DÜŞÜNMEK, insanı
diğer canlılardan ayıran en önemli melekelerden biridir. Akıl ise insanı
sorumlu kılan bir temyiz gücüdür. Temyiz kudretine sahip kimse “akil kişi” olarak
bilinir. Hakikat ve marifet mertebesine erişen kişiye ise “arif” denir.
Varlık hakkında düşünme işi
insanlara mahsustur. Düşünmede mihenk taşı kıyası ve kıyas türlerini bilmektir.
Farklı olanları ayırt/idrak etmek temyiz anlamına gelir. Farkın ortaya konulması,
farkındalık veya aynı mihenge göre noksanlık veya fazlalık olarak da
görülebilir. Bu mânâdaki farklılığın idrak edilmesi bilimsel bilgi ve verilerin
toplanmasında işe yarar. Diğer bir ifadeyle, bilimsel görüş bu şekildeki
farklılıkların derecesine göre oluşur.
Eğer farklılık farklı mihenk
noktasına göre olursa, o zamanda var olanlara farklı pencereden bakılmış
olunur. Ancak bu farklı bakış, varlığın mahiyet ve özelliğinde bir değişiklik
oluşturmaz. Aynı mihenk noktasına göre fazlalık veya noksanlık ile farklı
mihenk noktasından bakış, aynı şeyler olarak görülmemelidir.
Birincisinde bağımsız bir değişkene
göre noksanlık/fazlalık söz konusu iken, ikincisinde ise bakış değişikliği söz
konusudur. Birinci durum hikmet ve hakikate giderken, ikincisi sadece dar
felsefe çerçevesinde kalır. Durum bu şekilde olduğunda, aynı mihenk/referans
noktasına göre noksanlık veya fazlalıklar kıyas kavramı kapsamına girerken
diğer durumlar girmez. Günümüz dünyasında bu iki bakış ölçüsü aşırı derecede
karıştırılmaktadır.
Bu ölçünün karıştırılması öyle
tehlikelidir ki “bana göre”, “sana göre” gibi felsefik kavramlar uluorta
konuşulurken akıl ile kıyas yapmak perdelenmektedir. Oysa kişilere göre olan
bakış zorunlu değilken, aklı kullanarak ve kıyas yaparak düşünmek zorunludur.
Her insan, kendisine akıl ve düşünme melekesini veren Yüce Varlığı bulmakla
yükümlüdür.
Zorunlu hâlin idrakinde olan kişi ariftir.
Arif olan insanın bilgisi ise marifettir. Marifet, felsefede “bilgi” mânâsında kullanılırken
hikmette “Yüce Yaratıcıya dair bilgiyi, bütün varlık ve olayların mahiyeti
hakkındaki malûmatı” ifade eder.
Hikmet penceresinden odaklanılarak
bakıldığında, Allah’ı (cc) fiil, isim, vasıf, sıfat ve şe’n gibi sonsuz kemâlde
olduğunu bilmek olarak Marifetullah görülür. Bu pencereden bakıldığında kıyas
olarak bakmanın, bilimin Marifetullah düzeylerini bilme zorunluluğu olduğu
ortaya çıkar. Yani gerçek bilim insanlarının Yüce Yaratıcıyı tanıması ve
bilmesi zorunlu görülür. Diğer bir ifadeyle, evrendeki varlıklara bakan her
insanın her şeyde Yüce Yaratıcının varlığına pencere açması zorunlu hâl alır. Bu
mânâdaki bilim/ilim, Müslümanın yitik malıdır.
“Evrendeki bilgiye sadece akılla
ulaşılır” diyen Batı felsefesinin bu tek gözlü bakışı, bilimi sadece
sebep-sonuç ikilemine hapsetmekten kaynaklanıyor. Elbette bilim tek doğruya
işaret edecektir, ancak bilim insanlarının yorum farklılıkları giderek artan
makasa rücu eder. Yorum farklılığının hedefinde ise varlığa noksan ve fazlalık
oluşturmayacak şekilde farklı konumlardan statik (statükocu) bakış dayatılıyor.
Bu dayatma, tam olarak bilim dışı bir yaklaşımdır.
Felsefe, kalıp görüşlerin dışına
çıkıp aklı kullanarak düşünme ölçütlerini genişlettikçe hikmet yoluna girmiş
olur. Böylece felsefe ve hikmet aynı gerçeği bulma amacında arkadaş olurlar.
Birisi delil yolunu kullanarak, diğeri ise akıl, duygu ve hayâl gibi yolları kullanarak
aynı gerçeğe ulaşırlar.
Batı’da, genelde felsefe belli
kalıplar içerisinde konuşlandırıldığından yaygın olarak hikmetten farklı olarak
tali yollara sapmalar sıklıkla yaşanır. Burada ciddî yol ayrımının yaşanması, Batı
felsefesinin anlayış ve prangalarından kurtulamamanın bir neticesidir. Bu durum
varlıklara bakış ile ilişkilidir.
