Medeniyet tasavvurumuz ışığında maarifimiz

Türkiye toplumunun bir “Kızılelma”ya, bir medeniyet idealine ve medeniyet hedefine ihtiyacı vardır. Nasıl ki Amerika’nın, İsrail’in, İran’ın, Avrupa Birliği’nin de bir hedefi var, Türk milletinin de bir sene sonra, elli sene sonra, yüz sene sonra neyi gerçekleştirmek istediğine, dünya üzerindeki yerine dair hedefleri olmalıdır.

DEVLET Başkanımızın, bir üniversitenin açılış konuşmasındaki ana fikir, nasıl bir maarif sistemine sahip olmamız gerektiğinin formülünü vermektedir. 

“İki asırdır kendimize yol ve yön bulmaya çalışıyoruz. Fikrî bir buhranın içinde çırpınıyoruz” şeklindeki tespit, ayrıca atıfta bulundukları -İslâmî hayatın müdâfii ve büyük devlet adamı- Said Halim Paşa’nın Osmanlı-Türk modernleşmesine getirdiği eleştirinin hâlâ devam ettiğine işaret ediyordu.

Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendi köklerimizin unutulmasının veya dışlanmasının sonucunun kontrolsüz bir Batılılaşma fırtınası ürettiği görüşünde: Aklı hür, fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek üzere çıkılan yolun Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması, Cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır. Bu da fikri bağımsızlığın kaybının temel sebebidir.” Bize ait bir maarif sisteminin zaruretine işâret etmek için yüz yıllık kayıp zaman ve hebâ edilen enerjiden bahsederek serencâmımızı bilmemiz icap ettiği düşüncesindeyim.

Bu hususu birkaç defa arz etmiş idim, tekrarında fayda mülâhaza ediyorum…

Özeleştiri

Müstevlilerin yüz yıl önce Milletimize kurdukları ölüm kapanı ile Cihan Devletimizin üzerinde bulunduğu coğrafya cetvel devletçiklere bölünmüş, medeniyet tasavvurumuzun rûhu terk ettirilerek Batı âdeta kıblegâh olarak gösterilmiştir. Batı’nın -fen ve tekniği yerine- süfli hayat tarzı, “medeniyet” diye takdim edilmiştir. Geri kalışımızın (!) sebebi, dinimiz ve ona dayalı maarif sistemimiz ile Batılılaşma vetiresine girememe, terakkiye engel gösterilmiştir. Dine ve düne dair bütün kurumlar ya değiştirilmiş veya bugünkü moda deyim ile Batı normlarına göre formatlanmıştır.

Bu uzun tarihî serencâmda ara inkıtalarla (on yılda bir askerî müdahaleler) beraber 66 adet Cumhuriyet Hükûmeti kurulmuştur.

Her Cumhuriyet Hükûmetinin programında millî eğitimin “eğitim-öğretim ve istikametine” dair sayfalar dolusu yazılar ve hayâlî görüşler, umdeler hâlinde kayıt altına alınmıştır. Yazılanların hayatiyet bulması, baştaki idarenin dünya görüşü ve yetişmiş kadroların maharet, kabiliyet ve takip ettikleri metot ile tasavvurlarına bağlı olduğundan, ortaya çıkan semere de onlara göre olmuştur.

Hak yememek lâzım, bazı Cumhuriyet Hükûmetlerinin samîmi çalışmaları olmuşsa da, resmî ideolojinin bağnazlığı ve yıllardır ülkemizdeki vesâyetlerin dokuduğu kördüğüm mesâbesindeki tılsımlı laikos çemberini kırıp mesafe alamamışlardır.

Bu durumu Devlet Başkanımızın yukarıda bahsettiğimiz cümlelerinde bulmak mümkündür: “Hükümet olmakla muktedir olmak, muktedir olmakla iktidar olmak arasındaki farkı iyi biliyorsunuz. Gerçek iktidarın fikrî iktidar olduğunu iyi biliyoruz. Tek tek bireylerden başlayarak, toplumun tamamına uzanan fikrî iktidar yolu zor ve zahmetli bir süreçtir. Kendimi bu konuda mahzun hissediyorum. 18 yılda her alanda tarihî eserlere ve hizmetlere imza attığımızı, ama eğitim ve kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum.”

Ayrıca Devlet Başkanının bir partinin Genel Başkanı olarak bu özeleştiriyi yapması çok kıymetlidir ve hazır cevap tenkit sahiplerinin de cevabını vermiş durumdadır.

