Medeniyet inşâsında ölçü (7)

İnsan, benliği/eneyi/egoyu doğru ölçü birimi olarak kullanıma alırsa, her şeyi var eden hakikate erişir. Cehaletin prangasından, zulmün parmaklıklarından sıyrılıp kuşlar gibi hür uçabilir. Nokta ile varlık âlemine düşen insanoğlu, mânâ ile yükselişe geçer. İnsan, benlik sınırını daraltarak insanlık sınırını genişletir. Ölümlü olması, kişinin şahsında bir limit durumunun hakikatte olmadığını gösterir.

HUKUKÇULAR bilir, delil, adaletin tecelli etmesinde en önemli etkenlerden birisidir. Toplumu düzenleyen, devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünü “hukuk” iken; yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, herkese kendine uygun düşeni ve kendi hakkı olanı vermek ise “adalet”tir.

Adaletin tecelli etmesinde en önemli etkenlerden birisi de sınırın/hâddin bilinmesidir. Bir şeyin nicelik bakımından inebileceği veya çıkabileceği en alt ve en üst yerler “sınır” olarak bilinir. Matematikte bu hâlin karşılığı “limit” olarak sayısal işlem görür. Başka bir bakışla sınır, bir şeyin yayılabileceği veya genişleyebileceği en son çizgi, hudut ve uç anlamına gelir.

İnsanoğlu geliştirdiği teknoloji ile galaksileri ayağına getirdiği gibi atoma da nüfûz etmektedir. Evrendeki ışınlar gama ışını bölgesinden uzun radyo dalgaları bölgesine kadar geniş bir yelpazede soyut varlık gösterirler. Çok iyimser ve çok kaba bir bakışla insan gözü evrendeki bu ışınlardan sadece on milyarda birlik bir kısmını görebiliyor (yüzde 1 bile değil).

Gözün gördüğü yer o kadar sınırlı ki “Neredeyse hiçbir şey göremiyor” dense hatâ yapılmış olunmaz. İnsan gözü, sadece 400-700 nanometre dalga boyu aralığındaki ışınları görebiliyor. Bu da günlük hayatta görülen güneş ışını bölgesine denk gelir. İnsanın diğer dış duyu organlarının hâli de buna benzer.  

Benzer şekilde 5 iç duyu için de durum benzerdir. Ne kadar çok kazanılırsa kazanılsın, daha fazlası kazanılmak istenir; sanki ölmeyecekmiş ve sanki doymayacakmış gibi… Hâd/sınır bilmezlik işte böyle bir şeydir! Hayâl, hıfz, tefekkür, vehim ve hiss-i müşterek sanki sırf bu dünya için mi?

İnsanlığın terakki etmesi, medeniyetin gereğidir. Lâkin hâd bilmeden, sınır tanımadan ne adalet olur, ne hukuk tecelli eder, ne de hakikî mânâda insanlık huzur bulur. Kalbin sadece bu dünyaya bağlanması ve sırların bu dünyada aşikâr edilmesi terakki değildir. Benzer şekilde rûhun, hayâlin ve aklın yüzlerinin sonsuzlukta bâki olması hakikî terakkiye rücûdur.

Toplum hâlinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlıya “insan” denir. Böyle bir canlının, hem yaşadığı toplum ve çevre, hem de barındırdığı potansiyel açısından sınırları olan ve hâd bilmesi gereken de bir varlık olması beklenir. Evrendeki ışınlar soyut olup, varlığı hakkında şüphe yoksa akıl, kalp ve nefis de böyledir. Kalp yürekte asılı iken, akıl ve nefis beyinde asılı olsa gerek. İnsanda görünmeyen bu üç şeyden olan akıl ve nefis, 5 iç duyunun hayâl hânesinde konaklar. Nefis misafiri (emanetçi) elinde ene/ego anahtarıyla gezer bu hânede. Bu hânenin asıl sahibi ise insandır. En azından insan böyle zanneder. Acaba gerçekten öyle mi?

