Medeniyet inşâsında ölçü

Evrendeki fen ve sosyal olaylar ile bunun maddî-mânevî yansımalarını bu coğrafyada kaybettirmek istiyorlar. Toplumu bir arada tutan değerlerin birbirleriyle olan bağlarını koparmaya çalışıyorlar. İnsanlar arasındaki irtibat ve uyumu koparmak istiyorlar. Bunları yaparken, hiç şüphesiz kullandıkları enstrümanların başında kibir, gurur ve benlik geliyor. Bu özelliklerin yanlışa rücû etmesi, kıyası doğru yapamamasının bir sonucudur. Kıyası doğru yapamamış insanın, vicdanını doğru çalıştırması da beklenmemelidir.

DOĞRU düşünmede yükün büyük kısmını oran, kıyas ve mantık omuzlar. Sayısal işlemler bunun ölçme-biçme yönüdür. Hakikati aşikâr kılmak için fikirlere “İki kere iki, dört eder” libası giydirilir, oran hesaplanır, kıyas karşılaştırır ve mantık aritmetik veriler gibi kılavuzluk eder. Burada oran, kıyas ve mantık, kişinin dış dünya ile irtibatını ilişkilendirir. Kişinin çevresinde olanları bu ölçülerle değerlendirmesi âdettendir.

İnsan, dışarıdakileri yargılarken kendisini de sigâya çekme potansiyelini zaman zaman harekete geçirir. Kişinin kendi tutum, davranış ve ahlâk değerlerini doğrudan kendisinin yargılamasına “vicdan” denir. İnsanda beklenen durum, “insan-ı kâmil” olabilme güç ve kabiliyetlerinin nakkaşlık olarak peyda olmasıdır.

İnsanın dâhilde vicdan, hâriçte oran, kıyas ve mantık kanatlarıyla hareket etmesi, istenen bir durumdur. Ancak günlük işler bu kanatların tüylerini teker teker koparıyor. Kıyas ve vicdan ile birlikte hareket edilmesi Hakk’a ulaştırıcı yolların mahlûkat adedince olduğuna şâhitlik ettirir. Günlük hayatta bu duruma nâdiren şâhit olunması, istenen düzeye erişilmediğinin bir göstergesidir. İnsan-ı kâmil, Hakk’a ulaştırıcı yolların mahlûkat adedince olduğuna hem aklın, hem de vicdanın gözleri ile erişir.

Bir gönle girmeyi “elif”in mânâsı olarak tanımlayan Yûnus Emre, dört kitabın anlamının da bir elifte belli olduğunu ifade eder. Kendini bilmek olan ilim, “elif”in insanlığa yansıyan yüzü olduğu gibi, gönle giren elifin de bu olduğuna mühür basar. Oran, kıyas ve mantık, vicdan kıvamında hareket ettikçe Hakk’a ulaştırıcı insan-ı kâmil, elif olarak düşer (varlığın yokluğa tercihi). İnsan budur!

Ölçü ve tartıyı doğru yapmak

1 santimetre ve 1 nanometre yarıçaplarında iki parçacıktan 1 santimetre yarıçaplı olanının hem yüzeyi, hem de hacmi daha büyüktür. Ancak yüzeylerinin hacimlerine oranına bakıldığında, 1 nanometre yarıçaplı parçacığın yüzey-hacim oranı, 100 milyar defa diğerinden daha büyüktür. Oysa ilk beklenen sonuç bu değildir. Demek ki, ölçü ve tartıyı doğru yapmak gerekir!   

Aynı özellikte iki margarinden biri olduğu gibi, diğeri ise küçük parçalara bölünerek aynı şartlardaki tavalarda erimeye bırakılsın. Erime sürecini en geç, küçük parçalara bölünen margarin tamamlar. Burada da ilk akla gelen, bu durumun da tersidir. Yani küçük parçalara bölünmüş margarinin daha erken erime sürecini tamamlayacağı beklenmektedir. Oysa bilimsel sonuç bunun tersini ortaya koyuyor. Her iki örnekte de olay, yüzeyle ilgilidir. Yanlış sonucun akla gelmesi ise büyüklükle ilgili bir durumdur. Yani ölçme hatâsı yapılmaktadır. Buna benzer durumlar sosyal hayatta da sıkça karşımıza çıkar.

