“Medeniyetimiz” derken neyi kastediyoruz?

Meselâ bizim medeniyetimiz de çağın en büyük hastalığı olan dışlama ve ayrımcılık için bir ilaçtır. Engelli ve engelsiz diye ayırmadan, köylü-şehirli, zengin-fakir, genç-yaşlı diye ayrım yapmadan hepsine değer verir. Bu kime ne zarar verir? Gereğinin yapılması kime ne kaybettirir?

DOKTORAYA başladığımda plânım, düşüncem ve hayâlim şuydu: Onlarca yılda biriktirdiğim bilgimi, tecrübemi, bakış açımı mezcedip anlaşılır hâle getirmeye çalıştığım KÖK Teorisi’ni alıp arşivlerde, kitaplarda rastladığım bilgi ve olayları uygulayacak, tezimi ispatlamaya çalışacaktım.

Beni sakin mi sakin bir tez yazma süreci bekliyor diye inanıyordum. Aman Allah’ım! Bir de ne fark ettim? Belki çok az araştırmacıya nasip olacak bir döneme rastlamışım. O dönemde yani “Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet” dediğimiz dönem ve bu dönemde gerçekleşen medeniyet değişimi… Tam da bu dönemde Osmanlı Medeniyeti (“İslâm Medeniyeti” de diyebiliriz) ile Batı Medeniyeti bu topraklarda ve hatta bütün Osmanlı topraklarında yer değiştiriyor. Peki, bunun en büyük yansıması nerede oluyor? Tabiî ki benim çalıştığım mevzuda!

Osmanlı Medeniyeti’nden Batı Medeniyeti’ne geçişte yok alfabe değişimi, yok medenî kanun değişimi, yok devlet rejimi derken birçok şey değişti ama bunların da temelinde başka bir şey değişti: Bunların hepsinin muhatabı olan varlığın yani insanın tanımı, tarifi değişti.

Bu o kadar önemli bir değişimken, niçin bilim insanları ve araştırmacılar bundan pek fazla bahsetmiyorlar? Çünkü o değişimin farkına engelliler alanında varılıyor. İnsanlar zannediyorlar ki, Osmanlı Medeniyeti’nde çocuk neyse, genç neyse, kadın neyse, erkek neyse Batı Medeniyeti’ne geçildiğinde de çocuk, genç, kadın, erkek aynı şey. “Sadece bunların kıyafetleri, eğitim şartları, yönetilmeleri değişti” kabul ediliyor. Hiç de öyle değil! Şimdi size soruyorum: “İnsan nedir?”

Bu sorunun cevabı, Batılılaşma öncesi Osmanlı Medeniyeti’nde “İnsan eşref-i mahlûkattır” şeklinde idi. Sistemler, kurallar ve günlük yaşantı bu anlayışa göre kurgulanmıştı. Elbette temel anlayış bu olsa da insanlar tutarlı ve istikrarlı şekilde bu cevabı tam olarak hayata geçirememiş olabilirler. Böyle olması temel anlayışta bir eksiklik meydana getirmez.

Batılılaşma ile beraber “İnsan nedir?” sorusunun cevabı, “İnsan, maymunun gelişmiş bir versiyonudur” şekline dönüştü. Tabiî sistemlerin, uygulamaların, kuralların da buna bağlı olarak değiştiğini söylemeye gerek yok. Evet, bu anlayışın da tutarlı ve istikrarlı bir şekilde tamamen hayata geçtiği söylenemese de çoğunlukla hayata geçirildiğini söylemek gerek. Gelin, şimdi de Batı Medeniyeti’nin insan tanımına uygun uygulamalarını biraz örneklendirelim.

Koç Üniversitesi tarafından yayınlanmış olan “Sakatlık Çalışmaları” adlı kitaptan bir bölüm, “Zaman 19’uncu Yüzyıl”:

“Bir akıl hastası Utica’da, New York Bakımevindeki kapatılma deneyimlerini anlatırken, on dokuzuncu yüzyılın ortasında aşırı kötü muamele, aşırı kalabalık ve korkunç koşullardan bahseder (Five Months, 1982). Elizabeth Packard (1868) Jacksonville’deki Illinois Devlet Akıl Hastanesinde fizikî tacize maruz kaldığını yazar. Nitekim Packard taburcu olduktan sonra Illinois’te ve diğer eyaletlerde akıl hastalarının medenî hakları için kampanya yürütmüştü. Lydia Button (1878) kendisinin ve diğer hastane sakinlerinin Michigan Kalamazoo Akıl Hastanesinde yaşadıkları korkunç koşulları anlatan bir otobiyografi kaleme almıştır. Sonuçta ne Packard, ne de Button akıl hastasıydı; onlar yalnızca, eşlere karılarını bir kuruma kapatma izni veren on dokuzuncu yüzyıl yasal sisteminin kurbanı olmuşlardı (Peterson, 1982). Fakat bu bireylerin gördüğü tedavi, on dokuzuncu yüzyılın ortasında ABD’de akıl hastası birçok kişinin kurumsal deneyimlerini temsil eder.

On dokuzuncu yüzyılın başında İngiltere’deki akıl hastanelerinde de koşullar aynı derecede sertti. Ziyaretçiler akıl hastası kişilerin ısıtmanın olmadığı (ya da üst başları olmadan) odalara kapatıldıklarını, zincirlendiklerini ve fizikî tacize uğradıklarını anlatır (Browne, 1837).”