Hâddi bilmek

Allah (cc), insan ve ene/ego/benlik kelimelerinin üçü de Arapçada elif harfi ile başlar. Dış 5 duyunun sınırları bilinmektedir. İnsan her sesi işitemez, her kokuyu alamaz, her nesneye dokunamaz. Çünkü bir sınırı vardır. Elif harfinin çağrıştırdığı sembolik anlam ile benlikte de böyle bir özellik olması mânidardır. Para, mal/mülk, mâkâm/mevki, birlikte yolculuk, beraber alışveriş, sır vermek, zayıf yönlerden bahsetmek, üslûp, beden dili ve söz-eylem tutarlılığı, insanın tanınmasında önemli dönüm noktalarındandır. Gerçek kişilik bazen böyle durumlarda sır olmaktan çıkar. Böyle durumlarda kişi, kendine (aklına, nefsine/benlik/ego) çok güvendiği için hayâlindeki yolu çizer.   

Çizdiği bu yol, insanın kendi sınırı ve hudududur aslında. Ne kadar menfaatçi ise o kadar doğrudan uzaktır. Ne kadar mala, mülke, para pula düşkünse o kadar hak ve hukuktan uzaktır. Hele söz ve eylem tutarsız ise, bu tür kişilikler ile vuslata gidilmez. Maddî zenginlik kötü bir durum değilken, sırf maddî zenginlik için çalışmak ve kazanca kalbin bağlanması tehlikelidir.

Bir insanın öz varlığı, kişiliği, onu kendisi yapan şahsiyeti, bu çizdiği hudutlar içerisinde zuhur etse gerek. Benlik anlamında “ben” birinci tekil şahıs iken, üçüncü şahıs tekil zamiri olan “Hû” ile ilintilidir. Doğru insan, “ben”cil olmayandır. Yûnus’un söylemiyle, “Bir ben vardır bende benden içeru”, “Hû” olsa gerek. Yûnus her daim Hû ile gezer olsa gerektir. Yoksa gönülde asılı olan kalpleri nasıl fethetsin?

Görünen o ki, kendine göre bir hâd/sınır çizen insan iki potansiyel durumu barındırıyor. Bunlardan biri kötülenen (âdi), diğeri övülen (aşkın)… İki potansiyel durumun varlık ve kabulü insanların söz ve eylem tutarlılığına göre değişir. Söz ve eylemi tutarlı ise ahlâkî ve dürüst, tutarsız ise aksi. Kötülenen/âdi yön enâniyet/benlik olarak nitelendirildiği gibi enâniyet/izâfî (aşkın) olarak hakikat anlamında da ifade edilmiştir.

Aşkın yönü “elif”in Allah(cc), insan ve ene/ego/benlik yönünün hakikat mânâsında Hû olduğunun delilidir. Bu delil adalet gerektirir. Hukuk bu minvâlde çalışırsa hakikat tecelli eder. Aksi durum zulümdür. İnsan, “ben” diye kendisini övmeye başladığında kötü bir davranış sergilemeye başlamış demektir. Bu yönüyle istenmedik eylem görülürken, insana varlık kazandıran insaniyete (nefs-i nâtıka) işaret etmesi, çokluktaki tekliğe giden elifin hak yolunu gösterir.


Ortak payda olan Hû, ihsan mâkâmının karşılığı olarak, insanın ne kadar değerli olduğu ve ne derece bir muhataplığa lâyık olduğunu da gösterir. Bu durum, Allah’ın (cc) Mutlak Zâtına işaret eder ki gayb ve sır perdesi buradan aralanır. Mutlak mânâda Zâta işaret edip sır perdesi aralanmaya başlıyorsa, bütün Esmâ ve Sıfatların da bâtını ve hakikati aralanıyor demektir. Yokluk âleminde (ruhlar) söz verip varlık âleminde (insan) eylem istenmesi tecelli ile taçlandırılmıştır.

