“ABD’deki ayaklanmadan dolayı çok endişeliyiz!”
“Tarafları itidâle davet ediyoruz!”
“Şimdi birlik olma zamanı!”
“Trump ve Biden, taraftarlarını demokrasiye sahip
çıkmaya çağırmalı!”
“Tüm kent meydanlarında, Beyaz Saray önünde, havalimanlarında,
demokrasi nöbetine!”
“Türkiye’den bakınca bilgisayar oyunu zannettik!”
Sadece Karadenizlilerde mi var zannediyorsunuz?
Biz Türklerin genlerinde var olaylara espri ile
yaklaşmak. Hele bir de daha önceden yaralı olduğumuz bir konu bizi
yaralayanların başına geldiyse, değmeyin keyfimize!
27 Mayıs’ı, Rahmetli Menderes’in erken seçim kararı
almamış olmasına bağlayan Başbuğ’un da, Erdoğan’ı devirmek için darbe yerine
sokak hareketleri öneren Ataklı’nın da mesajları Amerikalılar tarafından net
bir şekilde alınmış anlaşılan. Amerikan Baharı, sokaklara dökülen böceklerle, Kongre
binasında açan çiçeklerle “Geliyorum” diye cevap vermiş bizim darbe sevicilerin
mesajlarına.
Hâlbuki ne kadar da kızmıştık İlker Başbuğ ve Can
Ataklı’ya… Günahlarını almışız; meğer hepsi birer subliminal mesajmış.
İnsanî açıdan, ABD’de yaşanan kısacık ayaklanma
provasına bile sevinmek doğru değil elbette. Sonuçları Trump kanadı tarafından
tartışılıyor olsa da bir seçim yapılmış ve Biden galip çıkmış bu seçimden. Eğer
hukukî yollardan bir sonuç alamadıysanız, oturun oturduğunuz yerde!
Ayrıca bu türden başkaldırılar, genellikle birilerinin
başlarını da alıyor; öldürülen dört protestocu ve olayların ardından gelen
istifalar gibi...
Plânsız programsız, sokak kavgasına gidiyor gibi
toplanmış bir kalabalığın darbe yapacağını falan da düşünmedik tabiî. Bir
binayı silahla basarsanız “terörist”, silahsız basarsanız “eylemci” olur,
sonuçlarına da katlanırsınız. Washington’da yaşanan olayların bir terör eylemi
olarak tanımlanması bile zorken, bu olay için uygun terim “darbe” olamazdı
elbette. Ama başta Biden olmak üzere neredeyse tüm taraflar eylemcileri
terörist ilân etmekte gecikmediler. Masum olmasa bile o kalabalığa oranla
şiddetsiz geçen bir eylemin elemanlarına terörist diyenlerin, Demirtaş
hakkındaki söylemlerini tekrar gözden geçirmeleri gerekir herhâlde.
Bizim buradaki mutlu görüntümüzün altında yatan, ABD
kaynaklı yaşadığımız sıkıntıların kaynağında da prova edilebilirliğinin
görülmesi ve sıkıntının ne olduğu konusunda onların da fikir sahibi olmasıdır.
Dünyanın her köşesinde darbe geliştiren, seçilmişleri indirip kendi adamlarını
iş başına getiren sistem, gün gelir, kendi başlarına da çorap örebilir.
Baskını kim yaptı?
Kongre binası baskınının kime yaradığını düşünelim
şimdi de… Eylemcilerin Trump taraftarları olduğunu düşünüyoruz. Peki, Trump bu
eylemi organize etmiş olabilir mi acaba?
Bence organizasyon ona ait değil. Olsa olsa seçim
sonuçları üzerine yaptığı açıklamalar ve yenilgiyi kabul etmeme tarzından güç
almış olabilir taraftarları. Ancak bu bile ABD istihbarat sisteminin gözünden
kaçacak kadar gizli bir organizasyonla yürüyemezdi. Yani ya birkaç provokatör
sayesinde anlık bir giriş oldu binaya ya da bu eyleme devlet izin verdi.
Trump’ın hâlâ başkan olması, onu devlet yapmıyor. Zira
biliyoruz ki ABD’yi başkanlar değil, Pentagon ve derin devlet yönetiyor. O hâlde
eğer eyleme devlet izin verdiyse, Trump’ın bir daha başkan olamaması üzerine
kurgulanmış bir oyun var demektir. Çünkü o, devletin istediği tarzda başkan
değildi. Her ne kadar aldığı kararların çoğu ile bizi çok mutlu etmiş olmasa da
Türkiye’nin Trump’ı az buçuk seviyor ve destekliyor olmasının sebebi de klâsik
başkanlık yapmaması, derin devletle zaman zaman ters düşmesidir.
Sonuç olarak, suçlanan ve 20 Ocak beklenmeden azli
tartışılmaya başlanan Trump, bu eylemin zarar gören tarafıdır. Biden’in
demokrasi ve terörizm üzerinden yürüttüğü ajitasyon da tamamen Trump
tehlikesini sonsuza kadar bertaraf etmek üzerine kurulmuştur.
Biz Başbuğ ve Ataklı’nın saçmalıklarını tartışırken,
bir anda ABD Senato Baskını geldi, kucağımıza kondu. Konununsa bizim için daha
kritik durakları olduğunu atlamamamız lâzım.