Bu iki örnekten görüleceği üzere, ilk akla gelenler doğru olmayıp, orantı olarak bulunan sonuçlar doğrudur. Buradaki oran, kıyas olarak mantığa uygun bir sonuçtur. Diğer durumlar ise alışkanlıktan başka bir şey değildir. Nâm-ı diğer, önyargıdır. Burada sorgulayıcılık, şüpheye yol açan değil, prangalardan kurtulup kanatlanmak isteyen akıldır. Oran ise bunun tablacısı hükmündedir. Akleden kalp, bir basamak daha yükselerek insan-ı kâmili Hakk’a giden yolunda hakîki mecrasına oturtur.

Nanometre ölçeğinde yapılan nanoteknoloji, günümüzde Dördüncü Sanayi Devrimi’nin iki ayağından biridir. Diğeri ise dijital teknolojidir. Dijital teknolojinin “dinleme skandalları” olayı yüzünden ülkeye çok sıkıntılar çektirildi. Kriptolu telefonlar dinlendi. Şimdi insansız hava araçlarıyla gereken cevaplar veriliyor. Nanoteknoloji alanında kutlu yolda gidenlere gösterilen direnç, hak görünümlü küfrün nanoteknoloji ile cengidir. Bâtıl, “alışkanlıkları” kullanarak bu kez de son teknoloji devriminden vurma emelindedir. Hakk’a giden yoldaki hakîki mecra, sabote edilmek istenmektedir.

Bir hareketlinin yer değiştirmesi “hız”, aldığı yol ise “sürat”tir. Ancak bu durum hakkında günlük hayatta sürat yerine hız veya her ikisinin yerine de hız kullanılarak hatâ yapılmaktadır. “Sürat” kelimesini kullananlar daha alt, hız ifadesini kullananlarınsa daha üst tabakalardanmış gibi olduğu düşüncesi, bir “algı” olarak ortalıkta cirit atıyor. Lâkin işin doğrusu, “sürat” kelimesidir.

Küçük plâstik bir top duvara atıldığında, topun kesin olarak geri geleceğini herkes bilir. Aynı şekilde bir ışık (foton) duvara atıldığında, ışığın kesin olarak geri gelmesinden söz edilemez. Beklentilerin aksine, duvara atılan ışık hem duvardan geri yansır, hem de bir miktarı duvarın içine nüfûz eder.

Galileo sendromu devam mı ediyor?

Makro ölçekteki bir tecrübe (plâstik top örneği), mikro ölçekteki (ışık/foton) bir durum için geçerli değildir. Günlük hayatta her ölçekteki olayları aynılaştırmak gibi hatâlara düşüldüğüne şâhit oluyoruz. Sosyal anlamda toplumun genelini ilgilendiren küllî olayların doğrudan şahıslara uygulanamayacağı gibi, şahsî bir durumun da küllîye tatbiki doğru değildir. Ortaya küllî-şahsî gibi birtakım hatları olan kavramlar çıkmaktadır.   

Kategorize edilmiş oran, kıyas, mantık ve vicdan gibi kavramların tümel, tikel, mikro, makro gibi analizleri uygun görünmektedir. Küllî-şahsî veya nicelik-nitelik gibi kategorize durumlar da birer hattır. Bu hatların ihlâli sonucunda niteliğin nicelik egemenliğine fedâ edilmesiyle, alâmetlerin çağa hükmetmesine kadar gidebilecek polarize durumlar ortaya çıkar. Bu durum toplumda istenmedik olaylara yön vermeye başlar. Yanlışlar doğru olarak algılanmaya başlanır. Yandaşı yüzde yüz hatâlı olsa bile kusuru başkasında görmek gibi yanlışa ulaştırıcı mecraya yol açar.

1900’lü yıllarda benzer durumlar sıkça tartışılmıştır. Özellikle fen bilimleri arasında kapanması zor yaralar açılmıştır. Öne sürülen fikirler bilimsel sonuçlarla ispatlanmış ve hatırı sayılır ödüllerle taçlandırılmıştır. Başlangıçta karşı çıkılan çok sayıda fikir benimsenmiştir. Bunlardan biri de “kuantum düşünce tekniğidir”. 1900’lü yıllarda savundukları fikirlere toplumdan sert cevaplar alan fikir dünyası, kendi özünde/vicdan, “önce soruları” yaşamıştır. Cevabı bulunan sorular, “bilim ve teknoloji” olarak toplumun yararına sunulmuştur. Hareket ve ışığa duyarlı sensör ve LED’li lâmbalar, böyle bir düşüncenin ürünüdür.

