ARAPÇA “şehir” anlamındaki “medîne”nin
kökü sayılan “müdun” kelimesinden türediği bilinen “medeniyet”in, “yönetmek,
malik olmak ve deyn (din)” mastarıyla da ilgili olduğu kabul edilmiştir. Hicret
sonrası Medîne döneminde nazil olan âyetler de “medenî” diye bilinir. Daha
sonra Medîne’den türeyen temeddün de “şehirli” ya da “şehir hayatı yaşamak”
anlamında karşılanmıştır.
Eski Yunancadaki “polis” kelimesinin karşılığı olarak “medîne”, “politeia”
(politika) kelimesinin karşılığı olarak da “siyaset” kullanılmıştır. İnsanın
tabiatı itibarı ile medenî olduğu, “medeniyyün bi’t-tab” diye ifade edilmiştir.
Buna karşılık Aristo’nun insanı “zoon politikon” (siyasal canlı) diye
nitelendirdiği de bilinmektedir. İnsan türünü sosyo-politik varlık olarak ele
alan felsefî akım da “el-ilmü’l-medenî, ilmü’s-siyase” diye adlandırılmışken,
daha sonra bunun yerine sosyo-politik yapı için “umran” kavramı, bedevilik ve
medenîlik yerine kullanılmıştır.
Batı dillerinde ise Lâtince “civilisation” kelimesinden türeyen “civilis”, “şehirli”
anlamında kullanılmışken, böylece “civilization” yerine de Osmanlı dönemi
Türkçesinde “medeniyet” kavramı tercih edilmiştir. Medeniyet kelimesinin Arapça
kökenli olması, Cumhuriyet döneminde tedavülden çekilmesine neden sayılmış ve
şehirde şehrin kurallarına bağlı olarak yaşadığı kabul edilen “uygur”
kelimesinden türeyen “uygarlık” kelimesi ihdas edilmiştir. Böylece medeniyetin
yerini bu dönemde uygarlık almıştır.
Tarih boyunca medeniyet, böylelikle şehir hayatındaki sosyal, siyasal,
entelektüel, teknik, ekonomik ve kurumsal alandaki birikim ve fırsatların
karşılığı ya da toplamı sayılmıştır. İslâm düşünürleri de “Medîne, medenî,
medeniye ve siyasetü’l-medeniye” kavramlarını kullanmışlardır. İnsanın tek
başına yaşayamayacağı, tek başına ihtiyaçlarını karşılayamayacağı kabulünden
yola çıkarak, insanın sosyal bir varlık olduğu, ihtiyaçlarını karşılamak için
de işbirliği ya da işbölümü yapmaya yöneldiği ve böylece şehir (medîne) ve
milletin (ümmet) oluştuğu kabul edilmiştir.
Aile, sokak, mahalle, köy, şehir (medîne) şeklinde oluşan sosyal şemanın
insan türü için gerekli olan iyiliğin, saadetin ve yeteneklerin de meydana gelmesine
zemin hazırlamıştır. Farâbî (ö. 950), insan iyiliği ve saadetine anlam ve
içerik verenin “erdem” olduğunu savunduğu kitabını “Medînetü’l-Fâzıla”
(Faziletler Şehri) diye adlandırmıştır.
Farâbî’ye göre Medîne’nin (şehir) kurucu başkanının (Reisü’l-Evvel) vahiyle
şekillenen dünya görüşü halk tarafından benimsenir ve kuşaklar boyunca
izlenirse, şehir de “Erdemli Şehir” (Medînitü’l-Fâzıla) hâline gelir. Bilgiyi
merkeze alan ve aklî erdemlerle bütünleşen bu teoride, gerçek mutluluğa da
böyle ulaşılır. Medenî hayatı konu alan “el-ilmü’l-medenî”, bundan dolayı dinî
hayatın temeli sayılan kelâm ve fıkıh ilimlerini de kapsamalıdır.
İbni Haldun ise, insanın bir arada yaşama ihtiyacını anlatmak için,
“el-ictimaü’l-insan” ve benzeri deyimler yerine “umran, umranü’l-beşerî” gibi
kavramları tercih etmiştir. Yine “ilmü’s-siyaseti’l-medeniye”den ayrı olarak,
özellikle “ilmü’l-umran” deyimini tercih etmiştir. Çünkü umranla, ideal ve
değerleri değil, hayatın gerçeklerini ve fiilî durumları ele alıp neden-sonuç
ilişkisi ile toplumsal değişmeleri açıklamıştır.