Gündemi saptırmak
CHP, henüz Fikri Sağlar’ın hesabını sormamışken, taciz
iddialarını “Olur böyle şeyler”, Türkçe Kur’ân saçmalığını “Programdan haberim
yoktu” diyerek örtmeye, AİHM kararıyla Demirtaş’ı serbest bıraktırmaya
çalışırken, çok sıradan bir atamayı devlet sorunu hâline getiriverdi.
Peki, Boğaziçi Üniversitesine, anayasal hakkı ve kanun
gereği YÖK’ün önüne getirdiği adaylar arasından deneyimli bir rektör atadığı
için suçlanan Erdoğan mı, yoksa bazı üniversiteleri arka bahçesi gibi görüp
terörize etmekte mâhir olan CHP mi suçlu bu konuda?
Benzer atamaların daha önce de, hem de CHP tandanslı
cumhurbaşkanları tarafından da yapıldığını ve bunlara kimsenin itiraz
etmediğini düşününce, haklıyı haksızı ayırt etmek daha kolay olacak herhâlde.
Hepimiz biliyor ve acı deneyimlerle hatırlıyoruz ki,
darbeler, üniversitelerdeki hareketlenmelerle ateşleniyor. 27 Mayıs’ın fitili
İstanbul Üniversitesinde yakılıp Ankara ve İstanbul’daki diğer üniversitelere
sıçramıştı. 70 Muhtırası’na giden yol, üniversitelilerden müteşekkil gençlik
örgütlerinin katıldığı “Kanlı Pazar” ile açılmıştı. 12 Eylül, üniversitelerde
önü alınamayan sağ-sol çatışmalarının sonucuydu. 28 Şubat’ı ise başörtüsünün
üniversitelerden de çıkartılması üzerine gelen tepkiler sonrasında yaşadık.
İşte bütün bunlardan dolayı yeni bir darbe, yeni bir
ayaklanma da gene bir üniversiteden başlarsa şaşırmayacak kadar tecrübemiz var!
Meselenin, Melih Bulu’nun rektörlüğü değil, devlete
başkaldırmak olduğu aşikâr. Yoksa, akademik kariyeri bugün başlamamış olan
birinin tezindeki intihal iddiaları da çok daha önceden dillendirilmiş olurdu.
Öyleyse devletin, görevini yaparak olaylara müdahale etmesi kaçınılmazdı. Ve bu
müdahale de gösterdi ki, polise direnen, “Katil polis” sloganı atanların çoğu
Boğaziçi öğrencisi değil! O sloganların atıldığı gün, üniversite kapısına
kelepçelerle kilit vurulması ne kadar nahoş bir görüntü olduysa da, polise
“Katil” diyenleri savunan CHP İstanbul İl Başkanı’nın tavrı da, ertesi gün LGBT
paçavralarıyla kampüsü pavyona çevirenlerin görüntüleri de o kadar kötüydü!
Boğaziçi Üniversitesinde yaşananlar bizi bir kez daha
düşünmeye sevk etmeliydi. Gerek siyâsiler, gerek sivil toplum, gerekse de
sosyal medya bu konuda üzerine düşeni yapmaya başladı.
Tecrübelerimizin bizi yönlendirdiği darbe
senaryolarının bugünkü organizasyonunu, internetteki sosyal paylaşım plâtformları
yürüteceğine göre, belki de öncelikli görevimiz bu mecraları güvence altına
almak olmalı.
Trump’ın bile hesabını kilitlemekten çekinmeyen bir
plâtformun yerli alternatifine yedeklenmeye başladık bile. Bir mesajlaşma plâtformunun
bilgilerimizi dilediği gibi kullanma karşılığında kullanım izni vereceğini
açıklaması da tuzu biberi oldu yerli arayışların.
Tekelleşen bir grubun hayatımızdaki prangalarını
kırmak, pervasızca engeller koyarak fikir hürriyetini kendi penceresiyle
sınırlı zanneden bir diğerinin sansürlerinden kurtulmak için güzel bir fırsat olacak
bu belki de. Şu anda alternatif olarak önümüzde duran plâtformlar ise maalesef “kısmen”
yerli. Sistemin işleyebilmesi için hâlâ birkaç büyük işletim sisteminin rızâsına
bağlıyız.
Daha önce de birkaç kez yazmıştım “Kendi sitelerimizi
kurmalıyız!” diye. Sevgili Metin Külünk’ün uyarısıyla bu talebimizi büyüterek
tekrarlayalım o zaman: “Kendi sitelerimizi, kendi işletim sistemlerimizle
kurmalıyız!”
Subiliminal okumak
Gelelim başlıktaki “subliminal mesaj” meselesine…
Tabiî ki o iki gereksiz zâtın iki gereksiz açıklaması
boşuna olamazdı. ABD için verilmiş “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla”
cinsinden birer mesaj da değildi. Ve Fikri Sağlar’ın “türban” densizliğinin
üzerine gelince daha bir anlamlı oldu. Açık açık birer başkaldırı, birer
gözdağı içeriyor her üçü de.
Bu zevatın da, onları bu şekilde konuşturanların da unutmaması gereken şudur: Artık devlet, devlete başkaldıranın başını, dilini uzatanın dilini, aklını hainlikte kullananın aklını almaya muktedirdir! Biz uyanık oldukça düşman mütereddit olacaktır. Öyle ise uyumayalım ki birilerinin de uykuları kaçsın!