Birinci tekil şahıs “ben”, üçüncü şahıs tekil zamiri olan Hû’ya işaret ederek Allah (cc) isminin “h(e)” harfi ile bağlantı kurar. Evrende her şey her şeyle irtibatlıdır. En azından dünyada bu durum her zaman görülür. Dünyanın manyetik alanı ve atmosferi bir bütünlük içinde iletişim ağı oluşturur. Salgın hastalıkların yayılması iletişimin ne derece kuvvetli olduğunu gösterir.    

Evrende yayılan bütün ışınlar aslında evrenin elektromanyetik dalgalar açısından büyük bir ortam olduğunun göstergesidir. Dünya’da ise atmosferde insan hayatının devamı için bir hava ortamı mevcût. İletişim hava taneciklerini ile ışık taneciklerini titreştirir. Daha doğru bir ifadeyle, sürekli titreşim hâlinde olan varlıklar iletişim ağı kurarlar. Bu titreşim evrende olduğu gibi insanda da ses olarak çıkar.

Bütün canlıların nefes alıp verirken çıkardıkları sesler aslında birbirlerine benzer. Çünkü bu benzerlik hava tanelerinin ve maddelerin titreşim sesidir. Bu ses senkronizedir ve harmonik bir durumdur. Harmonik ses “hû”dur. Bu harmonik “hû” sesi, Allah’ın (cc) bütün Esma ve Sıfatlarının bâtını ve hakikatinin de tecellisidir. Bu durumu kabullenen ve yaşayanlar, 7 milyar insan içinde acaba ne kadardırlar?

Bu öyle kolayca kat edilecek gibi durmuyor. En zirvedeki burçta samîmiyet gerekiyor. İnsanlardan bazıları akılları ile her şeyi yapabileceklerini düşünebilirler. Ancak kapalı kapılar ardına nasıl geçecekler?

Nokta

İşine geldiği gibi, günübirlik bir yaşam, hayatın mânâsı değildir. Bir mânâ, bir anlam icâzet istiyor. Harmoni, bir holistik eksene kayıp insan düşüşünün varlık olduğunu gösteriyor. Yok olan insan yine yok olacak; kalıcılık, bir anlam ile değer kazanır. Diğer bir ifadeyle, yoktan gelip var olmak ve âlemlere yâr olmak işte böyle bir şey!

Deneyim/görgü nasıl ki tecrübe olarak kabul görmüş bir kıyas/ölçü ise, benlik de böyle bir şey. İnsan ve insanlık başkaldırıp olmaz yollara girebiliyor. Olması gereken yollara girerse bütün dünya ve kendisi de huzur bulacak fakat nafile! Çünkü hırs, haset ve nefsine ağır gelen işler, insanı daha ağır işleri üstlenmeye mecbur ediyor. İnsanın böyle de bir yönü var maalesef.

Metre, ağırlık, saniye nasıl birer ölçü birimi ise, ışığın şiddeti (ışık akısı) ve sesin şiddetini de ölçen birer birim vardır. İnsan ortak değer olarak bunları kabul etmiştir. Benzer durumda benlik de bir ölçü birimi olarak kullanılabilir. Sanırız, olmak ve insan olmak, benliğin çizdiği hat ile ters orantılı olsa gerekir.   

Günümüzde bir mâkâma gelen, önemli bir mevki edinen bazı kişiler, “Buraların hâkimi benim” edâsıyla hareket edebiliyorlar. Bir kurumun kuruluşuna öncülük eden bir kişi, başlangıçta kendisini başkalarından ayrı görmezken, kurulduktan sonra bütün işleri ve yetkileri kendinde toplayarak kurumun mutlak hâkiminin kendisi olduğu zannına girebiliyor. Batı’da bu hususlarda çokça kitap bulmak mümkündür. Ancak bu kitapların büyük çoğunluğunun kişisel gelişim ve psikoloji ekseninde kaldığı ve hakikî kul olmaya dair veriler ortaya koyamadığı görülür. Üstelik benliğin ölçü alındığı ve Hû tecellisine hiç girilmediği de işin cabasıdır.

