Medeniyetlerin entegrasyon sorunları ve İslâmofobi

Hazreti Peygamber’in (sav) insanlara karşı samimiyeti, Yahudi ve Hıristiyan topluluklara karşı saygısı, birçok kimsenin onun karakter gücüne duyduğu hayranlığı ve sevgisi, sırf bundan dolayı İslâm’ı seçmesi, hukukî düzenlemelerinde eşit vatandaş statüsü getirmesi gibi verilebilecek daha pek çok örnek, Orta Çağ Hıristiyanlığının ve Avrupa’sının yüzüne tokat gibi çarpılmalıdır.

KÜRESEL bir kavram hâline gelen ve günümüzde sıkça kullanılan “İslâmofobi”, anlam itibariyle bir korkuya karşılık geliyor gibi görülse de esasen İslâm’a dair bir antipatiyi, bir düşmanlığı, Müslümanlara yönelik önyargıyı, öteleme ve fiziksel şiddeti ifade etmektedir.

İslâmofobik bakış açısının oluşmasında başta Oryantalizm olmak üzere medeniyetler çatışması, ırkçılık, ayrımcılık ve nefret söylemi gibi ideolojik yaklaşımlar önemli rol oynamışlardır. İslâm düşmanlığı Haçlı Savaşlarına kadar dayanmaktadır.

Avrupa ve İslâm dünyasında yaşanan sayısız çatışmaları ve neticesinde İslâm’a karşı oluşan negatif yaklaşımları izah amacıyla “İslâm düşmanlığı” terimi 1922 yılında Oryantalist Etienne Dine tarafından “Batı’nın Gözünde Doğu” makalesinde ilk kez kullanılmıştır.

1980’li yıllarda fakir ülkelerden Avrupa’ya gerçekleştirilen göç sebebiyle ırkçılık ve yabancı düşmanlığı artmıştır. Böylelikle bir süre unutulan İslâmofobi yeniden gündeme taşınmıştır.

1997 yılında “Runnymede Trust” adlı Birleşik Krallık menşeli düşünce kuruluşu tarafından, İslâm’a karşı nefret ve korku pompalayan, İslâm’ın Batı kültürünün gerisinde kaldığı ve yeniliğe karşı düşman olduğu iddia edilen, alternatif fikirlere bir tehlike gibi gösterilen “İslâm Düşmanlığı: Herkes İçin Çağrı” adlı bir rapor yayınlanmıştır. Bu radikal eğilimlerin başında teolojik, kültürel, ekonomik ve politik sebeplerin olmasının yanı sıra Oryantalizm ile günümüzde Müslümanlarla ilişkilendirilen ve yan yana yazmaya dahi elimizin varmadığı “terör” bulunmaktadır.

Batı Avrupa, “cihat” gibi bazı İslâmî kavramları çarpıtıp önyargılı biçimde kullanarak İslâm’la terörü yan yana getirme gayreti içerisindedir. El-Kaide ve DAEŞ gibi, sözde İslâmî görünen, aslı terör olan örgütlerin yaptığı eylemler ve saldırılar İslâm’a ve Müslümanlara mâl edilmektedir. Cehalet cübbesi giyen bazı Müslümanlar da bu İslâm aldatmacalarına kanmakta ve teröre destek vermektedirler. Bu grupların gerçekleştirdiği olay ve saldırılar Rahmânî cihattan münezzeh olup, yalnız Batı’yı değil tüm dünyayı etkilediği gibi, İslâm’a ve Müslümanlara zarar vermektedir.

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’deki İkiz Kulelere din kisvesi altında düzenlenen terör saldırılarından sonra sıklıkla duyduğumuz İslâmofobi, siyâsî terminolojiye böylece dâhil oldu ve dünya basınının diline düştü. Bir nefret söylemi olmakla kalmadı, somut bir düşmanlığa dönüştü. Sokakta, okulda, işyerinde, ibadethanede ve toplu taşıma araçlarında Müslümanlar fiziksel saldırılara maruz kaldı. İslâm karşıtı yürütülen politikalar ve anlamsız yasaklar bu saldırıları tetikleyen birer unsur oldu.

İstatistikler ve rakamlar, durumu daha net ortaya koyuyor: 2016- 2017 senelerinde sadece Avrupa’da yaşayan Müslümanların Danimarka’da 56, Belçika’da 36, Avusturya’da 256, Fransa’da 121, Hollanda’da 364, İsveç’te 439 ve İspanya’da 546 kez ayrımcılık vakası ile karşı karşıya kaldığı göz önüne alınırsa, Müslümanların maruz kaldığı şiddet, yoruma gerek bırakmıyor.

Müslüman nüfus barındıran ikinci Avrupa ülkesi durumundaki Almanya’da, sadece 2019 yılında Müslümanlara karşı işlenen suç sayısının 950’yi geçtiği belirtiliyor. Yurt Dışındaki Türk Varlığını Hedef Alan Saldırılar Raporu’na göre, 2021 yılında Almanya’da 132, Hollanda’da 43, Fransa’da 38 olmak üzere 23 ülkede yurt dışındaki Türk varlığını hedef alan  316 saldırı kayıt altına alındı.