Günümüzde “medeniyet” kavramı, başkalarına karşı görgü kurallarına göre
davranan, kendisini kontrol edebilen, gelişmiş olan toplum ile gelişmemiş
sayılan toplumlar arasındaki farkı gösteren özellikler, evrimci bir bakışla
“insanlığın modern Batılı hayat tarzına ulaşıncaya kadar geçireceği” varsayılan
aşamaların toplamının karşılığı gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Evrimci görüş
çerçevesinde çoğunlukla bir dine nispet edilen medeniyetler çağdaş olmakla
birlikte, aralarında “ileri-geri” gibi ayrımlara da tâbi tutulmaktadırlar.
“Medeniyet” kelimesi, Fransızcada ilk defa 1757’de Marquis tarafından
“civilisation” şeklinde kullanılmıştır. Fransa ve ardından İngiltere’de
kullanılan civilisation kavramı, “medenîleştirmek” (civiliser) şeklinde seçkin
zümrenin hayat tarzı için ve normatif bir içerikte kullanılmıştır. Artık
sanayileşme döneminden itibaren medeniyet, son iki üç yüzyılda Batı’nın daha
önceki dönemlerinden ve çağdaşı diğer toplumlardan farklı olan özelliklerinin
karşılığı olarak tercih edilmiştir. Böylece medeniyet (civilisation) Batı’da “progress”
(ilerleme) ile birlikte onun anlamını da kapsayacak bir içeriğe ulaşmıştır.
Bu anlamı ile medeniyet, eski dönemlere göre daha iyi ve gelişmiş bir
durumu ve bunun aşamalarını gösteren, böyle olmayanlara göre ise iyi ve üstün
olma konumunu kazanmış olmaktadır. Bu terimle birlikte Batı, kaydettiği
başarıyı insanlık için zirve noktası saymış ve kendisi dışındaki “her toplumu geri
ve kendini takip etmeye mecbur” olarak görmüştür. Artık Batılı olmayan hayat
tarzları ise gelip geçici ve önünde sonunda ileri ve üstün olan Batılı tarza
yönelmek zorunda kabul edilmiştir. Bu kabul ya da önyargının giderek diğer
hayat tarzlarına da kabul ettirilmesini, Batılılar kendileri için “medenî bir
görev” bilmişlerdir. Bu bakış açısı ise Batılı zihinlerde sömürgeciliği mazur,
hatta meşru gören anlayışın temelidir.
Medeniyet (civilication) kavramı ile Fransa’da devlet, insanları medenîleştirmekle
görevli sayılmıştır. Artık devletin bu görevi karşısında insanların kabullerinin
önemi kalmamıştır. Medenîleştirme elbette Fransa ya da Avrupa kıtası ile
sınırlı kalmamış, medenî sayılmayan her bölgeyi ve herkesi kapsamıştır. Batılıların
zihninde artık medenîleştirme adıyla “sömürgeciliğin” meşruiyet zemini de
oluşmuştur.
Bunun bir istisnası Almanlarda görülmüş, civilisation yerine “cultur” (kültür)
tercih edilmiştir. Kültür “Almanlarda olan”ı karşılarken, civilisation ise “herkeste
olan”ın karşılığı sayılmıştır. Alman ırkını herkesten, bu arada Batılılardan da
farklı ve üstün saymanın temeli, büyük ölçüde bu ayrım ile ortaya çıkmıştır.
Şaşılacak husustur ki, Batılıların bu önyargısını Batılı olmayanlar da
kabullenmiştir. Bu cümleden olarak sömürgeciliğin karşılığı Arapçada “isti’mar”
yani “bir yöreyi imar etmeye yönelme, medenîleştirme” diye açıklanmıştır.
Medeniyette mukayese
İslâm toplumları, 19’uncu yüzyıla gelinceye kadar kendilerini Batılı
toplumlardan üstün görmüşlerdir. Batılılar ise İslâm tarihinde görülen ileri
uygulamaları, “medeniyetin başarısı sayılabilecek unsurların Grek düşüncesinden
kaynaklandığı, hukuk, devlet yönetimi ve mimari gibi alanlarda görülen
üstünlüğün Roma, Bizans (kısmen Fars) medeniyetlerinden aktarıldığı” tezi ile
açıklanmıştır. Farsların ırk olarak Ari (Ari-an) sayılmaları, bu
değerlendirmede de kendilerine ve ırklarına bağlı olarak özel bir statü
verilmesine yol açmıştır.
