HUKUKÇULAR bilir, delil, adaletin
tecelli etmesinde en önemli etkenlerden birisidir. Toplumu düzenleyen, devletin
yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünü “hukuk” iken; yasalarla
sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, herkese
kendine uygun düşeni ve kendi hakkı olanı vermek ise “adalet”tir.
Adaletin tecelli etmesinde en önemli etkenlerden birisi de
sınırın/hâddin bilinmesidir. Bir şeyin nicelik bakımından inebileceği
veya çıkabileceği en alt ve en üst yerler “sınır” olarak bilinir. Matematikte
bu hâlin karşılığı “limit” olarak sayısal işlem görür. Başka bir bakışla sınır,
bir şeyin yayılabileceği veya genişleyebileceği en son çizgi, hudut ve uç
anlamına gelir.
İnsanoğlu
geliştirdiği teknoloji ile galaksileri ayağına getirdiği gibi atoma da nüfûz
etmektedir. Evrendeki ışınlar gama ışını bölgesinden uzun radyo dalgaları
bölgesine kadar geniş bir yelpazede soyut varlık gösterirler. Çok iyimser ve
çok kaba bir bakışla insan gözü evrendeki bu ışınlardan sadece on milyarda
birlik bir kısmını görebiliyor (yüzde 1 bile değil).
Gözün
gördüğü yer o kadar sınırlı ki “Neredeyse hiçbir şey göremiyor” dense hatâ
yapılmış olunmaz. İnsan gözü, sadece 400-700 nanometre dalga boyu aralığındaki
ışınları görebiliyor. Bu da günlük hayatta görülen güneş ışını bölgesine denk
gelir. İnsanın diğer dış duyu organlarının hâli de buna benzer.
Benzer
şekilde 5 iç duyu için de durum benzerdir. Ne kadar çok kazanılırsa kazanılsın,
daha fazlası kazanılmak istenir; sanki ölmeyecekmiş ve sanki doymayacakmış gibi…
Hâd/sınır bilmezlik işte böyle bir şeydir! Hayâl, hıfz, tefekkür, vehim ve
hiss-i müşterek sanki sırf bu dünya için mi?
İnsanlığın
terakki etmesi, medeniyetin gereğidir. Lâkin hâd bilmeden, sınır tanımadan ne
adalet olur, ne hukuk tecelli eder, ne de hakikî mânâda insanlık huzur bulur.
Kalbin sadece bu dünyaya bağlanması ve sırların bu dünyada aşikâr edilmesi
terakki değildir. Benzer şekilde rûhun, hayâlin ve aklın yüzlerinin sonsuzlukta
bâki olması hakikî terakkiye rücûdur.
Toplum
hâlinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak
kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlıya “insan”
denir. Böyle bir canlının, hem yaşadığı toplum ve çevre, hem de barındırdığı
potansiyel açısından sınırları olan ve hâd bilmesi gereken de bir varlık olması
beklenir. Evrendeki ışınlar soyut olup, varlığı hakkında şüphe yoksa akıl, kalp
ve nefis de böyledir. Kalp yürekte asılı iken, akıl ve nefis beyinde asılı olsa
gerek. İnsanda görünmeyen bu üç şeyden olan akıl ve nefis, 5 iç duyunun hayâl
hânesinde konaklar. Nefis misafiri (emanetçi) elinde ene/ego anahtarıyla gezer
bu hânede. Bu hânenin asıl sahibi ise insandır. En azından insan böyle
zanneder. Acaba gerçekten öyle mi?
Hâddi
bilmek
Allah
(cc), insan ve ene/ego/benlik kelimelerinin üçü de Arapçada elif harfi ile
başlar. Dış 5 duyunun sınırları bilinmektedir. İnsan her sesi işitemez, her
kokuyu alamaz, her nesneye dokunamaz. Çünkü bir sınırı vardır. Elif harfinin
çağrıştırdığı sembolik anlam ile benlikte de böyle bir özellik olması mânidardır.
