Medeniyet tasavvurunda sanatın yeri

Medeniyetin varlığının maddeye yansıma hâli olan sanat eseri, ayrıca bir mensubiyetin de yansımasıdır. Bu anlamda İslâm Medeniyeti sanat eserleri, onları ortaya çıkaran sanatçıların iman, inanç, düşünce ve hayat tarzlarının en somut işaretleri olup, medeniyetin de doğrudan ifadesi ve somut göstergeleridir.

YAZIMIN bütünsel açıklamasına girmeden önce, ilk olarak belirtmem gereken nokta şu: Toplum olarak, eğitim seviyesi ne olursa olsun, “medeniyet” kavramına dair bir kavramsal tanımlama yapılması istenildiğinde hemen herkeste az veya çok bir kafa karışıklığı oluşmaktadır. Kaldı ki, bu tanım yapamama sıkıntımız, eğitim sistemimizde veya kendimizi ve bildiklerimizi aktarmada hep bir eksiklik, kopukluk veya tam ifade edememe gibi bir durum olarak süregelmiştir. Sebebi ise aşikârdır: Yeteri kadar kitap okumamak…

Peki, nedir medeniyet? Öyle ya, tasavvur edilebilmesi için öncelikle ne olduğunu veya ne olmadığını belirlemeliyiz. Medeniyet, kabul edilen üstün değerler ve ahlâk üzerine şekillenen ve olgunlaşan bir dünya görüşünün (Allah’a, insana ve kâinata dair) bilgi, üretim ve imkânla kendi yerel ölçeğini aşıp evrensel boyuta ulaşmasıdır.

Daha da açıklamak gerekirse, insanın yeryüzünde bulunma görevi olan “halîfelik”, onun hegomonik bir varlık olarak kendini göstermesi gerektiğinin fıtrî bir gerçeğidir. Buradan hareketle belirlediği dünya görüşü ne üzerine ise, bu kimi zaman iman ettiği vahye dayalı, kimi zamansa kendi belirlediği değerlerle oluşabilir, düşünce, sanat, edebiyat, mimari, yaşam biçimi, estetik, üretim ve sair alanda hâkim kılmış ve yeryüzünde etkin kılmaya çabalamıştır. Bunu başarabildiği oranda da güçlü medeniyetler kurmuş ve etkin olmuştur.  

Tam da bu eksende toplumumuz ve diğerleri için konuşacaksak, iki tür etkin olma çabası vardır: Ya peygamberlerin öncülüğünü ettiği vahyin oluşturduğu değerler ekseninde ve bunun oluşturduğu ahlâk üzerine bina edilen evrensel görüş ya da insanoğlunun kendi hevesi ve şeytanın ivmesinde oluşturduğu istikametteki bir dünya görüşü…

İnsanın yeryüzüne “halîfe” olarak gönderilme sorumluluğu ise kendi iradesiyle Tevhîd iklimine katılma ve onun büyük uyumuna tâbi olmasıdır. Yeryüzünde vahyin oluşturduğu değerler ve ahlâk ekseninde oluşan dünya görüşünün gerçekleştirdiği medeniyet iklimi sayesinde adalet gerçekleşmiş ve tüm güzellikler yerini bulmuştur.

Bu durumun aksinde ise, heves ve nefsin çeşitli emirlerine uyan insan, şeytan ve onun arkasına gizlenmiş ideolojiler ve onun tahrip ettiği dinlere tâbi olup bunların ekseninde bir dünya görüşünün getirdiği medeniyet, yeryüzünde hiçbir zaman adaleti ve güzelliği getirmeyecektir. Görünürde her şeye hâkim ama aslında zulüm ve gözyaşına sebep olan bir medeniyet oluşturacaktır. Dolayısıyla yeryüzüne “kul olma” şuuru ile gönderilen insan fıtratından uzaklaşarak vahyin getirdiği eksene zıt bir görüş ve ahlâk benimsemesi ile kendini her şeye hükmedebilen seviyesine getirmesi, akabinde felâketin oluşacağı bir medeniyet anlayışı oluşturacaktır.