Bu tür çıkmaza girmeler, Batı’nın sık sık yaptığı hatâlardandır. Batı her şeyin (eşya, madde, olay) kaynağının yine kendisi olduğu mantığıyla hareket edebilmektedir. Varlık nedeni kendisinde olmayı kabul edecek kadar kıyastan uzak bir benlik eseriyle yaşam sürmektedir. Özellikle materyalistler, sebep-sonuç ilişkisine göre kodladıkları akıllarını hisler yönünden boşluğa salıvermiştir. Yaydan boşanmış at gibi bir sağa, bir sola kaçarcasına ilerlemektedir. Özellikle Batı fen bilimcileri, nedensellik ilkesinden öteye geçememişlerdir. Yorumlarken tarafsız olsalar ve objektif olarak bakabilseler, doğru bir sonuca ulaşma ihtimâlini de kapamış olmazlar. Egemen gücün kendilerine çizdiği kalıpların dışına çıkamıyorlar.

Her şeyin bir plân ve proje çerçevesince işlediği esasını kabul edip, evrenin, galaksilerin ve atom altı âlemlerin bir projesinin olduğunu görüp, bunun nedeninin büyük bir akılda bulunduğunu görememek, hukukî olmadığı gibi adaletli de değildir. Her şeyin tâbi olduğu yaratılış kanununa alternatif yollar çizmek, çıkmaz sokaktır. Buradan çıkacak bir yol görünmüyor. Güçlünün haklı olduğu mantığından ileri gidilmiyor.

Oysa benliğin çizebileceği doğru bir çerçeve ile işlerin objektif olarak ele alınması, üzerinde madde-mânâ geçişinin sağlanması, kavramsal ölçülerin konulması akademik anlamda ihtiyaçtır. Batı bu anlamda bir eser koymak için dükkânında raf bulundurmuyor. Doğu ise raflardaki bu değerini satışa sunamıyor. Batı’dan gelen her düşünce ve akıma kendisini kaptırmaksa çıkar yol değildir.  

Kişinin kendisini övmesi ahlâkî anlamda kötü bir davranış olduğu gibi, özellikle her işte kendisini ileri sürerek “ben” demesi de doğru bir tutum değildir. Bu durum, “Başkası değil” durumunu da içerir. Ben/cil insanda mânâ kaybolur.

Benliğin ölçü birimi olarak ele alınmasıyla zât ve sıfat değişimi doğru anlaşılır ve özne doğru tespit edilir. Her canlının nefes alıp verdiğinde “hû” sesini çıkarması, var olmanın delili, Rabbin eseri ve kader kaleminin ucudur. Klâsik düzeyde hemen hemen bütün sistemlerin çalıştığının formüller şeklindeki gösterim plânının birer dalga ve düzen formunda birliği işaret etmesi tesadüf olmasa gerekir. Mekanik, elektrik ve kuantum olaylarda bu durumlar sıkça insanlığın önüne çıkmaktadır. En azından matematik gösterimlerinin benzerliklerinin ortaya konulması hem ahlâkî, hem de adaletli olanken, şiddetle bundan kaçılması ise kabul edilebilir durum değildir.

İnsan, benliği/eneyi/egoyu doğru ölçü birimi olarak kullanıma alırsa, her şeyi var eden hakikate erişir. Cehaletin prangasından, zulmün parmaklıklarından sıyrılıp kuşlar gibi hür uçabilir. Nokta ile varlık âlemine düşen insanoğlu, mânâ ile yükselişe geçer. İnsan, benlik sınırını daraltarak insanlık sınırını genişletir. Ölümlü olması, kişinin şahsında bir limit durumunun hakikatte olmadığını gösterir.

Varlık âleminde zât düşer, sıfatlar görülür. İnsan benlik ile sıfatları okur ve zâta geçer. Bu dünyada sıfatlar zâttan daha fazla hak sahibiyken, bu hakkın tamamının da zâta ait olduğunun idraki gerekir. Nokta sıfatı bu âlemde varlıkların temsilcisi iken, insan benliğini eritip hakikat okyanusunda zâta bu sıfatlar merdiveniyle çıkar. Benlik, ince bir ip ve nazik bir eliftir.