MEDENİYET, sözlükteki anlamıyla “bir topluluğun hayat tarzı, yaşayış biçimi, maddî ve mânevî varlığı ile ilgili bilgi seviyesidir”. Arapça, “medenî” (şehirli) kelimesinden türetilmiştir.
Medeniyet, çoğunlukla Fransızca “culture” ifadesinden dilimize geçen “kültür” kelimesinin mahiyeti ile karıştırılmaktadır. Ancak kültür, tek bir ırka ait olan örf âdetleri içeren bir kavramdır. Medeniyet ise daha geniş bir kavramdır ve farklı etnik ve ırksal kimlikleri içerisinde barındırabilir. Kültürler birbirleriyle etkileşim hâline geçerek medeniyetleri kurabilir, ancak bu tek başına yeterli bir etmen değildir.
Her kültür, bünyesinde medeniyet oluşturabilecek etmenleri barındırmaz. Medeniyet, elde edilen topraklara sahip çıkmak ve ayrıca orada kalıcı olabilmeyi gerektirir; kalıcı olabilmek, elde edilen topraklarda yaşayan insanların ihya edilmesi ile ilgilidir.
Her toplum medeniyet inşâ edemez. Medeniyetler birbiriyle etkileşim hâlinde olduğunda zamanla birbirleriyle karıştırılabilir. Örnek şu ki, İslâm Medeniyeti, çoğu zaman Arap medeniyeti ile karıştırılır. İslâmiyet’in ortaya çıktığı topraklar Arap yarımadasında olduğu için, insanlar Arap medeniyetini İslâm Medeniyeti zannedebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, ilk insan ve ilk peygamber olan Hazreti Âdem’den beri İslâm vardır. O hâlde İslâm Medeniyeti, sadece Araplara mâl edilemez.
İslâmiyet farklı topraklara yayılması ile gerek Fars, gerekse Türk medeniyetinden etkilenmiş ve bu medeniyetler İslâm Medeniyeti’ne nüfûz etmiştir. Filhakîka, İslâm Medeniyeti’nde yalnızca İslâm dininin özellikleri bulunmamaktadır. Din, yalnızca içerisindeki etmenlerden biridir.
İslâm Medeniyeti çok köklü bir küme olup, günümüzde bile hâlâ çokça tartışılan bir toplumlar dinamiğidir. İçerisinde sanatın, felsefenin ve türevlerinin bulunması insanlarda fikir ayrılıklarının nedeni olarak gösterilebilir. Günümüzde bize unutturulan İslâm Medeniyeti’nin özellikleri ortaya çıkmaktadır. Örneğin bugünkü teknolojik gelişmelerin temelini oluşturan bilgilerin aslında İslâm Medeniyeti’nin yetiştirdiği bilginlerden alındığı ve onlardan çokça faydalanıldığı aşikârdır. Günümüzde her alanda kullanılan ve kısa bir sürede ulaşımı sağlayan uçaklar, bunun en etkili ve güzel örneğidir.
Sadece teknolojide olan gelişmeler gibi, bilimdeki gelişmelere öncülük edenler de yine İslâm bilginleridir. İslâm bilginleri gerek matematik, gerek astronomi, gerekse kimya alanında oldukça ileri seviyelerdeydiler. Bugün bile kullandığımız çoğu formül ve bilgi onlar sayesinde elimize ulaşmıştır.
Geçtiğimiz yıllarda bir bilim insanı, bugünkü tıp ilminin ve bilimsel gelişmelerin İspanya Endülüs Emevîlerinden kalan eserlerden yararlanılarak elde edildiğini itiraf etti. İspanya’nın fethedilmesinin ardından kurulan devlet, tam bir kültür ve gelişim merkezi hâline gelmişti. Bunlardan Endülüs Emevî Devleti, içerisinde pek çok âlim ve bilgini içerisinde barındırıyordu. O kimseler buluşlar yapıyor, kitaplar yazıyorlardı. O günün şartlarında kurdukları kütüphanede 400 bin yazma eserin olduğu biliniyor.
Yaklaşık 800 yıl Müslümanların hoşgörü ile hüküm sürdüğü bu topraklar, Batılılar tarafından yağmalanmış, yakılmış, yıkılmış. Bahsettiğim eserlerin akıbetleri, günümüzde bile hâlen tartışmaların konusudur.