Evrendeki varlıklara bakma
ölçüsünden hareket edilmesi, bir çeşit işretlerden yolu bulmak yöntemidir. Bu
tür yolda ilerleyiş aslında bir nevi okuma işlevi olarak da anlaşılabilir.
Maddî bir iş, zihnî bir faaliyet ve çabada izlenen düzenli yol/yöntem “sanat”
olarak tanımlanır. Varlık âlemindeki bu tür sanatın bilinmesi, sanat eserinin
de bilinmesini ortaya koyar. Sanat eserinin bilinmesi ise sanatkârın da
bilinmesi anlamına gelir. Tam da bu aşamada felsefe ve hikmetin yolları
ayrılabilir de, birleşebilir de. Bunu felsefenin varlık ve sanat eserine bakışı
ortaya koyar. Hikmet her zaman gerçekte ilerlerken, felsefede ayrılmalar
yaşanabilir.
İşaretler
Tek başına bir anlam ifade etmeyen
isim ve fiil gibi kelimelerin anlamlarını göstermeye yarayan işaret harf iken,
bir mânâya tek başına işaret eden kelime ise isimdir. Bu ölçüye göre harfin bizzat
ve tek başına bir mânâsı olmayıp başkasının mânâsına hizmetkâr olduğunu
söylemek yanlış olmaz. Bu nedenle felsefe ve hikmetin ayrılma noktası açıkça
ortaya çıkar.
Buradan hareketle, bir şeyin kendi
zatına ve şahsına bakan ciheti “mânâ-i ismi”, başkasının bilinmesine hizmet
etmek, başkasının mânâsını göstermek ise “mânâ-i harfi” olarak düşünülür. Felsefe,
evren ve varlıklara mânâ-i ismi penceresinden baktığında kendisine aitmiş gibi
görürken, hikmet mânâ-i harfi penceresinden bütün kâinata Yüce Yaratıcı
hesabına ve Allah’ın (cc) sanatı ve eseri nazarı ile bakarak felsefeden
üstünlüğünü ortaya koyar. Bu ölçeğe göre bakışın değişmesi doğru bir ifadedir.
Felsefe hikmetin yoluna girdiğinde
ayrışma da ortadan kalkar. Tek başına felsefe denizinde yolunu kaybeden bir
kişinin olayı bütün insanlığa yayması doğru değildir. Felsefe, insana ve
insanlığa hizmet ettiği sürece gerçek bir sorun da olmaz. Diğer bir ifadeyle,
doğru kaynaklara ulaşamayan, derinlikli bir düşüncesi olmayan veya doğru
ölçülere ulaşamayan bireylerin varlığını felsefeye tamamen olumsuz bakışın
nedeni olarak görmek, ne derece makbul bir tutum olabilir? Bu ölçeğe göre
bakıldığında, tanıma ve bilme marifet, Yüce Yaratıcıyı Kur’ân'ın bildirdiği
ölçülerde tanıma, bilme ve İlâhî hakikatlere vâkıf olmaksa Marifetullah olarak
görebilir. Çünkü her şeyi kuşatan bilim/ilim kavramlarının özü, mayası ve ruhu
Marifetullah’tır.
Mümin bir kişinin Yüce Yaratıcı Rahmân
ve Rahîm olarak Allah’ı (cc) tanıması gerekir. Bu tanıma işlevini “Yaratan
Rabbinin ismiyle oku!” (Alâk, 1) şeklinde görmek isabetli olur. Hikmet bu
uğurda yol alır. Felsefe de bu okuma biçimine yol verdiği müddetçe sorun olmaz.
Bazı delil ve kanıtlar vardır ki
inkârı mümkün olmaz. Bir taşıta nereden bakıldığı önemlidir. Aynı hızda ve aynı
yönde giden iki taşıtın birinden diğerine bakıldığında duruyormuş gibi
görünürken, ters yönde bakılırsa iki katı hızda görülür. Ancak ışık hızına
nereden bakılırsa bakılsın hız algısı değişmeyecektir. O hep ışık hızı
olacaktır. Bu nedenle ışık, Marifetullah’ın delillerinden biridir. Bu tarz
delil yolunda ilerlemek, aslında iman yolu olup tahkikî ölçüde ilerlemek olur.
Bu nedenle marifet ve muhabbet insanı gerçeğe çıkarır. Bu düzeydeki bir
muhabbet, hakikate uçmak olur.
Muhabbet bizim kültürümüzde
ağırlığı yüksek olan bir kavramdır. Muhabbetin nedenleri menfaat, lezzet, hayır
işleri ve kemâl dereceleri olabilir. Bunlar arasında sadece Marifetullah’a ulaştıran
muhabbet makbul olandır; lezzet de buradan ileri gelir zaten. İnsanlar gıybet
etmeye başladıklarında muhabbetten hâsıl olan lezzet kaçar.
İnsanların çok büyük kısmı hakikat
ilminin peşindedir. Buna erişmenin tek yolu ise O’nun marifetini kazanmakla
mümkündür. Çünkü bu durum fiil, isim ve sıfatların aşikâr oluşuna şahitlik
etmekle bağlantılıdır.
