşek, Mehmed Âkif’in Poetikası, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED] 53, s: 105-120, 2015 Erzurum

[ii] Yılmaz Daşçıoğlu, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri: Mehmed Âkif, AÖF Yayını No: 1417, S: 25-27, Ağustos 2018,  Eskişehir

[iii] M. Orhan Okay, Mehmed Âkif: Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, s: 43, Akçağ Yayınları,  1998, Ankara

[iv] Kandemir, Mehmed Âkif'in son röportajı, Yedigün Dergisi, Temmuz 1936

[v] Şimşek, agm