Şemseddin Sami de medeniyeti “bütün insanlığın kaçamayacağı bir çeşit kader
olarak” görmüş, medeniyetin tek olduğunu ve tarihin akışı içinde el
değiştirdiğini savunarak, Batılıların, “İslâm Medeniyeti’nin Grek ve Roma Medeniyetleri
ile modern medeniyet arasında aracılık yaptığı” tezini kabullenmiştir.
19’uncu yüzyılda Batı sömürgeciliğinin askerî ve siyâsî müdahalelerinin
yaygınlaşması, Müslümanların hayatını doğrudan etkilemiştir. Batılıların sahip
oldukları imkânlar, gelişme seviyeleri ve hayat tarzları, “modern medeniyet”
diye adlandırılmıştır. Tanzimat döneminde “civilisation” kelimesi sözlüklerde
“ünsiyet ve tezhib-i ahlâk” diye karşılanırken, “temeddün” ve “medeniyet”
kavramları da kullanılmıştır. Zamanla “civiliser”, “medeniyet vermek, medeniyet
götürmek ve medeniyet kazandırmak” şeklinde kullanılmaya başlanmıştır. Böylece
medeniyet kavramı, yayılmacılığı meşru ve gerekli gören bir içeriğe ulaşmıştır.
Nitekim Namık Kemal, “Bir de insanın hak ve maksadı yalnız yaşamak değil,
hürriyetle yaşamaktır. Bu kadar millet-i mütemeddîneye (medenîleşmiş millete)
karşı mümkün müdür ki akvâm-ı gayr-i mütemeddîne, hürriyetlerini muhafaza
edebilsinler?” diyerek medenîleşmeyi zorunlu ve kaçınılmaz gördüğünü ilân
etmiştir.
Yine Namık Kemal, “Müslümanların kesinlikle din ve ahlâk bakımından bir
yeniliğe ihtiyaçları olmadığını, buna karşılık Batı’dan teknoloji ve siyâsî
unsurları almalarına ihtiyaç olduğu” görüşünü savunmuştur. Böylece Namık Kemal,
medeniyeti bir hayat tarzı ve teknik ile teknoloji gelişmesi olarak iki ayrı
anlamda kullanmış, bu kullanım daha sonra “kültür ve teknik” diye
yaygınlaşmıştır.
Ziya Gökalp ise medeniyet ve kültür ayrımı yapmış, “medeniyetin evrensel,
buna karşılık kültürün millî olduğunu” belirterek görüşlerini “Türkleşmek, İslâmlaşmak
ve muasırlaşmak” kavramları ile formülleştirmiştir. Türkleşmek ve İslâmlaşmayı
kültürün unsurları sayarken, muasırlaşmayı ise evrensel saydığı medeniyetin
karşılığı kabul etmiştir.
Türkiye’de medeniyet ve kültür ayrımı Almanya’dakini hatırlatsa da
Türkiye’de baskın olan, İslâm hayat tarzının Batı medeniyetinin öngördüğü hayat
tarzı ile uyuşmazlığının da aslında bir karşılığıdır. İslâm dünyasında sürüp
giden sınır, ırk, mezhep ve bölge çatışmaları ile birlikte, İslâm’ın toplumları
dönüştürdüğü ve onlar arasında kalıcı ortak özellikler ve yakınlıklar
oluşturduğu da inkâr edilemez.
Müslüman toplumlar arasındaki çatışmaların sürmesinde siyâsî ve dış etkiler daha çok tayin edici olmaktadır. Avrupalı sömürgecilerin İslâm dünyasını yağma-talan girişimlerini ve de direnişlerini büyük katliamlarla yok etme barbarlıklarını “İslâm-Hıristiyanlık Savaşı” olarak görmek mümkün müdür? Bu savaşın din ile ilgili bir tarafı olsa da iki dünya savaşında da İngiliz blokunun Almanya ile savaşması dikkate alındığında, olayı sadece din farkı ya da din savaşı olarak adlandırmak yetersiz olmaktadır.
Huntington ve bazı Batılı düşünürler, İslâm ve Batı medeniyeti arasındaki
uyuşmazlığı “medeniyetler savaşı” olarak görmüştürler. Ancak bu görüş, iki
dünya savaşının tarafları dikkate alındığında daha çok bir isteği/temenniyi
açığa vurmaktadır. Farklı medeniyetlerin varlığı bir rekabeti kaçınılmaz etse
de, mutlak anlamda çatışmaya da yol açacağı tezi tartışmalıdır.
Cumhuriyet döneminde “Batı” ve “ilerleme” (terakki) kavramları, tartışmasız
bir itibara, âdeta tabuya dönüştü. Bu iki kavramın yerini “medeniyet” aldı.