Çeşitli kamu kurumu ve sivil toplum örgütlerinin de verileriyle sabit olarak kültürel ırkçılığın hedefinde İslâm ve Müslümanlar olduğu görülmektedir.

Batı dünyasında farklı medeniyetlerin entegrasyon sorunları içerisinde Müslümanlar “öteki” ve “istenmeyen” etiketleriyle değerlendirilmektedir. Sayısı artan Müslümanların bu coğrafyada kalıcı hâle gelecek olmaları Avrupa’yı ciddî bir şekilde rahatsız etmektedir. İslâm’ın yayılmasını hazmedemeyen popülist aşırı sağ parti ve Batı medyası tarafından anti-İslâm ve anti-Müslüman duygusu kamusal hayatta kökleştirilmeye çalışılmaktadır. Medyada Müslümanların kültür, inanç ve ibadetlerine karşı ötekileştirilmesine sıkça yer verilmesi, aşırı sağ siyasete cesaret vermekte ve güçlenmesine sebep olmaktadır.

Batı ülkesinde yükseliş gösteren bu aşırı sağ oluşumların tek nedeni göçmenler, mülteciler veyahut Müslümanlar değildir. Ülke içerisindeki kaynakların paylaşım sürecinde yaşanılan eşitsizlikler ve gerginliklerdir. Neoliberal muhafazakâr iktidarların Müslümanları işaret etmek suretiyle hedef şaşırtmaları, asıl gerçekliğin ve sorunun üzerini örtmek amacıyladır.

Müslümanlara yönelik uygulanan ötekileştirici hukukî düzenlemeler onları yalnızlığa itmekte, kültürel gelişimlerden habersiz bırakmakta, içine kapanıp toplumdan uzaklaşmalarına sebep olmaktadır. Bu durumu yine kendisine çeviren sağ siyasetçiler, Müslümanların entegrasyona isteksizliği üzerinden yeni politikalar üretmektedirler.

Müslüman kadınlar hem cinsiyetleri, hem de dinî inançları nedeniyle ayrımcılıktan daha fazla etkilenmektedirler. İstihdam ve eğitim alanında eşitsizliğe maruz kaldıkları gibi, sözel ve fiziksel tacizden de mustariptirler. Toplumsal hayatın tüm alanında Müslümanların bu denli dışlanması, horlanması ve şiddete maruz kalması İslâmofobi girişimlerinin birer neticesidir.

Kelime anlamı itibariyle esenlik ve barış dini olan, insanı en şerefli varlık hâline getiren İslâm dininin temel prensiplerinin tüm dünyaya doğru aktarılması yönünde Müslümanlara büyük görevler düşmektedir. İslâm düşmanları karşısında hakkı savunan, yılmayan, eğitimli, teknolojik gelişmelerden haberdar olan, ekonomik, siyasal, tarih ve kültür değerleri alanlarında uzmanlaşmış, başarılı olmayı prensip edinmiş Müslümanların yetiştirilmesine ihtiyaç vardır. Nitekim Endülüs’ten Orta Asya’ya kadar büyük bir coğrafyada Müslümanlar, İslâm’ın aydınlığını taşımışlardır. Ancak 18’inci yüzyıldan itibaren devasa krizlerin yaşandığı dünyada sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel açılardan değişiklikler yaşanmıştır. İslâm coğrafyası savaşlar, işgaller ve sömürgeler altında yoksulluğa ve zorlu süreçlere mahkûm edilmiştir.

Hazreti Peygamber’in kılıç yoluyla İslâm dinini yaydığı şeklindeki tarihî gerçeklerle uyuşmayan asılsız iddialar ortaya atılmış ve dünya kamuoyuna korku salınmıştır. Hâlbuki, “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslâm’a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır” (Bakara, 208) ayeti, İslâm’ın en önemli ilkesinin hep birlikte barışı sahiplenmek olduğunu ve bu bilinçle Allah’a teslimiyetin önemini, söz konusu huzur ve esenliğe zarar veren tutum ve davranışların şeytanın adımları olduğunu nitelemektedir.

Hazreti Peygamber’in (sav) insanlara karşı samimiyeti, Yahudi ve Hıristiyan topluluklara karşı saygısı, birçok kimsenin onun karakter gücüne duyduğu hayranlığı ve sevgisi, sırf bundan dolayı İslâm’ı seçmesi, hukukî düzenlemelerinde eşit vatandaş statüsü getirmesi gibi verilebilecek daha pek çok örnek, Orta Çağ Hıristiyanlığının ve Avrupa’sının yüzüne tokat gibi çarpılmalıdır.

Her Müslüman, İslâm’ın hak ve adalet anlayışını, Hazreti Peygamber’in (sav) ahlâkî vasfı ve değer çizgisiyle sunmak için çalışmalıdır. Önce kendi sorunlarını ilim, hikmet, bilgi ve marifet gözeterek çözmeli, kendi coğrafyasında barışı ve adaleti sağlamalı, sonra küresel projelere karşın birlikte mücadele verebilmelidir. Yanlış bilgi ve algıları sahih bilgiyle bertaraf edecek yetkinliğe sahip olabilmeli, Kur’ân ve Sünnet’in rehberliğinde yeryüzünü yeniden imar edebilmelidir.