Nicelik, kesikli, miktar ve sınırlı anlamlarına gelen kuantum, modern bilimin öncü süvarilerindendir. Kuantum, ışığın doğasını anlamak için keşfedilmiş bir bilimdir. Işık ile madde etkileşimi yeni fikirlere su serpmiştir. Işığın hakikati modern bilimi omuzlarken, son dönemlerde yenilenebilir temiz enerjiler noktasında da ışığın madde özelliği başrolü oynamaktadır. Dördüncü Sanayi Devrimi’nin en önemli iki ayağından biri olan nanoteknoloji de ışığın madde özelliğini şah kabul etmektedir.   

Mekanik, elektrik ve optik gibi olaylar Newton fiziği, Maxwell denklemleri ve termodinamik gibi klâsik fizikle izah edilirken, kuantumun keşfiyle birlikte makro-mikro sınırı belirlenerek hat çizilmiş oldu. Bilim yapanların da insan olduğu hatırdan çıkarılmadığında, bazı kuantum keşifçileri, kendi dünya görüşleriyle çelişen durumlarda bilimsel sonuç olan mikro-makro ayrımına uymadılar. Bilimsel verilere kendi görüşlerini de karıştırdılar. Toplumların bilimsel anlamda en önde olanları, kuantum (mikro)-klâsik (makro) ayrımını vicdanlarında kabullenmediler. Bu durum, “kendi tercihleri” olarak tarihe geçti.  

Yani kendilerinin keşfine katkıda bulundukları kuantum (mikro) görüşe aykırı olarak klâsik (makro) görüşü savunmaya devam ettiler. Bu durum bilim dünyasında pek nazar-ı dikkate sunulmaz. Çünkü bu durumun aşikâr olması da istenmez. Toplumun örnek alması gereken bu tür bilim adamları, kendilerinin keşfine aykırı bir duruma karar mı veriyorlar, yoksa Galileo sendromu devam mı ediyor?

Burada iki durumdan söz edilebilir. Birincisi, kuantumun keşfine katkı sunan bazı bilim adamları kuantuma aykırı tercihlerini “bilimsel verileri referans alarak değil, kendi dünyalarına göre yapmışlardır”. Yani vicdan çalıştırılmamıştır. Diğeri ise, toplumun kişiler üzerindeki kültürel ve inanç baskılarının bilim adamları üzerindeki yansıması olmuştur. Bu kalıbı kıran ve kuantumun keşfine katkı sağlayan Max Planck, bunun dışında kalan bilim adamlarından biridir. 

Daha detaylı bir araştırmaya odaklanıldığında, tercihin asıl sebebinin arka plânında yer alan durumun bilimsel verilere dayanmadığı ortaya çıkar. Maddenin ezelden beri var olduğu ve her olayın bir sebebinin olduğu fikrini dünyada yaygınlaştırma ve hâkim kılma çalışmaları dün olduğu gibi bugün de devam ediyor. Dün klâsik görüş Grek kültürünü esas alıp İngiliz kültürü odaklı Batı medeniyetine hizmet olarak çalıştı. Keşfettiği kuantum bilimine rağmen klâsik görüşü savunanlar, işte bunun için tercihlerini bilimsel verilere dayanarak yapmıyorlar.  

Başlangıçta “elektron, proton, atom ve ışık, mikro ölçekte anlaşılarak klâsik fizikteki sebep-sonuç ilişkisi ve maddenin ezelden beri var olduğu” düşüncesi, yerini “her an yeniden var-yok arası dalgalanmalara” bıraktı (farklı bir yazı konusu). Ancak kuantumun keşfinde katkısı olanlardan bazıları bu durumu da kabul etmediler. Çünkü onlar hakkındaki “kendileri keşfetseler dahi bilimsel sonucun gösterdiği doğrultuda değil, kişisel yargı (vicdan) ve kültürel getiri doğrultusunda karar kılmış oldukları” düşüncesi, yukarıda izah edildi.

