Medikal faşizmin ayak sesleri mi?

Tıp hayatımızı kuşatmış, kendi olması gereken mecradan dışa taşmış, insanın bedeni bir iktidar alanına dönüştürülmüş, hastalar dehümanize edilerek nesneleştirilmiş, insan hayatının doğal iniş ve çıkışlarına tıbbî çözümler sunulmuş, ilâç şirketleri dünyada silah ve enerji sektörü ile yarışır hâle gelmiş, insanlar tıp kurumu aracılığıyla kontrol altına alınmıştır.

ÜZERİNDEN bir yıl geçti ama Covid-19 dünyanın gündeminde ilk sırayı işgal etmeye devam ediyor. Ülkelerde zaman zaman azalan ama zaman zaman da parlayan vaka sayıları ve mutasyona uğramış virüs türleri bu salgının kolay kolay bitmeyeceğini gösteriyor.

Çâre olarak bütün dünya aşılara odaklanmış durumda. Lâkin aşı konusunda da farklı görüşler var. Ülkemizde de uygulanmaya başlayan aşılarla ilgili hayli fazla aykırı sesi duymak mümkün. Herkes bir tarafından meseleye bakıyor. İnsanların kafaları net değil.

Dünyada ve ülkemizde aşı karşıtlığı yeni değil. Daha önceden de bebeklere yaptırılan aşılarla ilgili farklı söylentiler duyuyorduk. Bu tür konular herkesin uluorta fikir beyan edeceği türden değil. Derinlikli tıbbî bilgiye sahip olmak gerekiyor. Biz de meseleyi işin erbâbına havâle etmek durumundayız ve bu konularla ilgili tıbbî otoritelere mecburuz.

Tıbbî otoritelere duyulan mecburiyetin günümüzde mahkûmiyete dönüştüğünün de altını çizelim. Tıp, modern insanın hayatının tümünü kuşatmış vaziyette ve doğumdan ölüme kadar tıp kurumuna muhtaç durumdayız.

Hastanede doğuyor, kontrollerimizi ve aşılarımızı sağlık kuruluşlarında yaptırıyor, sürekli bir hekimin takibinde kalıyor (aile hekimi gibi), sağlık verilerimizi veri tabanında saklıyor (e-Nabız gibi), herhangi bir rahatsızlık hâlinde ambulans çağırıyor ve hastanenin yolunu tutuyoruz. Anormal bir durum yoksa genelde de hastanede ölüyoruz. Dünyaya veda ettiğimiz son mekân, morg oluyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) sağlığı “Sadece hastalık ya da sakatlığın olmayışı değil; bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hâli” olarak tanımlaması, günlük hayattaki hemen hemen her durumun sağlıkla ilişkilendirilebileceğini gösteriyor. Hastalık ve sakatlık da dâhil olmak üzere, bedenen, ruhen ve sosyal yönden herhangi bir problemimiz varsa, buna dair tıbbî çözümlere (sağlık kuruluşuna başvurma, muayene, tetkik, teşhis, cerrahî müdahale, ilâçla tedavi gibi) başvuruyoruz.

Ruhsal ve sosyal yön ise en tartışmalı konular. Hangi durum patolojik, hangisi değil, belirsiz. Ve gittikçe daha çok durum (şişmanlık, yaşlanma, can sıkıntısı gibi), tıbbîleştirilerek hastalıklar arasına dâhil ediliyor.

Kronik bir hastalığımız varsa (belli bir yaşın üzerinde olup da bir kronik hastalığı olmayan pek az insan var) zaten sistemli ve rutin aralıklarla tıp kurumuna hesap vermek durumundayız.

Tıbbın hayatımızı bu derece kuşatıcı hâle gelmiş olması bazı düşünürleri endişelendirmiştir. “Sosyal kontrol aracı olarak tıp”, “medikalizasyon-tıbbîleştirme”, “farmasötikalizasyon-ilâca bağımlı hâle gelme”, “dehümanizasyon-insan dışılaştırma”, “iatrojenez”, “beden denetimi” ve “biyoiktidar” gibi kavramsallaştırmalarla ciddî bir modern tıp eleştirisi yapıldığı görülmektedir. Bu eleştirilerin özeti şudur ki; tıp hayatımızı kuşatmış, kendi olması gereken mecradan dışa taşmış, insanın bedeni bir iktidar alanına dönüştürülmüş, hastalar dehümanize edilerek nesneleştirilmiş, insan hayatının doğal iniş ve çıkışlarına tıbbî çözümler sunulmuş, ilâç şirketleri dünyada silah ve enerji sektörü ile yarışır hâle gelmiş, insanlar tıp kurumu aracılığıyla kontrol altına alınmıştır. Aynı zamanda modern tıbbın çâre olarak ürettiği çözümler yeni sorunlara sebep olmaktadır.