Sayın Erdoğan, bir süredir bu özeleştiriyi dillendiriyordu. Ancak bu defa iki yüzyıllık bir perspektifle hem tüm modernleşme tarihimizi, hem de AK Parti tecrübesini eleştirdi. Muhalefetin AK Parti’ye hakkıyla yapamadığı eleştiriyi, Sayın Erdoğan bizzat yaptılar.

Fikrî iktidardan murâd edilen şeyin de kendi medeniyet değerlerimize uygun nesiller yetiştirmek ve topyekûn eğitim reformu kavramsallaştırmaları, çok daha iyi medeniyet inşâsı idealinin parçaları olmalıdır. Elbette konu hakkında yıllardır uğraşan iyi niyetli siyâsî organizasyonlar, akademik çevreler, dâvâ ve gönül erleri olmuştur. Bu uğurda hazırlanan reçeteler ve sunulan çârelerin toplamı ciltler dolusu varakayı bulur. Bunun karşısında mevcût statükoyu korumak için canhıraş çalışan laikoslar, Batı entelijansiyasının adamları ve içimizdeki mankurtları sayabiliriz.

Atalarımız güzel söylemiş: “Zararın neresinden dönülse kârdır!”

Neyi nasıl arzuladığımızı sıralayalım…

Yeni bir Kızılelma ihtiyacı

Uzun yıllardır okullarımızda çocuklarımıza zorla ezberletilen ve şahika diye yutturulan “Batı medeniyeti” adlı masalın ne olduğunu İbni Haldûn’dan öğrenelim. İbni Haldûn’a göre medeniyetin ölçüsü, bir yerde dinin ve ahlâkın var olması, iktisadî bir hayatın ve hiyerarşik bir düzenin varlığıdır. Eğer bunlar bir yerde varsa, orada medeniyet vardır. Medeniyetin ölçüsü, inşâ edilen binalar ya da bilimde, teknolojide ulaşılan seviye değildir. Dolayısıyla dünyanın herhangi bir yerinde belli bir düzenin olduğu toplum, medenî toplumdur; o toplum, ilkel olarak isimlendirilemez.

Ancak Batılılar kendilerini diğer toplumlardan daha üstün göstermek için medeniyetin ölçütü/kriteri olarak teknolojik gelişmişliği öne çıkarmışlardır. On sekizinci yüzyılın başına kadar karanlık bir çağ yaşayan Batı, endüstriyel sanayinin terakkisi ile teknolojik olarak diğer toplumlardan daha üstün ve gelişmiş olduklarından, onlara göre tek bir medenî toplum vardır, o da Batı toplumudur. Diğerleri medeniyet dışıdır, ilkeldir. Batı bu kibirle hareket etmektedir. Bu tekebbür onları rûhen sadist, insana kıymet vermeyen bir seçkinler topluluğu hâline getirmiştir.

Bu açıdan baktığımızda, Batılı anlayışa göre Batı dışı toplumlar ilerleyerek Batı’nın geleceği noktaya sonunda varacaklardır(!). Dolayısıyla onlar sosyal evrim açısından geri kalmışlardır, evrim yoluyla tekâmül ederek Batı’nın şu anda geldiği noktaya geleceklerdir. Bundan dolayı ateizmin babası sayılabilen içimizdeki romantik Batılıların övüncü Karl Marks der ki, “Batı dışı toplumlar, Batı toplumunda kendi istikbâllerini görürler”. Batı da bu paranoyaya sığınıyor.

Yine “büyük feylesof” diye yutturulan Fukuyama da “Tarihin Sonu”  isimli eserinde insanın tarihin başından beri içinden geçmiş olduğu evrim/gelişim sürecini tamamladığını, bu evrim sürecinin son noktasının da liberal kapitalist düzen olduğunu ve böylece artık evrim ve ilerlemenin bittiğini, tarihin sonunun geldiğini, dolayısıyla artık günümüzde Amerika’nın ulaştığı yerin, netîcede varılabilecek en son nokta olduğunu söylemiştir. Ona göre, insanlık daha farklı arayışlar içine girmemelidir, çünkü liberal kapitalist sistemden daha iyisi ve güzeli asla ortaya çıkmayacaktır. Dünyanın diğer bütün toplumları da sonunda buraya ulaşabilmek için gayret etmeli, farklı arayışlara ise girmemelidirler.

Bu tekâmül nazariyesi tam bir hezeyan, Allah’ın yaratılış sırrına karşı savunulan Batı menşeli bir paradokstur. Vahşi kapitalizmin beşeriyeti getirdiği cehennemî hayatı görmüyorlar.

Bizim her hususta olduğu gibi maarif konusunda da müracaat edeceğimiz kaynak, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyyedir. Neden İslâm medeniyeti bırakılıp da Batı medeniyeti benimsensin?

Öncelikle öyle bir şeye ihtiyaç yok!

