ÜZERİNDEN bir
yıl geçti ama Covid-19 dünyanın gündeminde ilk sırayı işgal etmeye devam
ediyor. Ülkelerde zaman zaman azalan ama zaman zaman da parlayan vaka sayıları
ve mutasyona uğramış virüs türleri bu salgının kolay kolay bitmeyeceğini gösteriyor.
Çâre olarak bütün dünya aşılara
odaklanmış durumda. Lâkin aşı konusunda da farklı görüşler var. Ülkemizde de
uygulanmaya başlayan aşılarla ilgili hayli fazla aykırı sesi duymak mümkün.
Herkes bir tarafından meseleye bakıyor. İnsanların kafaları net değil.
Dünyada ve ülkemizde aşı karşıtlığı yeni
değil. Daha önceden de bebeklere yaptırılan aşılarla ilgili farklı söylentiler
duyuyorduk. Bu tür konular herkesin uluorta fikir beyan edeceği türden değil.
Derinlikli tıbbî bilgiye sahip olmak gerekiyor. Biz de meseleyi işin erbâbına
havâle etmek durumundayız ve bu konularla ilgili tıbbî otoritelere mecburuz.
Tıbbî otoritelere duyulan mecburiyetin
günümüzde mahkûmiyete dönüştüğünün de altını çizelim. Tıp, modern insanın
hayatının tümünü kuşatmış vaziyette ve doğumdan ölüme kadar tıp kurumuna muhtaç
durumdayız.
Hastanede doğuyor, kontrollerimizi ve
aşılarımızı sağlık kuruluşlarında yaptırıyor, sürekli bir hekimin takibinde
kalıyor (aile hekimi gibi), sağlık verilerimizi veri tabanında saklıyor (e-Nabız
gibi), herhangi bir rahatsızlık hâlinde ambulans çağırıyor ve hastanenin yolunu
tutuyoruz. Anormal bir durum yoksa genelde de hastanede ölüyoruz. Dünyaya veda
ettiğimiz son mekân, morg oluyor.
Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) sağlığı “Sadece hastalık ya da sakatlığın olmayışı
değil; bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hâli” olarak
tanımlaması, günlük hayattaki hemen hemen her durumun sağlıkla
ilişkilendirilebileceğini gösteriyor. Hastalık ve sakatlık da dâhil olmak
üzere, bedenen, ruhen ve sosyal yönden herhangi bir problemimiz varsa, buna
dair tıbbî çözümlere (sağlık kuruluşuna başvurma, muayene, tetkik, teşhis,
cerrahî müdahale, ilâçla tedavi gibi) başvuruyoruz.
Ruhsal ve sosyal yön ise en tartışmalı
konular. Hangi durum patolojik, hangisi değil, belirsiz. Ve gittikçe daha çok
durum (şişmanlık, yaşlanma, can sıkıntısı gibi), tıbbîleştirilerek hastalıklar
arasına dâhil ediliyor.
Kronik bir hastalığımız varsa (belli bir
yaşın üzerinde olup da bir kronik hastalığı olmayan pek az insan var) zaten sistemli
ve rutin aralıklarla tıp kurumuna hesap vermek durumundayız.
Tıbbın hayatımızı bu derece kuşatıcı
hâle gelmiş olması bazı düşünürleri endişelendirmiştir. “Sosyal kontrol aracı
olarak tıp”, “medikalizasyon-tıbbîleştirme”, “farmasötikalizasyon-ilâca bağımlı
hâle gelme”, “dehümanizasyon-insan dışılaştırma”, “iatrojenez”, “beden
denetimi” ve “biyoiktidar” gibi kavramsallaştırmalarla ciddî bir modern tıp
eleştirisi yapıldığı görülmektedir. Bu eleştirilerin özeti şudur ki; tıp
hayatımızı kuşatmış, kendi olması gereken mecradan dışa taşmış, insanın bedeni
bir iktidar alanına dönüştürülmüş, hastalar dehümanize edilerek
nesneleştirilmiş, insan hayatının doğal iniş ve çıkışlarına tıbbî çözümler
sunulmuş, ilâç şirketleri dünyada silah ve enerji sektörü ile yarışır hâle
gelmiş, insanlar tıp kurumu aracılığıyla kontrol altına alınmıştır. Aynı
zamanda modern tıbbın çâre olarak ürettiği çözümler yeni sorunlara sebep
olmaktadır.