Temiz enerji ve yenilenebilir enerjiler arasında ilk sıralarda güneş enerjisi yer almaktadır. Güneş enerjisinden yararlanmak, ışığın madde özelliğinin bir sonucudur. Güneşten dalga şeklinde gelen ışıklar enerji toplama sistemlerinde ışığın parçacık özelliğinden yararlanılarak depolanıyor. Louis de Broglie, “Her parçacığa/maddeye bir dalga eşlik eder” dedikten sonra ışığın ikili yapısı, hatırı sayılır bir ödülle taçlandırıldı. Işık, madde ve dalga özelliğinin ikisine de sahip, ancak her iki özelliğini aynı anda göstermiyor. Süratle yol alırken dalga, enerji transferinde parçacık/madde özelliğini sergiliyor.

Louis de Broglie’nin ışığın madde/parçacık ve dalga özelliği belirgin bir hudut çizse de kuantuma katkı sunan bazıları, klâsik dünya görüşünde ısrarcı kaldılar. Kalıplarını ve statükoyu terk edemediler ve bugün de insanlığa tepeden bakıyorlar. Bu görüşlerini dünyaya da dayattılar. İnsan-ı kâmil’in Hakk’a ulaştırıcı yollarının her birine tuzak kurdular. Hem akla karşı geldiler, hem de vicdanın gözlerini kör ettiler.

İnsan öyle bir canlı ki, doğru bir eğitim ile her alanda yetişebilir, her olayı en üst düzeyde anlayabilir. Öyle bir yazılım koduna sahip ki, maddî ve mânevî donanıma “yapay zekâ” ile asla ulaşılamaz. Böyle bir insanlığa karşı bütün alternatifleri dünyaya dayatan bir zihniyet, sadece oran, kıyas ve tarafgir mantık ile maddî anlamda dünyaya meydan okuyor. Vicdan olmasa bile…  

Bütün medeniyetlerin en ilerisinde

Şüpheden vâreste bir şekilde oran, kıyas, mantık ve vicdanı birlikte çalıştıran, bütün medeniyetlerin en ilerisinde olur. Bu potansiyel, bu coğrafyada vardır. Bu coğrafyada, uzun fikir sürecinde polarize durum tercih edilegelmiştir. Bu kabuğu kırıp filizlenmiş olan coğrafyanın kaderine saldıran sert rüzgârlar, sert soğuklar ve diz çöktürme girişimleri boşa çıkarılmıştır. Vicdan da hareket ettirilirse, bu coğrafya yeniden dünyaya örnek medeniyet sunabilir.

Unutulmamalıdır ki, bu kadar saldırıyı yapanlar asla pes etmemiş ve vazgeçmemişlerdir. Bunun en büyük nedeni, haksız oldukları davalarında haksız bir şekilde dünyaya dört elle sarılma samîmiyetidir. Sırf bu haksız samîmiyetlerinden dolayı galebe çalmaya devam ediyorlar. İşte bu yüzden, bu coğrafyada dikleşmeden dik durma eylemini asla kabul edemiyorlar!

Zayıfın omuzlarına basma ve güce boyun eğme yanılgısı bu topraklarda da karşılık bulabilmiştir. Bu gruptaki insanlar, Batı’dan farklı düşünememişlerdir. Batı bu kanalı kullanmayı çok iyi başarmış ve kendisine maşa bulabilmiştir. Dertleri yokken Allah’ı (cc) unutanlar, dertleri olduğunda Allah’a (cc) sitem göndermişlerdir.

En nihâyetinde bunca emek ve bunca çabaya rağmen Batı’nın bir Yûnus Emre yetiştirememiş olması, içlerinde acı bir yara olarak kalmıştır. Batı’nın vicdanlı, akıllı ve insan yönü kuvvetli olan saygın değerlerini bu durumun hâricinde tuttuğumuzu belirmek durumundayız. Özellikle Türkiye’deki oran, kıyas, mantık ve vicdan olgusunda hareket edip çift kanatla uçmak isteyenlerle Batılılar çok ilgilenmektedirler. Türkiye’de bu alandan uzaklaştıkça boşluğu Batı’nın araştırmacıları doldurmuştur. Bu araştırmacılar içinden hakîki mânâda vicdanlı olanlarını bir kenarda tutarsak, geride kalan kısmı sinsice çalışmaktadır. Vicdan-insan intisabını kesmeyi hedef edinenler, canhıraş bir şekilde suya inat uyumuyorlar.

