ÇOK şey ifade eden
bir kelime “medeniyet”… Çok farklı tanımlamalara elverişli olması da üzerine
çok şey söylenmesine imkân veriyor. Ben de bütün tanımlamalardan şu özeti
çıkarıyorum: Milletçe gösterilen yaşamsal performansın kat ettiği aşamaya “medeniyet”
diyorlar.
Bütün
kabiliyetlerimiz ve bütün etkileşimli hareketlerimizin toplamında uygar bir
millet olabilme şansını elde ediyoruz. Aslında içimizdeki en yüksek insanî
davranışla en alçak (değersiz) davranışın ortalaması, milletçe bize sıfatlar
yüklüyor. En üst düzey davranış da, en değersiz davranış da bir milletin toplam
varlık değerine etki ediyor.
Hâl
böyleyken…
Bir
millet olarak evrende varlığımızı sürdürürken ve bu özel alanımız dışında kalan
tüm odaklar tarafından bir millet olarak algılanır ve yargılanırken, herkes bir
“ben” olmuş gidiyor…
Aslında
medeniyet; sanat, üretim, eğitim ve sistemli toplumsal teşkilâtlanma gibi daha
genel kavramları anlatır. Her birey bu medeniyette birer aktördür. Bir insan
çıkar da bir sanat eseri ortaya koyarsa, bu, kişinin değerine etki etmekle
kalmaz… Her değer, millet olarak bir yükseliş sağlar ve medeniyet çemberindeki
varlığımız da kişilerin var ettiği etkilerin toplamıyla perçinlenir.
O
yüzdendir ki, nerede çoğul kavramlar ve içinde birden çok faktör barındıran
anlamlar varsa, orada hücreyi anlamak, meselenin ilk adımıdır.
***
Benim
medeniyet algım, geleneği ve inancı el üstünde tutan bir toplumda, teknolojik
ve bilimsel gelişmelere denk düşecek bir hareket çeşitliliği…
Hiçbir
modern temayül kültürel geçmişi yok sayamaz, hele ki inancın dokunulmaz
varlığını bir milim bile yerinden oynatamaz. Bunların yerinden oynatıldığı
hiçbir ileri (!) ve modern (!) hareketse toplumda sağlam bir yükselme
sağlayamaz. Yükseltirmiş gibi göründüğü kısa bir sürenin sonunda dayanaksız ve
köksüz bir yıkılışı meydana getirir.
Yani
medeniyeti parçalara bölsek ve anlam ağırlığına baksak, hattâ bir mimarî kesit
gibi içini gözlemlesek, ne kadar çağdaş ve ilmî hareket varsa ondan daha
hacimli bir şekilde kültür tarihinin ve inanç sisteminin varlığı gözlemlenir.
Temeli
oluşturan öge inançtır, kültürel tarih taşıyıcı duvarlar gibidir ve diğer tüm
toplumsal gelenekler de taşıyıcı ayaklardır. Bunlardan bazıları bir payanda
gibi devâsa taşıyıcılarken, bazı gelenekler daha çok görsel açıdan tercih
edilmiş sütunlar gibidir. Ama temeli yok ederseniz medeniyetin taşıyıcı
duvarları da, sütun ve ayakları da işe yaramaz. Hakeza, taşıyıcı mahiyetteki
duvarları da medeniyetin vücûdundan söküp atamazsınız. Bunlara dokunmadan,
bunları hasara uğratmadan ister genişletir, eklemeler yapar ve işlevselliği
attırırsınız, ister görsel bir kompozisyon oluşturur, tezyin edersiniz.
İşte
medeniyet de böyle böyle seviye atlar!
Birlikte
var olduğumuz ve birlikte varlığını güçlendirdiğimiz bu medeniyette herkesin
bir sorumluluğu bulunuyor. Bir aile içinde de nasıl ki her insan ayrı bir
sorumluluğa sahipse, nasıl ki anne-baba olmanın ve o aileye mensup birer birey
olmanın insana yüklediği kaçınılmaz zorunluluklar varsa, toplumun her
hücresinde de benzer zaruretler kaçınılmazdır.
