Medrese yollarındayım

İlle de bamya çorbası içecek yer ararsa insan, Mevlânâ’nın arka bahçesine nâzır terasta içsin! Ney sesi, insana aşkın acı zehrini içirip sonra da acılarını dindiren panzehire dönüşürken, bir kâse de çorba içsin. İlle de bir yerden geçecekse insan, İnce Minare’nin önünden geçsin, yüreğinin bamteline dokunmak isteyen kimse Sırçalı’ya gitsin; gidişiyle dönüşü arasında Kafdağı var, bilsin!

İNSAN hiç aşkın yaktığı ateşle yanar da sonra gider mi? Böyle kor, böyle fırtına varken içinde… Firûzeler esip geçerken içimde, yağmurlar altında yürürken gördüm, aralıktı dergâhın kapısı. Çini hocamla buluşma yerimizdi orası. “Buyurun!” dedi bekçi, “Çayı yeni demledim”. Rüyâlara özgü bir başkalık vardı her yerde. Mevlânâ Dergâhı’nda, talebe hücrelerinden birinde oturup çay içiyorduk ve ziyarete kapalı olduğu hâlde biz oradaydık.

Şakır şakır yağmur sesleri, kubbenin yanı başında gönlümün ardı sıra ben de oturdum. Şems’in gelişindeki ve gidişindeki esrârı düşünürken, usul usul gezerdi bakışlarım. “Kendini bilen, Rabbini bilir” hadîsinin tiyatrosu gibi… Şems, kendini arayan Celâleddin’i bulmuş. Rabbiyle buluşturduktun sonra da aradan çekilivermiş.

Bir yanda dilek çeşmesi, bir yanda matbah-ı şerîf, hâlâ tüten ocaklar, kazanlar, sofralar, dervişler, öte yanda niyaz penceresi ve hamuşan... “Susmuşlar” demekmiş “hamuşan”; kubbenin yan tarafındaki derviş mezarlarına vermişler bu adı. Şâir Şem’î ile Üçler Mezarlığı’na kurulan köprü ve huzur serpilmiş gül bahçesi nasıl tarif edilir ki, bilip de öyle tarif edeyim…

“Ney zehir, hem panzehir” beytinin içinde bir ömür gezmekle bitmeyen çile odaları gizli. Mevlânâ, neyi insana benzeterek şöyle demiş: “İnsan, yokluk kamışlığından kesilip sonra da ruh üflenmiş, acıları, yoksunlukları neyin delikleri gibi içli içli inlemesine sebeptir.” 

Kâinatın dönüşüne ve aşkına ortak olan Mevlânâ’nın türbesine bakıyorum Gül Bahçesi’nden bir akşam vakti.

İnsanın canı aziz olunca, bedenden ayrılsa da hoş, o beden yok olsa da hoş! Bir türbe diktiriyor başına, o aziz ruh hatırına.

Aralık ayı düğün dernek kurulur, çünkü “İnnâlillahi ve innâ-ileyhi râciûn”dur. Gök kubbe altındaki nasipli ayaklar gelip bulur bu dergâhı. Turkuaz kubbe altında selâm dururlar ve âşıkların arus tebriğini yapar giderler.

Gönlümü Konya’ya demirleyen Mevlânâ! Çileden çıkıp vuslata eren Mevlânâ! Velhamdülillahi Rabbi’l-Âlemin, el-Fatiha!

Tam dibinden geçerken gönlümün ibresi kayar İnce Minareli Medrese’ye doğru. Selçukluların zarif ellerinin izlerini görürüm. Taş oymalı motifler, âyetler, o muhteşem taç kapı ve çinili eyvan… Minderler ve yastıklar, sıcacık bir semaver olsa havuz kenarında… Canlanıverecek bir vücut gibi, Âdem’e ruh üfleniverecek de secde ediverecekmiş gibi melekler, öylece hazır bekliyor.

İnce Minare, sabır dolup sükûnet taşan hâliyle öylece bekliyor. Geleni geçeni izliyor oradan sanki. Kimsecikler görmeden bir şeyler bırakıyor gönül ceplerine. Değişmez bir adres tarif yeridir İnce Minare. Dur yeri, durak yeri, buluşma yeri… Çift başlı kartalı, “El-mülkü lillahi” ve “Âyete’l-Kürsî” yazılı kubbesiyle atalar şâheseri… 

Biraz sapa, biraz çekingen duran Sırçalı Medrese’nin yanından geçerken sanki yağmur bekler rûhum. Hücrelerinde havuzun doluşunu izleyen talebelerin şimşek gözleri gelir aklıma. Kar ve tipi bastırınca yaptıkları ilmî sohbetler, yurdundan yuvasından ırak hasretler gelir aklıma. “Evlâdım” deyince gönül titreten müderrisler, edeple başını eğen talebeler ve daha neler neler…

Sırçalı Medrese, utangaç bir gelinin duvak ardında süzülen yüzü gibi gelir bana. Sırlarıyla, sırçalarıyla gömülmüş bir mezar taşı gibi gariptir bir yanıyla. Keşke bir çay bahçesi yapsalar yakınına, kütüphaneli hem de… Çınar gölgelerinde, güller arasında sohbetler etsek Sırçalı Medrese sırdaşlığında… 

Bir zamanlar bu hayâlimi Karatay Medresesi’nde yaşadım ama her şey değişiyor, dönüşüyor ve bitiyor. Medresenin dibindeki çay bahçesinde yazları dondurma, baharlarda sıcacık bir çay için az mı soluklandık? Eşsiz turkuaz, lacivert ve siyah çinileri, duru beyaz gibi görünen taç kapıdaki âyetlerin zarâfetini doyumsuzca izlerdim. Ortadaki havuz yeraltını, kare duvarlar yeryüzünü, çinili kubbe gökyüzünü, onun üstündeki kubbe ise kâinatı simgelermiş.

Âyete’l-Kürsî’yi işleme sebeplerine bakınca, atalarımızın îman zevklerini de görmeden geçemiyor insan. Allah’ın Kürsîsi’nin, makamının altında insanın Yaratan’ını tanıma arzusu, medreseyi öyle yüceltti ki gönlümde, kubbeli tavanları bırakalı, göklerin genişliğini unutalı çok oldu. Ne hoş, değil mi? Mevlânâ döneminde de dervişlerin buluşma ve sohbet yeriymiş Karatay Medresesi. “Bu gönül yolculuğunun yükünü ayaklar çekemez” diyerek üç beş vedâ cümlesi kurduktan sonra dönsem iyi olacak!

İlle de bamya çorbası içecek yer ararsa insan, Mevlânâ’nın arka bahçesine nâzır terasta içsin! Ney sesi, insana aşkın acı zehrini içirip sonra da acılarını dindiren panzehire dönüşürken, bir kâse de çorba içsin. İlle de bir yerden geçecekse insan, İnce Minare’nin önünden geçsin, yüreğinin bamteline dokunmak isteyen kimse Sırçalı’ya gitsin; gidişiyle dönüşü arasında Kafdağı var, bilsin!