
Kültür, medeniyet ve din
“MEDENİYET” dediğimizde akla
gelen ilk en kısa tanım, “şehirliliktir”. Çünkü medeniyet, Arapça “Medine”
kelimesinden türemiştir. Medine, “şehir” demektir. Şehir ise, “belirli
kuralları olan, dayanışmanın en üst seviyede olduğu, toplumdaki fertlerin
birbirleri ile bir duvarın tuğlaları gibi bütünleştiği, sadece madde plânında
değil mânâ plânında da kurumsallaşmış bir yaşam alanıdır”. Anti parantez,
kentlerin böyle bir derdi yoktur. Zira kentler, maddî ihtiyaçların öncelendiği
ruhsuz yaşam alanlarıdır.
Medeniyet ile
beraber anılan bir kavram olan kültür ise, tarihsel süreç içerisinde bir
milletin karakterini belirleyen gelenekler, görenekler, dil, edebiyat, giyim kuşam
şekli gibi argümanlardan oluşan maddî ve manevî değerlerin bütünüdür.
Bu bağlamda anlamları
itibariyle birbiriyle en çok karıştırılan kavramlardan ikisi de kültür ve
medeniyettir. Ziya Gökalp her iki kavramın farklılığını şu şekilde ortaya
koymuştur:
“Birinci olarak,
kültür millî olduğu hâlde, medeniyet milletlerarasıdır. Kültür, yalnız bir
milletin din, ahlâk, hukuk, akıl, estetik, dil ekonomi ve fen hayatlarının
uyumlu bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı gelişmişlik düzeyine sahip birçok
milletin sosyal hayatlarının ortak bir bütünüdür. Meselâ Avrupa milletleri arasında
ortak bir Batı medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve
bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir Alman
kültürü barınmaktadır.
İkinci olarak,
medeniyet, yöntem aracılığıyla ve ferdî iradelerle oluşan sosyal olayların
bütünüdür. Meselâ din ile ilgili bilgiler ve bilimler yöntem ve irade ile
oluştuğu gibi, ahlâk, hukuka, güzel sanatlara, oluştuğu aklın fonksiyonlarına,
dile ve fenlere ait bilgiler ve teoriler de hep fertler tarafından yöntem ve
irade ile oluşturulmuşlardır. Bundan dolayı aynı medeniyet dairesi içinde
bulunan bütün bu kavramların, bilgilerin ve bilimlerin toplamı, ‘medeniyet’
dediğimiz şeyi meydana getirir.”
Medeniyeti doğuran
en büyük saik dindir. Bu yüzden medeniyetler genellikle mensubu oldukları dinin
adıyla isimlendirilirler. Bugün en yaygın kullanımı ile “İslâm Medeniyeti”
kavramı boşuna söylenmemiştir. Yine bugün “Batı Medeniyeti”nden kasıt, bir
Hıristiyan Medeniyeti’dir. Bu zaviyeden bakıldığında, Sezai Karakoç’un şu
tespitleri daha iyi anlaşılacaktır: “Kişi için ruh ve vücut neyse, toplum için
de din ve medeniyet odur. Din toplumun ruhu, medeniyet de vücudu gibidir.
Ruhsuz vücut, ceset demek olacağı gibi, dinsiz bir medeniyet de ruhsuz bir
madde yığını, öbeği olur.”
Karakoç’a göre
medeniyetin oluşum sürecini “kültür” dediğimiz, duygu ve düşünceleri, istek ve
arzuları, bilgi ve tecrübeleri, tarih ve coğrafya ışığında yoğurup hamur hâline
getirerek bir amaç belirleyen, âdeta metotlu ve düzenli bir şekilde işleyen
toplum irâdesi idâre eder. Karakoç’un benzetmesi ile kültür, “dokuma tezgâhı”dır.
Buraya kendimizce bir ilâve yaparsak, toplumun inanç ve değerler de o tezgâhta
dokunacak renk renk iplikçiklerdir. Medeniyet ise o tezgâhta dokunan kumaştır.