Geçmişte bugüne dek var olanı yıkıp zulmederek ve üzerine basarak kendini var etmeye çalışan materyalist dünya görüşüne karşı İslâm Medeniyeti, başlangıcında ümmî bir Peygamber ve ümmî bir toplum ile halk içinde ilk tohumlarını yeryüzüne bıraktı. 150 yıl gibi kısa bir sürede yeryüzünün tüm büyük medeniyetlerine meydan okudu ve hattâ bazılarını dize getirdi. Eşzamanlı olan medeniyetlerin sahip olduğu beşerî tecrübeleri aldı ve onları kendi vahiy eksenli dünya görüşünde yenileyerek onları aşan daha güçlü tecrübeleri ortaya koymayı başardı. O günden bugüne insanlık, adalet ve güzelliğin hâkim olduğu bir imkânla tanıştı ve bu imkânın esenliği ile yıllardır var olabilmeyi sürdürdü.

Materyalist dünya görüşü ile gerçekleşen bilgi, üretim ve teknoloji gücü ile yeryüzünde etkinleşen modern Batı zihniyeti, bugüne dek birçok medeniyeti çökertti. İslâm Medeniyeti dışındakileri tarihe gömdü. Ama İslâm Medeniyeti karşısında başarılı olamadı. Bu, tamamen İslâm Medeniyeti’nin karakteristik özelliğine bağlıdır. Fakat çağımızda bu dünya görüşlerine karşı olan İslâmî dünya görüşünü yaşantımızın her alanında yansıtmadıkça, medeniyetimizin içten içe kemirildiği gerçeği ile de yüzleşmek zorunda kalacağız.

Bu anlamda bir toplumdaki medeniyeti anlamanın en kısa ve pratik yolu, bunun yaşantıya yansıyan kısmıdır. Ki bu, sanat ve mimarisini incelemekten geçer. Çünkü burada medeniyetin yüzyıllar boyunca süzülerek oluşan birikiminin somut olan maddeye yansımasını, insanın en kolay algılama yolu olan görme ve dokunma vâsıtasıyla keşfetmesi ile mümkün kılınır.

Medeniyetin varlığının maddeye yansıma hâli olan sanat eseri, ayrıca bir mensubiyetin de yansımasıdır. Bu anlamda İslâm Medeniyeti sanat eserleri, onları ortaya çıkaran sanatçıların iman, inanç, düşünce ve hayat tarzlarının en somut işaretleri olup, medeniyetin de doğrudan ifadesi ve somut göstergeleridir. Türk sanat tarihçisi Selçuk Mülayim’in, “Her şekil, bir inancın yansımasıdır” sözü de sanat eserinin mâhiyetini açıkça bize bildirmiştir.

İslâm Medeniyeti ışığındaki İslâm mimarisi de esasında dinî bir sanattır. Bu sanatın ağırlık merkezini de “cami” teşkil etmiştir. Öyle ki, İslâm mimarisini temsil eden cami, Müslümanların ilk mescidi olan “Mescid-i Nebevî”den bu yana gelerek gelişmiş ve şekillenmiştir. Mimari gibi tüm geleneksel İslâm eserlerinin tümü, gücünü Allah’a bağlılıktan almıştır. Meselâ hüsn-i hat sanatında, estetik yazıların ahenginin yanı sıra kamış kaleminin yontulması ve kalem yongalarının işlevi gibi birçok unsur vardır. Öyle ki, bu sanatta, “Kalemin yontulması, nefsin yontulmasıdır” karşılığını bulur. Yine yontma işlemi sonucunda elde edilen yongaçlar hiçbir zaman çöpe atılmaz, bir kutuda biriktirilerek hattat vefat ettiğinde gasledileceği suyun ısıtılmasında kullanılırlar.

Diyebiliriz ki, sanat eserleri hangi topluma ait olursa olsun, hiçbir coğrafyada sanatçı, öylesine eser çıkarmamıştır. Eserlerin tümü, medeniyetin birebir somut göstergesidir. Fakat şair İsmet Özel’in belirttiği noktayla, “Avrupa’da sanat eseri, insan haysiyetinin anlaşılabilmesi yönünde bir gayret, direnç, inat, sabır ve ısrardır; ama bizim topraklarımızda sanat eseri, insan haysiyetinin ne olduğunu bilmiş olmanın bir tezâhürüdür, bir mahsuldür, yayılmadır, çiçek açmadır”. Dolayısıyla insan, yeryüzünde halîfe olarak yaratılmanın şuuru ile davranmalı ve bu anlamda bir medeniyet ortaya koymalıdır.