Maya ve coğrafya

Bu coğrafyanın mayası sağlamdır. Bu coğrafyanın suyu dermandır. Bu coğrafyada fakir fukara aç kalmaz. Yeter ki, kadim gelenek inşâ edilsin! Bu kadim geleneğin inşâsına engel olunmak için bütün yollara taş konulmuştur. İnsanımız provokasyon ile birbirine düşürülmek istenmektedir. Tek dayanak noktaları, oran, kıyas ve mantık ikileminde Batı ipine sarılmalarıdır.

Kendisini kurtaramamış yaşlı bir Batı, bu coğrafyanın yanık bağrına su serpemez. Her dönem farklı bir “izm”e sarılmaktan başka bir çıkar yol da bulamaz. Deizm, teizm, ateizm, paganizm, henoteizm ve gnostisizm bunlardan sadece birkaçıdır.

Zerdüştçülüğü, İbrâni geleneklerini, Antik Mısır Hermetizmini, Antik Yunan Ezoterizmini veya bazı Doğu geleneklerini Hıristiyanlığın bazı tutumlarıyla sentezleyenler, bu coğrafyanın bağrına hançer saplayarak işgâl girişime kalkışalı kısa bir süre oldu.

Oran, kıyas, mantık ve vicdanı birlikte çalıştırmayanlar, taşeronları aracılığı ile bu kadim coğrafyanın önüne çok sayıda engel çıkarmaya devam edeceklerdir. Evrendeki fen ve sosyal olaylar ile bunun maddî-mânevî yansımalarını bu coğrafyada kaybettirmek istiyorlar. Toplumu bir arada tutan değerlerin birbirleriyle olan bağlarını koparmaya çalışıyorlar. İnsanlar arasındaki irtibat ve uyumu koparmak istiyorlar. Bunları yaparken, hiç şüphesiz kullandıkları enstrümanların başında kibir, gurur ve benlik geliyor. Bu özelliklerin yanlışa rücû etmesi, kıyası doğru yapamamasının bir sonucudur. Kıyası doğru yapamamış insanın, vicdanını doğru çalıştırması da beklenmemelidir.   

Bu coğrafyanın insanlarına, oranın hem bilim, hem de uhrevî yönü doğru öğretilmelidir. Kıyasın nasıl olacağı hem teorik, hem de pratik olarak gerçekleştirilmelidir. Fizik biliminde kuramların elde edilmesinin kaynağı kıyas yapmaktır.

İncelenecek bir sistemin madde ve enerji gibi kavramları, ilk ve son durumları arasındaki kıyas ile elde edilir. Fen alanındaki bu durumun en mükemmel yansıması ve doğru bir ölçüsü, insanın vicdanında inkişaf eder. Benliğin nasıl kullanılacağı, kibir ve gururdan nasıl kurtulunacağı, kıyas ile başarılır.

Böylece insan, insan olduğunun farkına varıp hâddini ve kendini bilir. Hâddini bilmeyen, hâdsizlik edecektir. Hâddini bilen, hududu aşmayıp insan-ı kâmil olma yolunda, Hakk’a ulaştırıcı yolların mahlûkat adedince olduğunu hem akıl, hem de vicdan ile derk ederek yolcuların hepsini kucaklayacaktır.

Kendini bilenler geniş yelpazede, zengin sûrette ve bir kahraman gibi kul olmanın lezzetiyle Zât-ı Akdes’e yürüyeceklerdir. Önce doğru sorular yaşanacak, sonra bu yürüyüş ölçülerle bilinecektir. Ölçüsü olmayan, altın oran bulsa ona uymaz, doğru kıyas yapsa sonucu kabul etmez; mantığa ters her türlü yolu doğru kabul edip, nihâyetinde vicdanı kör ve kalbi kara olacaktır. Doğru bir sorudur “Biz kimiz?”. Bu soruya doğru cevap verenler, akıl, sır, kalp ve rûhu harekete geçirerek O’na doğru yürüyeceklerdir. (Devam edecek…)