İkincisi, böyle bir şey mümkün değil!

Türk eğitim politikasında son asırda benimsenen yaklaşım, İslâm medeniyetinden kopup toplumu Batı medeniyetine yaklaştırmaktır. Amaç bu şekilde belirlenmiştir, ancak yüz yıl içerisinde ve şu an anlaşılmıştır ki böyle bir şey ne gerekli, ne de mümkündür. Böyle bir şeye ihtiyaç da yoktur. Çünkü Türkiye toplumu Afrika ya da Avustralya’daki toplumlar gibi ilkel bir kabile toplumu değildir. Kendine ait ve kendine has bir medeniyeti vardır.

Her toplum, kendi medeniyetini tevârus eder; onu zihninde ve kalbinde taşır. Eğitimin hedefi baştan yanlış belirlenmiş veya hiç konulmamış ya da rûhunda bulanıklık bırakılmışsa, o toplumun gençleri belli bir istikamet üzere yetişmezler. Eğitimin hedefi toplumsal hâfızayı silmek olmamalıdır. Aksine, toplumsal hâfızayı toplumu istikbâle taşıyacak şekilde yeniden ihya etmek, yeni nesillere aktarmak olmalıdır. “Asrın idrakine sunmalı İslâm’ı” şeklindeki şiar olmalıdır.

Türkiye toplumunun bir “Kızılelma”ya, bir medeniyet idealine ve medeniyet hedefine ihtiyacı vardır. Nasıl ki Amerika’nın, İsrail’in, İran’ın, Avrupa Birliği’nin de bir hedefi var, Türk milletinin de bir sene sonra, elli sene sonra, yüz sene sonra neyi gerçekleştirmek istediğine, dünya üzerindeki yerine dair hedefleri olmalıdır. Osmanlı’nın hedefleri vardı, “Kızılelma” deniliyordu. Akdeniz çevresini bir İslâm coğrafyası hâline getirmek bunlardandı. Peki, şu an medeniyet bağlamında Türk toplumunun Kızılelması nedir? Hedefi nedir?

Eğitim, bir toplumun ideal gördüğü insan şeklini yetiştirme vâsıtasıdır. Her medeniyetin ideal model olarak gördüğü bir insan tipi vardır. Eğitim de o insanı yetiştirmeye yönelik faaliyet yapar. İslâm medeniyetinin ideal insan modeli nedir? “İnsan-ı kâmil”… İnsan-ı kâmil, bir ütopya değildir. Bunun somut örneği, Hazreti Peygamber (sas) ve onun yetiştirdiği sahabelerdir. İslâm’ın amacı, insan-ı kâmil yetiştirmektir. Şuurlu bir Müslüman’ın bütün hayatı ibâdettir. Sadece namazı değil, her şeyi… Öyle ki, bir insan Allah’ın kendisini gördüğünü bilerek ilişkiler kurarsa, o toplum çok ileri seviyede olur. Bu, sosyal ilişkilerde ortaya çıkar.

Gerçek anlamda “kemâl”, insanın abdestinde, namazında değil, diğer insanlarla ilişkisinde, bugünkü Türkçe ile söylersek “beşerî ilişkilerin rûhunda gizlidir”. İslâm medeniyetinin hedefi de insan-ı kâmil denilen modele uygun insan yetiştirmektir. Günümüzde bu hedefi ikâme etmemiz gerekiyor. Yoksa Müslümanlar tarafından kurulan birçok özel üniversite var; bunların eğitim programlarına baktığınızda, Amerika’daki üniversitelerden, Avrupa’nın medenî (!) ülkelerinden, meselâ İngiltere’den, Fransa’dan kopyalandığını göreceksiniz. Bu durumda şu problem zihinlerde uyanmaktadır: Amerika veya başka ülkelerden alınan eğitim verilecekse, bu üniversitelere ne gerek var?

Üzülerek ifade etmeliyim ki, bu problem, “Nasıl bir ‘model insan’ yetiştireceğiz?” sorusunun cevabı verilmediğinden ve eğitim plânı ona göre yapılmadığından ortaya çıkıyor.

Bir eğitim siyâseti belirlenmemiştir ülkemizde. Bunu bir iktidar döneminde çok sayıda Millî Eğitim Bakanı değişmesi dahi gösteriyor. Önce toplum olarak nasıl bir model insan yetiştirmek istediğimizin ve o insanın özelliklerinin madde madde belirlenmesi gerekmektedir. Meseleyi bilindik bir örnekle açıklayalım: Nasıl bir fabrikatör, üretime geçmeden önce üreteceği her şeyin çizimini yaptırır, maketini üretir, sonra üretime başlarsa, bizim de eğitim sistemimizde en başından sonuna kadar neyi hedeflediğimizi iyi belirlememiz gerekiyor. Bu, yüzde yüz üretilemeyebilir, mühim değil. Aslolan, hedefin net olarak zihinlerde oluşması…

“Eyvah” demeden…

Bir toplumun eğitim sisteminin böyle bir hedefi olmadığında, o toplum diğer medeniyetlerin model insanını yetiştirir; öyle ki, kendi medeniyetimize muhalif insanlar yetiştirebiliriz. Hem de farkında bile olmadan… Sonucunda ah vah eden biz oluruz!