Bu eleştiriler hekimlere, hastanelere,
sağlık sistemine ve ilâçlara olan ihtiyacımızı ortadan kaldırmıyor. Ciddî bir
sağlık problemi ile karşılaştığımızda ya da bir kaza geçirdiğimizde, bunu tıp
kurumundan bağımsız olarak hâlletmemiz çok zor. Bu gerçeği de tespit etmek
gerekiyor.
Herhangi bir meselede, kompozisyonu
oluşturan unsurlardan birisini daha öne çıkarır, bir kısmını da ötelersek,
dengeyi bozmuş ve ortaya çıkan manzarayı bulanıklaştırmış oluruz. Bu sebeple
her unsurun hak ettiği ölçüde kendisini temsil edeceği ayarı bulmak gerekiyor. Ayarı
bozulan her şey problem hâline gelir.
Tıbbın her konuda masum olduğu, çok iyi
ilerlediği, bilimsel çalışmalara değer verilmesi gerektiği ve tıbbî
otoritelerin hiç yanlış yapmadan doğruları dillendirdiği varsayımı ile tıbbî
otoritelerin elde ettikleri gücü bir grup insanın çıkarları için istismar ettikleri
iddiaları arasında bir dengeyi yakalamalıyız. İki uç noktadan da
faydalanacağımız taraflar var, lâkin eleştirileri de yabana atamayız.
Geçenlerde ülkemizin ünlü bir kalp-damar
cerrahının önce bir televizyon programında, daha sonra da bir söyleşide aşı
tartışmalarına yaklaşımı yukarıda eleştirel perspektifte ele alınan konulara
iyi malzeme sunacak cinstendi. Aşıya mesafeli duranları aşıya zorlamak için
otoriter, baskıcı, kısıtlayıcı ve zorlayıcı bir tarz ortaya koydu. “Aşı
yaptırmam” diyenlere “vatan haini” yakıştırmasını yaptı. Hızını alamayarak
onlara kız bile verilmeyeceğini, devlet dairelerine giremeyeceklerini, uçağa ve
otobüse binemeyeceklerini, pasaport alamayacaklarını, kısaca aşı olmayanlara
yaşama yansı verilmeyeceğini ifade etti.
Daha önce de bir gazeteci aşı olmanın
zorunluluğunu anlatırken aşı olmayanları evine hapsetmeyi, öleceklerse
evlerinde ölüp gitmelerini salık vermişti. Kuduz aşısı üzerinden de meseleyi
dramatize etmişti.
Bütün bu söylemlerin arkasında virüsün
yayılımını önleme ve toplumu hastalık riskinden koruma gerekçesi bulunsa da,
tavrın ve tarzın faşizan bir dayatma olduğu belirtilmelidir. İnsanların
kafalarında binbir türlü şüphe varken, aşılarla ilgili dünyada bilgi kirliliği
hâd safhada iken, bu tür söylemler farklı bir anlam kazanmaktadır.
Bu durumda “medikal faşizm” (tıbbî
faşizm) olarak ifade edebileceğimiz bir durum ortaya çıkmaktadır. İnsanları
tıbbî müdahalelere maruz bırakma, istemedikleri hâlde onları çeşitli tıbbî
uygulamalara mecbur etme, karşı çıktıkları zaman medenî bir insanın sahip
olması gereken haklardan (seyahat etme gibi) mahrum etmenin adıdır “tıbbî
faşizm”.
Maalesef Covid-19 ile ilgili ortaya
atılan komplo teorilerini haklı çıkarırcasına, “medikal faşizm” dünyada da
yayılma eğilimindedir.
Salgınla mücadelede gönüllü, katılımlı,
kanıta dayalı bilimsel çalışmalar ile tıbbî çerçevenin dışına çıkmadan toplumu ikna
edici yöntemler kullanılmalı, hayatın diğer alanlarına yönelik kısıtlama tehditleri
olmamalıdır. Medikal faşizm, insanların bütün tıbbî uygulamalara daha mesafeli
olmalarına, olan biten her şeye şüpheyle yaklaşmalarına sebep olacaktır. Aşılama
süreçlerinde yetkililerimizin bu konuya hassasiyet göstermeleri önem arz
etmektedir.
Tıbbî gerekçeleri bahane ederek
insanlara hükmetme derdinde olan medikal faşistlere de imkân ve fırsat
verilmemelidir.