Aslında bunun geçmişi de vardı. Çünkü meşhur şair Şinasi’nin Mustafa Reşit
Paşa’yı “medeniyetin resulü, fahr-i cihan-i medeniyet”, onun vücudunu mucize,
millet içinde görünmesini “bîset”, zamanını ise “asr-ı saadet” saydığı gibi,
öncesini zulmet ve cehalet ilân etmişti. Âdeta onun yaptıklarını “yeni bir din
gibi” ve dinin kavramları ile açıklamıştı. Zaten Tanzimat döneminde (1839-1876)
medeniyet kavramını Şinasi tedavüle sokmuştu.
Şinasi’nin ardından bayrağı devralan Tevfik Fikret ise, “Amentü” şiirinde şöyle
bir vurgu yapar: “Akıl dininin inançları” ile medeniyet, “makbul bir yaşam
tarzının” karşılığı… Ona göre, eskiden İslâm için, “bir müminin tuvalete hangi
ayağı ile girip çıkacağından, yemeğini hangi eliyle yiyeceğinden insanlarla
nasıl selâmlaşacağına” kadar hayatın bütün detaylarını düzene koyan bir hayat
tarzı olduğu görüşü yaygındı.
Şimdi Şinasi-Tevfik Fikret çizgisi ile sürüp gelen anlayışta ise, artık
“medenî insanın hayat tarzını” İslâm değil, doğrudan Batı’da (Avrupa’da)
geçerli olan âdâb-ı muâşeret tayin edecekti. Bu anlayışta ise artık medeniyet
ya da onun işaret ettiği kavramlar, teknik bilgilerin yanında giderek kültürel
bir içerik kazandı ve bir ideolojiye dönüştü. Bu ideolojinin savunucusu olan
kişilerin kullandığı dinî terimlere de dikkat edilirse, aslında din ve ideoloji
karışımı olan bir hâle dönüştü. Elbette bu anlayışın (medeniyetin) dışında
kalanlar ise medenîleştirilmeleri icap eden vahşiler olarak görülüyorlardı.
Artık “Batılı hayat tarzının karşılığı” diye kabul edilen medeniyetin tam
karşısında ise İslâm ve onun geçmişi konumlandırılmıştı. Cumhuriyet ile
birlikte artık medeniyeti “vahşilere de taşımak gibi kutsal bir görev”
başlamıştı(!). Dolayısıyla geçmişin her türlü mirası, medenîleşmenin önünde bir
engel durumundaydı. Her çeşidiyle o engellerin yıkılması da medeniyetin îcâbıydı.
Avrupalılar kendilerini medenîleşmiş (temeddün) saydıklarından, kendileri
dışında kalanları da o ölçüde vahşi ve medenîleştirilmeyi, hattâ kurtarılmayı
bekleyenler olarak kabul ettiklerinden, yine kendilerini “medenîleştiren veya
medeniyet taşıyıcısı” (civiliser) addediyorlardı.
Cumhuriyet ve medeniyet anlayışı
Avrupalıların yapıp ettikleri her türlü sömürgeciliği bir medenîleştirme ya
da medeniyet taşımak olarak görmelerinin temelinde bu anlayış vardır.
Sömürgeciliğe meşruiyet kazandırdığı gibi, sınırsız bir işgal ve yayılmanın da
gerekçesini oluşturmuştur bu fikir.
Medeniyeti yalnızca teknik bilgi ve îcatların karşılığı gören ve bu
anlamdan yola çıkarak medeniyet ve kültür arasında ayrımı vurgulayan görüşün
temsilcilerinden olan Mehmed Âkif Ersoy ise, Avrupalıların “sömürgeciliği bir
hak ve medenîleştirme” faaliyeti saymalarını lânetlemiş ve medeniyeti “tek dişi
kalmış canavar” olarak nitelendirmiştir.
Kemal Paşa da “kültür ve medeniyet” ayrımına şiddetle karşı çıktığı gibi,
kültürü medeniyet ya da medeniyeti kültür yerine kullanmış ve bunları ayrılmaz
birer bütün olarak görmüştür. Zaten “kültür ve medeniyet ayrılmazlığı”, bir
bütünü kaçınılmaz hâle getirir. Kültür, varlığı ile medenîleştiren veya yokluğu
ile medenîlikten çıkarıp ötekileştiren, zelil eden bir unsurdur. Nitekim Kemal
Paşa, kültür ve medeniyet ayrımını asla kabul etmediği gibi, bir tane
medeniyetin olduğunu da sıkça vurgulamıştır: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli
kültürdür. Buraya kadar anlatmak istediğimiz, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti
çocukları, kültürel insanlardır. Yani hem kendileri kültür sahibidirler, hem de
hassay-ı muhitlerine ve bütün Türk milletine yaymakta olduklarına kânîdirler.”