Din; o iplikçiklere renk, dayanıklılık ve tezgâhı işleyen irâdeye hedef, amaç,
dayanma gücü veren, fiziği aşkın İlâhî lütuf ve armağandır. Kültür ve medeniyet
dinden ruh, can ve öz alır. Din onlar için tükenmez ve kurumaz bir doğuş,
varoluş ve yeniden diriliş kaynağıdır.
Din ve medeniyet
bağlamında yine Karakoç’un tespitlerine katılmamak mümkün değildir. İnsan
topluluklarını hayvan topluluklarından ayıran gözle görülür, elle tutulur fark
medeniyettir ama medeniyeti de medeniyet yapan dindir.
Edebiyat ve medeniyet
Medeniyet; hayatı
yeniden yorumlamak, onun nasıl yaşanması gerektiğini ortaya koymak, mensubu
olduğu toplumun refah ve kültür seviyesini en ileri dereceye taşımak için
gerekli şifreleri içinde barındırma özelliklerinden dolayı âdeta ait olduğu toplumun
ruhudur.
Bir medeniyet
hareketi, varlığını hissettirmek ve kendisini nesilden nesle aktararak dünya
üzerinde var olabilmek için kaynağını kendi değerlerinden alan bir edebiyata
ihtiyaç duyar. Fakat şurası da unutulmamalıdır ki, medeniyet, kendine tâbi olan
edebiyat, mimari ve mûsiki gibi sanat dallarına bir güneş misâli hayat verir.
Edebiyat, sanatın diğer müşterekleri ile beraber âdeta medeniyet güneşinden
fotosentez yapan yapraklar gibidir. Edebiyat, yaşanmış veya yaşanması muhtemel bir
hayatı kendi kuralları içerisinde ve bağlı olduğu medeniyetin kendine vazettiği
etik normlar dâhilinde söze ve yazıya döker. Bu yaşanmışlık ve yaşanma ihtimâli
olan hayat, içinde bulunduğu topluma aittir. Bu yönüyle içtimaî bir özellik
taşır. Zira sosyal hayata dayanmayan bir edebiyat olamaz.
Edebiyatçı eserini
oluştururken, yaşadığı toplumun yaşantısında etkin olan medeniyet tezahürünü
oluşturan kültürel değerler ve olgular çerçevesinde hareket eder. Edebiyatçı, kaleminin
ve ilhamının merceğine takılan hayat karelerini, taşıdığı bu değerlerin inşâ
ettiği estetik zevk ve seviyesi çerçevesinde yeniden yorumlar, onları farklı
bakış açıları ile yeniden şekillendirir. İşte edebiyatçının sınırlarını bu
çerçeve ve bakış açıları, yaşadığı toplumun gelenekleri, kültürü ve medeniyet
anlayışı tarafından çizilir. Edebiyat, bir medeniyetin hem dili, hem de
nesilden nesle taşıyıcısı konumundaki ana damarlarından biridir.Medeniyet ise
burada âdeta vücuttaki kalp işlevini yürütür.
Edebiyat, ait
olduğu toplumun ruhuna tutulan bir aynadır. Edebiyat aynasına bakıldığında, ait
olduğu toplumun kültür seviyesini göstermesi nedeniyle aynı zamanda o toplumun
taşıdığı medeniyet değerlerinin ipuçlarını ele verir. Nazif Gürdoğan’ın da
dediği gibi, Evliya Çelebi, Şeyh Galip ve Yahya Kemal'in eserleri, Anadolu
insanının tarih içindeki büyük ve uzun yürüyüşünü anlatan, onun zengin düşünce
ve eylem dünyasına açılan kapılardır. Onlar, edebiyatı medeniyet için bilirler,
eşsiz hazinelerin perdelerini aralar ve çağlarının olumsuzluklarını dile
getirirler.
Edebiyat ile
medeniyet arasında var olduğunu belirttiğimiz bu sıkı bağ, tıpkı vücudu
besleyen kan damarları gibi canlı olmak zorundadır. Bu bağ koptuğu zaman, ana
karnındaki cenin gibi ya hayatını kaybeder veya erken doğumlara sebep olur.