Para, mal/mülk, mâkâm/mevki, birlikte yolculuk, beraber alışveriş, sır vermek,
zayıf yönlerden bahsetmek, üslûp, beden dili ve söz-eylem tutarlılığı, insanın
tanınmasında önemli dönüm noktalarındandır. Gerçek kişilik bazen böyle
durumlarda sır olmaktan çıkar. Böyle durumlarda kişi, kendine (aklına,
nefsine/benlik/ego) çok güvendiği için hayâlindeki yolu çizer.
Çizdiği
bu yol, insanın kendi sınırı ve hudududur aslında. Ne kadar menfaatçi ise o
kadar doğrudan uzaktır. Ne kadar mala, mülke, para pula düşkünse o kadar hak ve
hukuktan uzaktır. Hele söz ve eylem tutarsız ise, bu tür kişilikler ile vuslata
gidilmez. Maddî zenginlik kötü bir durum değilken, sırf maddî zenginlik için
çalışmak ve kazanca kalbin bağlanması tehlikelidir.
Bir
insanın öz varlığı, kişiliği, onu kendisi yapan şahsiyeti, bu çizdiği hudutlar
içerisinde zuhur etse gerek. Benlik anlamında “ben” birinci tekil şahıs iken,
üçüncü şahıs tekil zamiri olan “Hû” ile ilintilidir. Doğru insan, “ben”cil
olmayandır. Yûnus’un söylemiyle, “Bir ben vardır bende benden içeru”, “Hû” olsa
gerek. Yûnus her daim Hû ile gezer olsa gerektir. Yoksa gönülde asılı olan
kalpleri nasıl fethetsin?
Görünen
o ki, kendine göre bir hâd/sınır çizen insan iki potansiyel durumu
barındırıyor. Bunlardan biri kötülenen (âdi), diğeri övülen (aşkın)… İki
potansiyel durumun varlık ve kabulü insanların söz ve eylem tutarlılığına göre
değişir. Söz ve eylemi tutarlı ise ahlâkî ve dürüst, tutarsız ise aksi. Kötülenen/âdi
yön enâniyet/benlik olarak nitelendirildiği gibi enâniyet/izâfî (aşkın) olarak
hakikat anlamında da ifade edilmiştir.
Aşkın yönü “elif”in Allah(cc), insan ve ene/ego/benlik yönünün hakikat mânâsında Hû olduğunun delilidir. Bu delil adalet gerektirir. Hukuk bu minvâlde çalışırsa hakikat tecelli eder. Aksi durum zulümdür. İnsan, “ben” diye kendisini övmeye başladığında kötü bir davranış sergilemeye başlamış demektir. Bu yönüyle istenmedik eylem görülürken, insana varlık kazandıran insaniyete (nefs-i nâtıka) işaret etmesi, çokluktaki tekliğe giden elifin hak yolunu gösterir.
Ortak
payda olan Hû, ihsan mâkâmının karşılığı olarak, insanın ne kadar değerli
olduğu ve ne derece bir muhataplığa lâyık olduğunu da gösterir. Bu durum, Allah’ın
(cc) Mutlak Zâtına işaret eder ki gayb ve sır perdesi buradan aralanır. Mutlak
mânâda Zâta işaret edip sır perdesi aralanmaya başlıyorsa, bütün Esmâ ve Sıfatların
da bâtını ve hakikati aralanıyor demektir. Yokluk âleminde (ruhlar) söz verip
varlık âleminde (insan) eylem istenmesi tecelli ile taçlandırılmıştır.
Birinci
tekil şahıs “ben”, üçüncü şahıs tekil zamiri olan Hû’ya işaret ederek Allah (cc)
isminin “h(e)” harfi ile bağlantı kurar. Evrende her şey her şeyle irtibatlıdır.
En azından dünyada bu durum her zaman görülür. Dünyanın manyetik alanı ve atmosferi
bir bütünlük içinde iletişim ağı oluşturur. Salgın hastalıkların yayılması
iletişimin ne derece kuvvetli olduğunu gösterir.