“Öte yandan BBC’de yayınlanan bir programdan alıntı yapalım ve sokakta engelli birini gören hamile kadınların çocuklarının da engelli olduğuna nasıl inandıklarını öğrenelim. Üstelik tıp dergilerinde de böyle olduğu iddiaları maalesef vardı…”

“Kent Üniversitesinden Julie Anderson: ‘Pekâlâ… Bu korku, annelik ifadesi (maternal impression) olarak biliniyordu. Eğer bir kadın sakat birini görürse, bu sakatlık onun bilincinden, zihninden gelişmekte olan fetüse geçecek, fetüs bu görüntüyü yansıtacak ve çocuk bu sakatlıkla doğacak.’

Peter White: ‘Yani gerçekten bunun eski tipte bir masal değil ama bilim insanlarının da desteklediği tıbbî bir teori olduğunu mu söylüyorsunuz?’

Julie Anderson: ‘Kesinlikle. Annelik ifadesini anlatan ve örnekler veren sayısız tıp dergisi var. Örneğin, kadınlar kör bir adam görüyorlar ve çocukları kör doğuyor.’

Peter White: ‘Ama tabiî bu anekdotlarla insanların gerçekten bunları yaşamış olmaları arasında bir fark var. Sizi doğru anlıyorsam, insanların, gördükleri şeyin DNA’larına işlediğini düşündüklerini mi söylüyorsunuz?’

Julie Anderson: ‘Kesinlikle. Kadınların anatomi müzelerine gitmeleri, sıra dışı bedenlere bakmaları, gördüklerinin gelişmekte olan fetüse geçebileceğinden, doktorlar ve bilim adamları tarafından yasaklanmıştı.’

Peter White: ‘Yani sakatlık korkusu, yalnızca bir önyargı değildi; dönemin tıbbî bilgisinden besleniyordu…’”

Yakın zaman önce ve kısa bir süre sonra Türkiye’ye getirilecek olan yani 19’uncu yüzyıldaki Batı Medeniyeti böyleydi. Daha geri, daha kötü olması tahmin edilebilecek bu tarihten 500 yıl öncesine gidelim ve bir biyografi kitabını anlatalım: “Nektü’l-Himyân fî Nüketi’l-ʿUmyân”...

Ünlü Müslüman âmâların yani bugünkü tabirle görme engellilerin biyografisine dair bir kitaptır bu eser. Bu kitabı yazan, 14’üncü yüzyıl âlim ve devlet adamı Selahaddin Safedi. Kitap 1340’lı yıllarda yazılmasına rağmen 300 civarında önemli kör insanı anlatmaktadır.

Ayrıca bir başka kitabı da “eş-Şuʿûr bi’l-ʿÛr”. Bu eser de bir gözü görmeyen seksen civarında ünlü kişinin biyografisini içerir. Bu hakikat, bir başka ifadeyle o tarihlerde ilimde, sanatta, siyasette önemli insanlar yetiştiren bir medeniyetin varlığı. Bu medeniyet nasıl bir medeniyettir ki insanları engelli veya engelsiz diye ayırmadan onların potansiyellerine yoğunlaşmış ve bu potansiyellerin insanlığa hizmete dönüşmesini sağlamıştır? Bu medeniyetten çok daha sonra yeryüzüne büyük bir iddia ile hâkim olmasına rağmen Batı Medeniyeti’nin insanlığa neler getiremediğini bir evvelki paragraflarda arz etmeye çalıştık.

Yukarıdaki iki temel anlayış uygulamasından yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz: Bizim medeniyetimiz, insanlığın açlığını çektiği, farkında olmadığı ihtiyaçlarını karşılayacak bir medeniyettir. Bu medeniyetin bütün dünyaya anlatılması lâzımdır. Bunu bir din veya inanç meselesi gibi görmek yerine insanlığın bir ilacı gibi görmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bizim medeniyetimizin dünyadaki herkesin kullanabileceği gibi bir şekilde onlara alternatif olarak anlatılması bir insanlık vazifesidir.

Kovid-19 aşısı çıktı, “Kim çıkardı? Çıkaranın dini neydi, imanı neydi?” demeden aldık ve kullandık. Meselâ bizim medeniyetimiz de çağın en büyük hastalığı olan dışlama ve ayrımcılık için bir ilaçtır. Engelli ve engelsiz diye ayırmadan, köylü-şehirli, zengin-fakir, genç-yaşlı diye ayrım yapmadan hepsine değer verir. Bu kime ne zarar verir? Gereğinin yapılması kime ne kaybettirir? Her zaman tekrarlandığı gibi iyiliğe, insanlığa faydalı olmaya sınır olmaz. Her biri bir e-posta kadar, bir çevrimiçi görüşme kadar, bir internet telefon konuşması kadar yakındır.

 

Kaynaklar

1. Sakatlık Çalışmaları & Sosyal Bilimlerde Bakmak, Koç Üniversitesi Yayınları, 2011.

2. BBC Dizisi, Sakatlıkta Yeni Bir Tarih

3. İslâm Ansiklopedisi, “Safedî” maddesi https://islamansiklopedisi.org.tr/safedİ.