Medeniyetin külleri: Bir garip dünya

Tüm geçmiş hüzünleri ve hayatlarıyla yurtlarından edilen sığınmacılar, göçmenler, mülteciler… Onlar; dünyaya sığmayanlar… Biri evini bağını sığdıramadı dünyaya; bombaladılar. Biri evlâdını sığdıramadı dünyaya; katlettiler. Biri kendini sığdıramadı dünyaya; şehit ettiler… Biri ümitlerini sığdıramadı, biri hüzünlerini, biri onu, biri bunu... Zalimlerin tıklım tıklım kasasına, bavuluna doldu da her şey, bir toprağın üzerine sığmadı insan… Sığdırmadılar…

DERME çatma barakalarda sürülen hayatlar gördü bu yaşlı Dünya…

Taş toprak yolların varsan varılmaz, gitsen gidilmez yorgunluğunda, tek tip yaşam formlarının sade gürültüsünde, onca uzaklıkların yakınlaştırdığı kalplerin can verişine tanıklık etti asırlar boyu...

Ayak basılmamış köşelerden, kalabalık ve ruhsuz bir medeniyete ilerleyişin tuhaf kaygısıyla yaşıyoruz şimdi. Yükselen, yükselirken büyüyen, büyürken katmer katmer yayılan bir medeniyet(!)… Mihaniki bir uyumla bu medeniyete katılan yığın yığın insanız. Öbek öbek asimile oluyoruz kendi katliamımız içinde. Sokak sokak, şehir şehir, insan insan ölüyoruz şimdilerde…

İnsanı insana kırdıran hamâset, ırkçılık, hüküm ve mekân sahibi olmak rüyası; zamanın “medeniyet” çığlığında kamufle ediliyor. Artık yapılanın ve bilinenin gaddarlığı en parlak tepsilerde başka başka tatlarda sunuluyor.

Gasp edilen, el yordamıyla sağa sola iteklenen; aileleri, sevdikleri, sokakları, işleri, yerleri yurtları, vatanları kendilerine yaban kılınan hayatlar, bu koskoca âleme sığamaz oldu.

Bir garip dünya!..

Çeşit çeşit iklimine, dönüm dönüm toprağına, suyuna, havasına, dağına bayırına sığmayan, sığdırılamayan insanlar; bir haklılık ve adalet (!) çabası adı altında kâinatın dışına öteleniyor. Süslü paketlerle gösterişli bir sunumu andıran bu gıpta edilesi kavramların içinde, mekân sahiplerinin gücünü ve hükmünü sağlamlaştırmak gayesinden başkası bulunmuyor.

Çığ gibi büyüyen uygarlaşma furyası, köylerde-kasabalarda yaşayıp gidenin bile aklının hırsızı artık… Öyle imkânlarla donatılmış durumda ki şehirler, bunun hayat olduğu inancını şehrin martısında, kedisinde, kurdunda, kuzusunda bile seyreyleyebilir insan… 

Yollar kısaldı… Gurbet uzadı…

Evleri evlere bağladı medeniyet, yolları yollara ekledi, işleri güçleri saatlerden dakikalara indirdi. Dünyanın tüm yerlerinde ve yörelerinde eş zamanlı bir ilerleme… Tüm bu agresyon, uzun uzun devirleri günübirlik kavramlara dönüştürdü. Her adımda bir çağ açılıyor, her adımda bir çağ kapanıyor.

Batılı tiranlar

Yıkılan hayatların üzerine yeni yeni tasarılar inşâ ediliyor.

Devletler, toplumlar ve bunların rotasını belirleyen Batılı tiranlar, insan yiyiciliğin, kemirgenliğin idealize edilmiş bir versiyonunu; medeniyetin ve ileri toplum kabiliyetinin değişmez bir kıstası gibi işliyor zihinlere.

Batı’nın ve Uzak Doğu’nun rotasyonlu işkence programları ve can alıcı kurgusal cinayetleri, kurak toprakları yeşerten bir iyileştirme olarak sindiriliyor. Ve Orta Doğu’da insanı bilen ve tanıyan İslâm toplumlarının yürekli halkları, satılık ruhlarıyla, kiralık zihinleriyle başı çeken yöneticilerin, kıblesini şaşırmış bir meczup edâsıyla aldıkları kararlarla dünyayı zindanda tüketiyor.

Bavulları, çanta çanta günahları birinci sınıf koltuklarda taşıyan satılmışlar ve satılmışları satın alan tiranlar; ellerinde korkusu ve imanıyla sınırlar aşan göçmenlerin, sığınmacıların viran ettikleri yurtlarını başlarına yıkıyor. Yollarına dikenler atıyor, yaşamak ve bu yaşamı herkes kadar sürdürebilmek hürriyetini paramparça ediyor!

Dünyaya sığmayanlar

Dünya kimsenin değil, mal sahibi çok… Yollar kimsenin değil, yollar kesen çok… Toprak kimsenin değil, sınır koyan çok… Vatan kimsenin değil, nutuk atan çok… Pazar kimsenin değil, mal mülk satan çok… “Medeniyet (!) bu değil, budur” diyen çok…

Tüm geçmiş hüzünleri ve hayatlarıyla yurtlarından edilen sığınmacılar, göçmenler, mülteciler… Onlar; dünyaya sığmayanlar…

Biri evini bağını sığdıramadı dünyaya; bombaladılar. Biri evlâdını sığdıramadı dünyaya; katlettiler. Biri kendini sığdıramadı dünyaya; şehit ettiler…

Biri ümitlerini sığdıramadı, biri hüzünlerini, biri onu, biri bunu... Zalimlerin tıklım tıklım kasasına, bavuluna doldu da her şey, bir toprağın üzerine sığmadı insan… Sığdırmadılar… 

Bir yerlerde medeniyet varsa, her şeyi ve herkesi alır dahline. “Gel” demesi de, “Git” demesi de insancadır. Geldiğinde vermesi de, gittiğinde sorması da hep insancadır. Savaştan kalanı da misafir eder, göçüp geleni de ağırlar medeniyet. Gönderirken de sever, “Gitme” derken de…

Medeniyet, varsa yoksa İslâm’dır! Onun gölgesinde dinlenen bizler, gerçek bir medeniyetin mîrasçıyız. Ne saâdettir ki, yüzyıllar boyu göç edenin, sığınanın, zulümden kaçanın zaman zaman eviyiz, zaman zaman durağı, zaman zaman yoluyuz. Ama hep varız!

Medeniyet yolsa, o yoldan mazlum geçer; medeniyet binaysa, mazlumun evi olur. Medeniyet saygıysa, önce kimsesiz alır. Medeniyet sevgiyse, yetimin yüzü güler. Medeniyet paraysa, fakirin karnı doyar.

Medeniyet; soyguncu bir zenginliğin altında can çekişen hayatları, “Benden değil” diye diye yok saymak değildir. Yürüyen bir karıncaya yol vermektir uygarlık. Sığınana, göç edene, savaştan canını zor kurtarana zemin olmak, toprak olmak, yuva olmaktır medeniyet.

Medeniyet, İslâm’dır. İçine hayatları, mazlumları, düşkünleri, kırgınları sığdıranlar; medeniyetin özünü emen bir doygunlukta, ahlâkın ve İlâhî takdirin lâyığındadır.