Yüzyıllar geçti ve ne yazık ki, Batı’ya bakmaktan eğrilen boynumuz yüzünden önümüzdekileri göremez hâle geldik. Önümüzü göremediğimiz için elimizde olan imkân ve bilgileri kaybettik, sonuç olarak çok ileri bir seviyedeyken geriden gelenler elimizdekileri de alarak bizden çok daha ötelere gittiler. Biz ise boynu tutulmuş bir biçimde onların ardından bakakaldık. Ve fakat şunun altını çizmekte fayda var ki, Batı elbette sadece bizdeki bilgilerle ilerlemedi, bizdeki bilgileri baz alıp üzerine ilâve ederek, çok çalışarak ve en önemlisi de taraf gözetmeden doğru bilgiyi -kaynağını sorgulamadan- kabul etti. Filhakîka, bilginin kaynağını değil, mahiyetini sorguladı.
Biz bu konuda hazır olanı tercih edip Batılıların yapmış olduğu araştırma ve yenilikleri aynen uygulamışız. Bugün bile kaynak olarak Batılı araştırma kaynaklarını kullanıyoruz; bu tür çoğu kaynağı yeterince incelersek, aslında Osmanlı Türkçesi kaynaklardan yararlanıldığını görebiliriz. Bu hususta bir örneğe değinelim...
Yakın bir geçmişte, yurtdışında başarılı bir üniversitede öğrenim görevlisi olan bir çift, kendi alanları ile ilgili yeni birtakım buluşlar yapmak üzere araştırma yapmaya başlamışlar. Bulundukları üniversitedeki kaynakları tararken onlara yardımcı olan kütüphane görevlisi, araştırdıkları bu konuyla ilgili onların işine oldukça yarayacak yazma bir eser olduğunu ve bu eserin İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunduğunu söylemiş. Onlar da derhâl koyulmuş yollara ve Süleymaniye Kütüphanesi’ne gelmişler. Durumu anlatıp kitabın ismini vermişler. Kütüphane görevlisi gelenleri biraz süzdükten sonra, “Evet, bu eser kütüphanemizde! Ancak sizde okuma yazma var mı?” diye sormuş. Çift biraz böbürlenerek, “Nasıl yani, biz falanca üniversitede öğretim görevlisiyiz ve aslen Türk’üz, tabiî ki okuma yazmamız var” demiş.
Kütüphane görevlisi eseri bulup getirmiş ve önlerine koymuş. Çift şaşkın gözlerle birbirine bakmış. Görevlinin getirdiği eser, Osmanlı Türkçesi ile yazılmış el yazması bir kitapmış ve çift bu eseri okuyamadan, belki de araştırmalarını yarım bırakarak ayrılmış oradan.
Bu örnek, aslında derinliği ile çok anlam taşıyor. Zira saygınlığı olan bir üniversitede belki de çok önemli başarılara imza atabilen birileri bile kendi medeniyetini ve o medeniyetin ilmini tanımadan ve bilmeden yaşıyor. Aslında çok daha önemli işler yapabilecekken bir noktada takılı kalıyor ve dolayısıyla ilerleyemiyor.
Önemli olan diğer bir husus da şu: Kendi bünyemizde dünya çapında sayılı üniversite kurabilecek kaynaklara sahipken, onları okuyabilecek bir maarife sahip olmadığımızdan, olduğumuz yerden uzak diyarlara saygınlık elde etmek ve araştırmalarımızı daha iyi seviyeye getirebilmek adına beyin göçü yapmak durumunda kalıyor, toplumumuzu eleştirirken, “Biz bu toplumun neresindeyiz ve toplumun ilerlemesi için ne yapmışız? Geri kaldığımız için bizden önceki nesilleri ve Batı’yı suçlayarak en kolay ve en kestirme yolu mu seçiyoruz?” sorusunu sormuyoruz.
Esasen geri kalmamızdaki en büyük etken, tembel oluşumuzdandır. Zira yeterince kendi medeniyetimizi araştırıp bilgi kaynaklarımızı bulursak, kendi medeniyetimizi kaldığı yerden devam ettirebiliriz. Bize düşen, geçmişe “Vah!” çekip hayıflanmak yerine, bugünümüzü güzelleştirerek yarınlarımızı inşâ ve ihya etmek olmalıdır.