Şayet ölen cenin ana karnında kalır ise tüm vücudu zehirleyeceği ve anayı
öldüreceği gibi, bu tür durumlarda oluşan edebiyat anlayışı da o toplumu
zehirleyecek, ifsat edecektir. Cenin-i sâkıt olması hâlinde, doğan eser, zaten
ölü olacaktır. Prematüre doğumlarda ise nasıl ki doğan cenin tekâmülünü tam
anlamıyla tamamlayamadığı için hayatiyetini sürdüremez ise, ortaya konulan eser
de maalesef ne kalıcı olur, ne de o toplum tarafından kabule şayan olur.
Edebiyat eseri,
mensubu olduğu medeniyetin izlerini taşımak zorundadır. Zira edebiyat eseri,
mensubu olduğu medeniyet anlayışından, bir bitkinin topraktan beslendiği gibi
beslenir. Onun konusu, tadı, rengi, rayihası toprağın içerisinde var olan
organik ve inorganik maddelerin zenginliğine göre şekillendiği gibi, edebiyat
eseri de rengini, kokusunu ve tadını, mensubu olduğu medeniyetin
bileşenlerinden alır.
Bir edebiyat eseri,
ait olduğu toplumun kültür ve medeniyet anlayışını taşımıyorsa, o zaman bu
eserin o topluma, o medeniyete ait olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çorak
topraklarda ancak dikensi ve çalıvari bitkilerin yetişebildiği unutulmamalıdır.
İşte bu yüzden bir medeniyet mensubiyeti ve telâkkisi olmayan eserler de çorak
topraklarda yetişen diken ve çalılar hükmündedir!
Medeniyet ne kadar köklü ve ne kadar âlemşümul ise, onun tesirinde oluşan sanat eserleri dolayısıyla edebiyat da o kadar zengin ve gümrah olur. Ancak bu ilişki aynı zamanda birbirini destekler mahiyettedir. Eserler kemiyet ve keyfiyet olarak zenginleştikçe, medeniyet anlayışı da tekâmülünü hızlandırır. Bu eserler nesilden nesle ulaştırılırken sahip olduğu medeniyet anlayışının kodlarını da aktarır. Zira Nazif Gürdoğan’ın müthiş tespitiyle, “edebiyatsız medeniyet güçsüz, medeniyetsiz edebiyat etkisiz olur”.
Bizim medeniyetimiz, “insanda başlayıp Allah’a ulaştıran” bir yapı arz eder. Kadim ve köklü bir medeniyetin edebiyatı da bu minvâl üzerine kalem oynatır. Edebiyatın medenîsi de insanı ulvî değerlere taşımayı kendine vazife telâkki eder.
Medeniyet anlayışımız ve
edebiyatımızın durumu
Edebiyat, bir
medeniyet anlayışının sözcüsüdür. Bizim edebiyatımız da tâbi olduğumuz İslâm
Medeniyeti’nin sözcüsü durumunda idi. Bizler, Türk milleti olarak İslâm ile
müşerref olduktan sonra İslâm Medeniyeti’nin mümbit toprağında bir edebiyat,
bir mimari ve bir mûsikî inşâ ettik. Ne zaman ki bu kadim medeniyetin son burçlarından
biri olan Osmanlı yıkılış sürecine girdi ve Batı karşısında bir hezimet yaşadı,
diğer sanat dallarında olduğu gibi edebiyatımız da Tanzimat’la beraber bu
yenilginin verdiği hâlet-i ruhiye ile medeniyetimize ve onun değerlerine sırt
dönmeye başladı. Yazarlarımız Batı kültür ve medeniyetinin erişilmez olduğu
vehmine kapılarak, Batı’yı körü körüne taklit ile yetindi. Kendi öz değerlerini
inkâra varan bu taklit, hiçbir zaman aslının yerine geçemediği için Batı ile aradaki
mesafeler fersah fersah açıldı. Hatta bu taklitçi kafalarda oluşan yeni
fikirler birer ütopyaya dönüştü ve toplumu bu ütopya çerçevesinde yeniden
formatlanmaya yani toplum mühendisliğine soyunuldu. Esasen ütopya sahipleri
veya toplum mühendisliği yapmayı düşünenler, mevcut toplumsal düzenini
beğenmeyip ona şekil vermeyi plânlayan, kökleri ve kumandaları dışarıda olan kukla
kişilerdi.