Bu eleştiriler hekimlere, hastanelere, sağlık sistemine ve ilâçlara olan ihtiyacımızı ortadan kaldırmıyor. Ciddî bir sağlık problemi ile karşılaştığımızda ya da bir kaza geçirdiğimizde, bunu tıp kurumundan bağımsız olarak hâlletmemiz çok zor. Bu gerçeği de tespit etmek gerekiyor.

Herhangi bir meselede, kompozisyonu oluşturan unsurlardan birisini daha öne çıkarır, bir kısmını da ötelersek, dengeyi bozmuş ve ortaya çıkan manzarayı bulanıklaştırmış oluruz. Bu sebeple her unsurun hak ettiği ölçüde kendisini temsil edeceği ayarı bulmak gerekiyor. Ayarı bozulan her şey problem hâline gelir.

Tıbbın her konuda masum olduğu, çok iyi ilerlediği, bilimsel çalışmalara değer verilmesi gerektiği ve tıbbî otoritelerin hiç yanlış yapmadan doğruları dillendirdiği varsayımı ile tıbbî otoritelerin elde ettikleri gücü bir grup insanın çıkarları için istismar ettikleri iddiaları arasında bir dengeyi yakalamalıyız. İki uç noktadan da faydalanacağımız taraflar var, lâkin eleştirileri de yabana atamayız.

Geçenlerde ülkemizin ünlü bir kalp-damar cerrahının önce bir televizyon programında, daha sonra da bir söyleşide aşı tartışmalarına yaklaşımı yukarıda eleştirel perspektifte ele alınan konulara iyi malzeme sunacak cinstendi. Aşıya mesafeli duranları aşıya zorlamak için otoriter, baskıcı, kısıtlayıcı ve zorlayıcı bir tarz ortaya koydu. “Aşı yaptırmam” diyenlere “vatan haini” yakıştırmasını yaptı. Hızını alamayarak onlara kız bile verilmeyeceğini, devlet dairelerine giremeyeceklerini, uçağa ve otobüse binemeyeceklerini, pasaport alamayacaklarını, kısaca aşı olmayanlara yaşama yansı verilmeyeceğini ifade etti.

Daha önce de bir gazeteci aşı olmanın zorunluluğunu anlatırken aşı olmayanları evine hapsetmeyi, öleceklerse evlerinde ölüp gitmelerini salık vermişti. Kuduz aşısı üzerinden de meseleyi dramatize etmişti.

Bütün bu söylemlerin arkasında virüsün yayılımını önleme ve toplumu hastalık riskinden koruma gerekçesi bulunsa da, tavrın ve tarzın faşizan bir dayatma olduğu belirtilmelidir. İnsanların kafalarında binbir türlü şüphe varken, aşılarla ilgili dünyada bilgi kirliliği hâd safhada iken, bu tür söylemler farklı bir anlam kazanmaktadır.

Bu durumda “medikal faşizm” (tıbbî faşizm) olarak ifade edebileceğimiz bir durum ortaya çıkmaktadır. İnsanları tıbbî müdahalelere maruz bırakma, istemedikleri hâlde onları çeşitli tıbbî uygulamalara mecbur etme, karşı çıktıkları zaman medenî bir insanın sahip olması gereken haklardan (seyahat etme gibi) mahrum etmenin adıdır “tıbbî faşizm”.

Maalesef Covid-19 ile ilgili ortaya atılan komplo teorilerini haklı çıkarırcasına, “medikal faşizm” dünyada da yayılma eğilimindedir.

Salgınla mücadelede gönüllü, katılımlı, kanıta dayalı bilimsel çalışmalar ile tıbbî çerçevenin dışına çıkmadan toplumu ikna edici yöntemler kullanılmalı, hayatın diğer alanlarına yönelik kısıtlama tehditleri olmamalıdır. Medikal faşizm, insanların bütün tıbbî uygulamalara daha mesafeli olmalarına, olan biten her şeye şüpheyle yaklaşmalarına sebep olacaktır. Aşılama süreçlerinde yetkililerimizin bu konuya hassasiyet göstermeleri önem arz etmektedir.

Tıbbî gerekçeleri bahane ederek insanlara hükmetme derdinde olan medikal faşistlere de imkân ve fırsat verilmemelidir.