Tarihin gördüğü kayıtlarda dünyada en uzun yaşamış üç devlet vardır: Roma, Çin ve Osmanlı. Osmanlı’nın diğerlerinden farkı, baştan sona yedi asır boyunca tek hanedanın hükümranlığında olması. Roma ve Çin’de neredeyse her yüz yılda bir hanedan değişmiştir. Ama Osmanlı’da tek hanedan devam etmiştir. Osmanlı bu gücü Kur’ân ve Sünnet’ten almıştır.

Bu konuda yine İbni Haldûn’a kulak verelim. Diyor ki, “İslâm medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran iki özellik vardır: İsnat sistemi ve fıkıh… Bu iki özellik diğer medeniyetlerde yoktur. İkisi de eğitimle ilgilidir. İslâm, medeniyet inşâ eden bir dindir”. İslâm’ı içselleştiren toplumlar her zaman medeniyet olarak yükselmişlerdir. Eğitim de ona göre şekillenmiştir. İslâm’ı bir din ve medeniyet olarak öğretmiştir.

İslâm’da eğitim nasıldır?

İbni Haldûn anlatıyor:

“İsnat sistemi, ilmin belgelenmesidir. İsnat, bir talebe bir hocadan eğitim aldığı zaman, talebenin o hocadan eğitim gördüğünün belgesidir. Bu belgeye icâzet veya senet de denilir. O belgede ne var? Belge; hocanın hocası, hocanın hocası, hocanın hocası şeklinde Peygamber’e kadar dayanır. Yani ilim nasıl nesilden nesle aktarılmış, o talebeye nasıl gelmiş, o belge bunun belgelenmesidir. İslâm’dan önce hiçbir medeniyet buna ihtiyaç duymamıştır. Müslümanlar neden buna ihtiyaç duymuştur? Çünkü İslâmî toplumsal düzen, o ilim üzerine kurulmaktadır. O kişi, bir âyette ya da bir hadîste tahrifte bulunursa, sosyal veya ekonomik hayat krize girebilir. Günümüzde kapitalizmin insanlığı köle hâline getiren faiz sistemine inat Kur’ân’dan ‘riba’ kelimesini çıkarırsanız, oluşturulmaya çalışılan ekonomik düzen tamamen değişir. Bundan dolayı isnat sistemi oluşturulmuştur. Bütün eğitim sistemi bununla yürümüştür. Her alanda icâzet verilmiştir.

Medeniyet araştırmacıları, genelde büyük taş binalara medeniyet eseri olarak bakarlar. Firavunların Mısır’da inşâ ettiği Piramitler, Romalıların yaptığı devasa kaleler, binalar… Çünkü bu araştırmacılar, medeniyetin ölçüsü ve kriteri olarak bu taş binaları görmektedir. Onlara göre bir yerde büyük taş binalar yoksa medeniyet de yoktur.

Peygamberimiz (sas) ise bunun tam zıttı bir medeniyet anlayışını benimsemiştir. Hiçbir taş bina inşâ etmemiş ve geriye dikkat çekecek büyük bir mimari eser bırakmamıştır. Aksine O, ‘Ben güzel ahlâkı tamamlamak için geldim’ buyurmuştur. O’na göre medeniyetin ölçüsü güzel ahlâktır ve din, güzel ahlâktan ibarettir.

Dolayısıyla O, güzel ahlâkın ve güzel ahlâk sahibi insan-ı kâmillerin mimarıdır, taş binaların değil. Güzel ahlâk olmadan, insanları sömürerek büyük binalar inşâ etmişsin, insanlardan topladığın vergileri taşa yatırmışsın, bunun ne kıymeti var?”

“Batı medeniyeti” dedikleri, gariban insanların omuzlarından yükselen taş duvarlar değil midir? Başkasının cilâlanmış Kehkeşanlarına bakmadan, bize ait olan ve ilhamını Kur’ân ile Sünnet’ten alan medeniyet tasavvurumuza göre inşâ edeceğimiz bir maarif sistemi, kayıp zamanların ve özlenen baharların meltemi, aranan çâredir. Vesselâm…