Toplum mühendisliği,
“toplumun geniş bir kesiminin tavır ve sosyal davranışlarını etkilemek ve
değiştirmek” demektir. Bugün sıklıkla kullandığımız “algı operasyonu” tâbiri de
aslında bu mühendisliğim araçlarından biridir. Bu yönüyle toplum mühendisliği,
ütopyaların da bir nevi uygulanma sahasıdır.
Estetik anlayışını
ait olduğu medeniyetin değerleri ile örtüştüremeyen eserler, sığ bir politik
tavır içerisinde, kabullenilmiş toplumsal değerleri hor ve hakir görerek, âdeta
bir toplum mühendisliğine bürünerek, kendi kafalarında oluşturdukları
ütopyalarını dayatmaya çalıştılar. Edebî gerçekliğin asıl anlamda bir gerçeklik
olmadığı sözünün arkasına sığınarak kimi zaman tarihî hakikatleri tersyüz
ederek, kimi zaman “Romanda (filmde) geçen kişilerin, kurumların ve olayların
gerçeklikle ilişkisi yoktur” cümlesi ile başlayarak, aslında toplumu ayakta
tutan değerlere saldırmak, itibarsızlaştırmak ve sonuçta bu değerlerin
yıkılması istenildi.
Bu arada bence,
edebiyatın görsel şekli olan sinema da bu tip edebiyattan aldığı senaryolarla
sürece hizmet etti.
Yeni bir medeniyet tasavvuru için
yine edebiyat
İçinde yaşadığımız
bunalım dönemlerini aşmanın yolu, yeni bir medeniyet tasavvurundan geçer. Ancak
bu medeniyeti yeniden inşâ ve ibdâ için en gerekli araç ise, yine o kadim
medeniyetin esas dinamiklerine sarılarak kendine özgü, kendini ezilmişlik
girdabından kurtaracak aksiyon ve hamleler ile kaybettiği öz cevheri yine kendi
toprağında bulma şeklinde olacaktır. Zira edebiyat, ait olduğu toplumun
hafızası ve aynı zamanda o toplumun vicdanıdır.
Sezai Karakoç gibi
mütefekkirler bu medeniyetin yeniden var olabileceğine, bir dirilişin
yaşanabileceğine inanmakta ve bu yönde fikirler üretmektedirler. Ona göre bu
“diriliş”, sağlam bir medeniyet tasavvuru ortaya koyabilmek ve bunu uygulamakla
mümkün olacaktır.
Ersin Gürdoğan,
“Medeniyet dünyada bir yolcu gibi, yeryüzünde bir coğrafyadan bir coğrafyaya,
nerede sevgi ve saygı görürse oraya gider. Kudüs, Mısır, Atina, Roma, Şam,
Bağdat, Kurtuba, İstanbul… Pasaportsuz dolaşır. Dünyada hiçbir kentin kapısında
medeniyete vize sorulmaz” der.
Kendi
medeniyetimize sırt çevirdiğimiz müddetçe, o da bize küsecektir. O medeniyet
bizlere Mevlâna, Yûnus Emre, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt, Şeyh Galip, Yahya Kemal,
Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi binlerce isim, binlerce eser
hediye etmişken bugün bir kesret içinde kısırlık yaşanıyorsa temel saik, kendi
eksiklik ve hatalarımızın faturasını medeniyetimize kesip onu dışlamaktan
mütevellittir.
Filmlerden gazete
sütunlarına, aydınından avamına, öğretmeninden öğrencisine kadar klasik
edebiyatımızla alay etmenin çağdaşlık olarak algılandığı süreçleri yaşadık. Belki
sorunun çözümü için liselerde edebiyat dersi müfredatının medeniyet eksenli bir
bakış açısıyla yeniden düzenlenmesi düşünülebilir. Bu anlamda tarih derslerinin
de içeriğinin doldurulması önem ittihaz ediyor. Dersler bir ezbercilikten öteye
“okuma, düşünme, anlama, tahlil ve tenkit” eksenli bir hüviyet kazanmalıdır.