Meselâ,
“kabiliyet”…
Her
insanın bir kabiliyeti, her insanın başarılı olduğu bir kulvar ve zihnin
yoğunlaştığı bir hayatî alan vardır. Yaradan’ın boşa yarattığı tek bir nokta
bile yoksa kâinatta, ailede ve toplumda her bir fert, bir beceri ve fayda
kabiliyeti ile mevcût demektir. Ve burada kişinin zengin-fakir, genç-yaşlı,
güzel-çirkin, hasta-sağlıklı, bilgili-cahil gibi sıfatlardan hangisine dâhil
olduğunun önemi yoktur. Bu sıfatlar, medeniyetin hücresi olan bireyin hangi
alanda ne derece verici olabileceği üzerinde birtakım ölçülebilen etkiler
bırakabilir. Fakat niteliksel faydada ölçülemeyen ve saptanamayan çok daha yüklü
bir fayda alanı vardır ki, bunun en ele gelmez, dile gelmez segmentinde bu
sıfatların hiçbir değeri yoktur. Ayrıca yine bu sıfatlar, insanın toplumsal
sorumluluğunu hiçe saymasında da bir bahane olarak öne sürülemezler.
Kabiliyet
bir imkândır. Her şahsî kabiliyet, insanın önce kendine, yakın çevresine ve
paydaşı olduğu topluma bir fayda sağlar. Ve bu sahip olunan imkânı kullanmak,
bu sayede etki alanı genişleyen bir fayda sağlamak da büyük bir sorumluluktur.
Bu bir sanat dalı ya da bir üretim kaleminde de olsa muhakkak bir faydadır ve “insan”
denilen medeniyet hücresi, vücûdun gelişimi ve sağlığı için bu hücresel görevi
ifa etmekle yükümlüdür.
Olumlu
hareketlerin tümü böyledir. Her kabiliyet, her meleke, her şahsî güç, bir
toplumun tüm nesillerine etki edecek kadar önemlidir.
Olumsuz
davranış biçimleri de aynı bunun gibidir. Bir toplumda en alçak davranışlar
kategorisini temsil ederler ve böylece bütün bir medeniyetin hasta düşmesine
sebep olacak kadar büyük etkiler bırakır. Sonuçta, en başta da dediğim gibi,
medeniyet, milletin olumlu hareketlerinin bütünü değil, en olumlu ve en olumsuz
hareketlerinin ortalamasıdır. Bu anlamda bir insanın var olan kabiliyet ve
imkânını kullanarak fayda sağlamayı tercih etmemesi, bir medeniyetteki hücre bozulmasıdır.
Fakat kötücül değil, bulunduğu alanla sınırlı bir etkidir. Fayda vermemek,
medeniyetin vücûdunda bozulmuş hücre demektir ve ur karakterlidir. Zarar vermekse
bu urun kötücül karakterli olması ve yayılma göstermesi demektir. Bu yayılmacı
urlar da kendi aralarında farklı etki alanlarına sahiptirler. Kötü hücrelerin
vücûtta yakın organlara sıçramasıyla en uzak vücût elemanına kadar yayılma
göstermesi gibi değişen evreler gösterirler. Fakat yayıla yayıla bütün vücûdu
sardıklarında, var olan tüm iyi hücrelerin ölümüne götürecek bir etkiye sahip
olurlar.
İnsan
olmak, millet olmak, milletin bir hücresini temsil etmek, basit ve pasif bir
şey değil. En minimal çevreden başlar etki alanı. Yaşanan coğrafya, ait olunan
millet ve yaşam sürülen medeniyete kadar sorumluluklar zincirine sahiptir
insan. Fakat her şeyden önce Allah’ın kuludur ve sırf bu bilinçle bile önce
ailesine, sonra topluma ve hattâ dünyaya fayda sağlayacak tüm sorumluluklarını
idrak eder.