Evrende
yayılan bütün ışınlar aslında evrenin elektromanyetik dalgalar açısından büyük
bir ortam olduğunun göstergesidir. Dünya’da ise atmosferde insan hayatının
devamı için bir hava ortamı mevcût. İletişim hava taneciklerini ile ışık
taneciklerini titreştirir. Daha doğru bir ifadeyle, sürekli titreşim hâlinde
olan varlıklar iletişim ağı kurarlar. Bu titreşim evrende olduğu gibi insanda
da ses olarak çıkar.
Bütün
canlıların nefes alıp verirken çıkardıkları sesler aslında birbirlerine benzer.
Çünkü bu benzerlik hava tanelerinin ve maddelerin titreşim sesidir. Bu ses
senkronizedir ve harmonik bir durumdur. Harmonik ses “hû”dur. Bu harmonik “hû” sesi, Allah’ın (cc) bütün Esma ve Sıfatlarının
bâtını ve hakikatinin de tecellisidir. Bu durumu kabullenen ve
yaşayanlar, 7 milyar insan içinde acaba ne kadardırlar?
Bu
öyle kolayca kat edilecek gibi durmuyor. En zirvedeki burçta samîmiyet
gerekiyor. İnsanlardan bazıları akılları ile her şeyi yapabileceklerini
düşünebilirler. Ancak kapalı kapılar ardına nasıl geçecekler?
Nokta
İşine
geldiği gibi, günübirlik bir yaşam, hayatın mânâsı değildir. Bir mânâ, bir anlam
icâzet istiyor. Harmoni, bir holistik eksene kayıp insan düşüşünün varlık
olduğunu gösteriyor. Yok olan insan yine yok olacak; kalıcılık, bir anlam ile
değer kazanır. Diğer bir ifadeyle, yoktan gelip var olmak ve âlemlere yâr olmak
işte böyle bir şey!
Deneyim/görgü
nasıl ki tecrübe olarak kabul görmüş bir kıyas/ölçü ise, benlik de böyle bir
şey. İnsan ve insanlık başkaldırıp olmaz yollara girebiliyor. Olması gereken
yollara girerse bütün dünya ve kendisi de huzur bulacak fakat nafile! Çünkü
hırs, haset ve nefsine ağır gelen işler, insanı daha ağır işleri üstlenmeye
mecbur ediyor. İnsanın böyle de bir yönü var maalesef.
Metre,
ağırlık, saniye nasıl birer ölçü birimi ise, ışığın şiddeti (ışık akısı) ve sesin
şiddetini de ölçen birer birim vardır. İnsan ortak değer olarak bunları kabul
etmiştir. Benzer durumda benlik de bir ölçü birimi olarak kullanılabilir. Sanırız,
olmak ve insan olmak, benliğin çizdiği hat ile ters orantılı olsa gerekir.
Günümüzde
bir mâkâma gelen, önemli bir mevki edinen bazı kişiler, “Buraların hâkimi
benim” edâsıyla hareket edebiliyorlar. Bir kurumun kuruluşuna öncülük eden bir
kişi, başlangıçta kendisini başkalarından ayrı görmezken, kurulduktan sonra
bütün işleri ve yetkileri kendinde toplayarak kurumun mutlak hâkiminin kendisi
olduğu zannına girebiliyor. Batı’da bu hususlarda çokça kitap bulmak mümkündür.
Ancak bu kitapların büyük çoğunluğunun kişisel gelişim ve psikoloji ekseninde
kaldığı ve hakikî kul olmaya dair veriler ortaya koyamadığı görülür. Üstelik
benliğin ölçü alındığı ve Hû tecellisine hiç girilmediği de işin cabasıdır.