Bu görüşün devamı sayılacak bir vurguyu da İsmet Paşa yapmış, “Harf İnkılabı’nın
bir alfabe kolaylığından değil, bir kültür değişikliği isteğinden ortaya
çıktığını” belirtmiştir.
Nitekim Kemal Paşa’nın anlayışına göre, “Batı medeniyeti dışında geri kalan
ve bu geriliklerinde direnen toplumlar, üstün ekonomi ve teknoloji güçleri
tarafından sömürülmeye mahkûmdurlar”. Medeniyeti kurtuluş ve varoluşla
eşanlamlı gören Kemal Paşa, “Efendiler, medenî olmayan insanlar, medenî
olanların ayakları altında kalmaya maruzdurlar! Medeniyet öyle kuvvetli bir
ateştir ki, ona bîgâne kalanları yakar ve mahveder” der ve bunun vazgeçilmezliğini
kendi anlayışı içinde belirtir.
Medeniyet kavramının Kemalist anlayış içindeki yerini belirten Mahmut Esat
Bozkurt ise, “Batı medeniyeti bir küldür, ayrılık kabul etmez. Ya hep alınır yahut
alınmaz. Tıpkı dinler gibi” demek sûretiyle medeniyet ve kültür ayrılmazlığı
görüşünü tekrarlamıştır.
Kemal Paşa’nın kültür vurgusundan asırlardır sürüp gelen “Türk kültürünü”
çıkaranlar, aynı zamanda medeniyet ve kültür ayrılığını da vurgulamayı ihmâl
etmiyorlar. Oysa Kemal Paşa, asırlardır sürüp gelen bir kültürün devamını da,
medeniyet ve kültür ayrılığını da asla istemediğini belirtmiştir.
Görüldüğü gibi, aslında medeniyet, eskiden beri var olagelenden apayrı bir
hayat tarzı olarak yola çıkmış, daha sonra bu hayat tarzı ayrı bir ideoloji hâlini
almıştır. Medeniyet ideolojisi her şeyi kapsayan, her şeye düzen veren bir
içeriğin de sahibi olarak görülmüştür. “Kültür” kavramı ile hayatın bazı
alanlarının medeniyetin dışında tutulmasını ve böyle bir ayrım yapılmasını asla
kabul etmemiştir.
Yalnızca Avrupa medeniyetinin kabul edilmesi, Avrupalıları kendi
medeniyetleri dışında kalan bütün medeniyetleri silip süpürmek gibi bir
misyonun sahibi olma iddiasına götürdüğü gibi, Türkiye gibi ülkelerde ise
medeniyetin dışında/karşısında sayılanların “medeniyet-kültür” diye bir ikili
tasnif yapmaları asla hoş görülmemiştir. Bunun yanında “medeniyetin kuvvetli
ateşi ile yok edilmişlerdir”. Otoriter ve totaliter yönetimlerin sınır tanımaz
baskılarının temelinde ise, kendilerini medeniyet taşıyıcı ya da medenîleştirici
bir misyon ve bir hakka sahip görmeleri yatmaktadır.
Ancak son dönemlerde İslâmî kesimde giderek artan bir tekrar ile “bizim
medeniyetimiz” vurgusu mevcuttur. Burada “bizim medeniyetimiz”, Batılı
görüşlere/uygulamalara itirazın anahtarıdır. Yüz yıl öncesinde İslâmî görüş ve
uygulamalara itirazın formülü ise yine “medeniyet” kavramıydı. Görünen odur ki,
medeniyet el değiştirmektedir. Yüz yıl önce yukarıdan aşağıya toplumu yeniden
düzenlemek ve şekillendirmenin adı olan “medeniyet”, şimdi kendiliğinden ya da
toplumun özgür iradesiyle hayatın akışına bağlı olarak Batılı değerlerin ya da
hayat tarzının sınırlandırılması veya tasfiyesinin karşılığı sayılmaktadır.
Medeniyet, yüz yıl önce baskıcı idarelerin tesisi ve varlık nedeni bilinirken, günümüzde o idarelerin tasfiyesi ve de hak ve özgürlüklerin üstündeki engellerin karşılığı durumuna gelmiştir.