Bilgi önceliği yerine ilgi ve sevgiyi ön plâna çıkarmak gerekir.
Tabiî ki bu
anlayışın kazandırılması için üniversitelerin edebiyat ile ilgili bölümleri de
medeniyet tasavvuru ile hemhâl olmuş bir edebiyat öğretimi yapmak durumundadırlar.
Dönemler, yazarlar, şairler bu çerçevede bir tenkide tâbi tutulmalı,
milletimizin değerlerine düşman akımların yerli mümessilleri bir duayen olarak
değil, okutulacaksa bile esas hüviyeti ile genç dimağlara birer ibret vesikası
olarak öğretilmelidir.
Bu
yazdıklarımızdan kimse “Kendi içimize kapanalım” anlamı çıkarmamalıdır.
Yazımızın başında belirttiğimiz gibi, edebiyat, medeniyetten beslenirse kalıcı
olur. Bugün Batı Medeniyeti’ne ait kalıcı eserler de bu yönleriyle hâlâ
varlıklarını koruyorlar. Bu eserler bu gözle okunmalı ve okutulmalıdırlar.
Ancak akıl tutulması derecesinde hayranlık ve eziklik psikolojisi ile değil… Elbette
onlardan alınacak dersler, usûller, metotlar vardır. Ama üslûp bize ait
olmalıdır. Batı edebiyatı beş duyu ile sınırlı kalmış, madde plânından mânâ plânına
geçememiştir. Bunu görmek gerekir. Bizim medeniyetimiz ise aklın yanında gönle
de hitap eden, ona inşirah bahşeden bir özelliğe sahiptir.
Ali Naili Erdem’in
de belirttiği gibi, Batı Medeniyeti ve onun yoğurduğu edebiyatı, sanatı, mûsikîsi
ve mimarisi, “insanda başlayıp insanda biten bir anlayışla” sınırlıdır. Oysa
bizim medeniyetimiz, “insanda başlayıp Allah’a ulaştıran” bir yapı arz eder.
Kadim ve köklü bir medeniyetin edebiyatı da bu minvâl üzerine kalem oynatır.
Edebiyatın medenîsi de insanı ulvî değerlere taşımayı kendine vazife telâkki
eder.
Bu konuda kalem
oynatan yazarlarımız, Batı klasikleri yazarlarının bütün değerlere başkaldıran
zihniyetlerine rağmen, ait oldukları medeniyetin çocukları olarak, eserlerinde
Hıristiyanlığın etkisinden kurtulamadıklarını,
hayata ve insana bakışlarının hep bu çerçevede gerçekleştiğini
belirtmektedirler.
Batı Medeniyeti
artık kendisini “Batı Uygarlığı” şeklinde bir evrime tâbi tutarak, bir “inşâ”
yerine ürettiği savaşlarla bir “imha medeniyeti” hâline sokmuştur. Bu medeniyet;
parçalamak, yok etmek, sömürmek gibi ruhî inkırazlarla hasta bir medeniyettir.
Onun yaldızlı ve şaşaalı teknolojisi, dünyayı kirleten, insanları emrine amâde
etmeye dayalı, kan ve gözyaşı ile beslenen bir vampire dönmüştür. Bu medeniyet,
milyarlarca dolarlık harcamalarını insanlığın huzuruna, refahına değil, yok
edilmesine harcamakta hiçbir beis görmemektedir. Öyleyse bu medeniyete
özenmemizin ve onu körü körüne taklit etmemizin hiçbir gereği yoktur. İnsanı
yaşatmayan bir medeniyet, aslında “vahşetten” öte bir şey değildir.
Yazımızı bir alıntı ile sonlandırıyorum: “İbn-i Arabî gibi ruhunu sükûna erdirmiş, İbn-i Haldun gibi toplumu çözmüş, Farabî gibi faziletli şehirler düşlemiş insanlarımızın işaretleriyle sanat ve edebiyat yapmalı, medeniyetimizi yeniden inşâ etmeliyiz.” (14 Nisan 2011, Millî Gazete, Gündem)