Bu
tür çıkmaza girmeler, Batı’nın sık sık yaptığı hatâlardandır. Batı her şeyin
(eşya, madde, olay) kaynağının yine kendisi olduğu mantığıyla hareket
edebilmektedir. Varlık nedeni kendisinde olmayı kabul edecek kadar kıyastan
uzak bir benlik eseriyle yaşam sürmektedir. Özellikle materyalistler,
sebep-sonuç ilişkisine göre kodladıkları akıllarını hisler yönünden boşluğa
salıvermiştir. Yaydan boşanmış at gibi bir sağa, bir sola kaçarcasına
ilerlemektedir. Özellikle Batı fen bilimcileri, nedensellik ilkesinden öteye
geçememişlerdir. Yorumlarken tarafsız olsalar ve objektif olarak bakabilseler, doğru
bir sonuca ulaşma ihtimâlini de kapamış olmazlar. Egemen gücün kendilerine
çizdiği kalıpların dışına çıkamıyorlar.
Her
şeyin bir plân ve proje çerçevesince işlediği esasını kabul edip, evrenin,
galaksilerin ve atom altı âlemlerin bir projesinin olduğunu görüp, bunun
nedeninin büyük bir akılda bulunduğunu görememek, hukukî olmadığı gibi adaletli
de değildir. Her şeyin tâbi olduğu yaratılış kanununa alternatif yollar çizmek,
çıkmaz sokaktır. Buradan çıkacak bir yol görünmüyor. Güçlünün haklı olduğu
mantığından ileri gidilmiyor.
Oysa
benliğin çizebileceği doğru bir çerçeve ile işlerin objektif olarak ele
alınması, üzerinde madde-mânâ geçişinin sağlanması, kavramsal ölçülerin konulması
akademik anlamda ihtiyaçtır. Batı bu anlamda bir eser koymak için dükkânında
raf bulundurmuyor. Doğu ise raflardaki bu değerini satışa sunamıyor. Batı’dan
gelen her düşünce ve akıma kendisini kaptırmaksa çıkar yol değildir.
Kişinin
kendisini övmesi ahlâkî anlamda kötü bir davranış olduğu gibi, özellikle her
işte kendisini ileri sürerek “ben” demesi de doğru bir tutum değildir. Bu durum,
“Başkası değil” durumunu da içerir. Ben/cil insanda mânâ kaybolur.
Benliğin
ölçü birimi olarak ele alınmasıyla zât ve sıfat değişimi doğru anlaşılır ve
özne doğru tespit edilir. Her canlının nefes alıp verdiğinde “hû” sesini
çıkarması, var olmanın delili, Rabbin eseri ve kader kaleminin ucudur. Klâsik
düzeyde hemen hemen bütün sistemlerin çalıştığının formüller şeklindeki
gösterim plânının birer dalga ve düzen formunda birliği işaret etmesi tesadüf
olmasa gerekir. Mekanik, elektrik ve kuantum olaylarda bu durumlar sıkça
insanlığın önüne çıkmaktadır. En azından matematik gösterimlerinin
benzerliklerinin ortaya konulması hem ahlâkî, hem de adaletli olanken, şiddetle
bundan kaçılması ise kabul edilebilir durum değildir.
İnsan,
benliği/eneyi/egoyu doğru ölçü birimi olarak kullanıma alırsa, her şeyi var
eden hakikate erişir. Cehaletin prangasından, zulmün parmaklıklarından sıyrılıp
kuşlar gibi hür uçabilir. Nokta ile varlık âlemine düşen insanoğlu, mânâ ile
yükselişe geçer. İnsan, benlik sınırını daraltarak insanlık sınırını
genişletir. Ölümlü olması, kişinin şahsında bir limit durumunun hakikatte
olmadığını gösterir.
Varlık âleminde zât düşer, sıfatlar görülür. İnsan benlik ile sıfatları okur ve zâta geçer. Bu dünyada sıfatlar zâttan daha fazla hak sahibiyken, bu hakkın tamamının da zâta ait olduğunun idraki gerekir. Nokta sıfatı bu âlemde varlıkların temsilcisi iken, insan benliğini eritip hakikat okyanusunda zâta bu sıfatlar merdiveniyle çıkar. Benlik, ince bir ip ve nazik bir eliftir.