Tanıklık
Yukarıda değinildiği üzere sanat
eseri ve ışık, tesadüfü imkânsız olaylardan sadece iki tanesidir. Bu tür
olaylara şahitlik edilmesi çoğaldıkça öğrenmek de o derece gerçekleşmiş olur. Bilim
ve felsefe akla kuvvet, kalbe gıda oldukça ruh bakımı da güzel olur.
Başta belirtildiği üzere, kişinin varlık
üzerinde akıl çalıştırarak düşünme ve kıyas yoluyla bilmek zorunda olduğu yeri
bünyesi kabul eder. Aksi durumda dışarı atılır. İnsanın en rahat ettiği yer
kendi evidir. Benzer şekilde fikir ve düşünce âleminde de en rahat edilen yer,
kıyas yoluyla ortaya koyduğu bilgi ve gerçeklerdir.
Bütün gerçekler birbirini destekler
veya birbirini gösterirler. Diğer bir ifadeyle, evrendeki varlıkları her
hareket, özellik, donanım, öz ve hâsılı birbirine işaret eder. Bu işaretlerin
her birinden ışık, hava ve su misali güvenilir şahitler görülür. Yolu gösteren
bu şahitler, okunan kitabın kelimeleridir. Evren ve varlıklara dair bu
işaretler birer mânâ-i harfi hükmünde Yüce Yaratıcıyı gösterirler.
Bu uğurdaki bir insanın korku
içinde olması mümkün değildir. Her bir gerçek diğer bir gerçeği gösterdiği gibi
ayrıca onun delili de olması nedeniyle günümüz dünyasında her bir fen ve
matematik kavramının tek bir denkleme indirgenme işlemine olan gayret, bunun
sadece bir yansımasıdır.
Evrendeki varlıkların yapısı iyi
idrak edildiğinde, Yüce Yaratıcı hakkında da bilgi daha doğru olur. İnsanların
algılama ve anlama düzeyleri aynı olmadığından, her bir varlıktan farklı
gerçekler idrak etmek normaldir. Farklı insanların gördüğü gerçeklerin hiçbiri
birbiri ile çelişmez. İşte evrendeki varlık âlemine hikmet penceresinden bakış
bu şekildedir ve arif olanlar böyle görürler. Âlim olanlar ise akıl, düşünce ve
zihnî faaliyetle bilirken, ahlâkî ve manevî arınma zorunluluğu gözetmezler. Bu
nedenle varlıkları hakkındaki malûmatın sadece bilgi bazında kalıp âlim
olanlarca anlaşılması odak noktası olduğunda, felsefe ile birlikteliğe yol
açılır.
Felsefe, varlık üzerinde düşünmeyi
amaç ediniştir. Hikmet de varlık üzerinde düşünme, araştırma ve incelemeyi
desteklediği için akıl yürütmek ve kıyas yapmak zorunlu hâl alır. Gerek
görerek, gerek düşünerek elde edilen bilgilerin mihenk taşı, kıyas yaparak
bilgi elde etmektir. Bu durumun zorunlu hâl almasındaki en önemli nedenlerden
biri, kıyasa dayalı olarak elde edilen bilginin delil niteliği taşımasıdır. Akıl
yürütmek kıyas yapabilmek olduğundan, buradaki kıyas yapabilmeyi özellikle aynı
mihenge göre noksanlık veya fazlalık olarak bilmek gerekir. Bunun detayını,
bağımsız bir değişkene göre iki farklı durumun karşılaştırmasından ortaya çıkan
fark olarak anlamak gerekir. Bu durum ise tam anlamıyla bilimsel bilginin delil
niteliğindeki karşılığıdır. Böyle bir düşünce sistemine aslında dünyada hiçbir fikir
ve medeniyet karşı çıkmamalıdır. Lâkin delil niteliğindeki bu verilerin
yorumlanmasında insanların görüşlerinin karışması veya kişilerin görüşlerinin
bilimsel verilerden ortaya çıktığını dile getirmeleri gibi yanlış durumlar
yatmaktadır.
Sormaktan, araştırmaktan,
düşünmekten ve akılcı davranmaktan korkmak ve çekinmek akıl kârı değildir.
Bilakis doğru mihenk ile karşılaştırma yapmak teşvik edilmeli, hazır bilgi
çerçevesinde kalınmamalıdır. Zihin ve kültürel kapasite bu tarz bir yöntemle güçlendirilir
ve kalıcı kılınır. Akla uygun olmayan bilginin hikmete uygun olacağını düşünmek
doğru değildir.
Doğru algılama, anlama ve
değerlendirme ancak doğru ölçü ile elde edilir. Doğru ölçü ile gelişmek hem
bireyin, hem de toplumun zihin sağlığı açısından gereklidir. Bu gereklilik
anlaşılmadığı zaman toplum içerisinde keskin ve sert ayrışmalar yaşanır.
O zaman yapılması gereken bunlar
ise, dış dünyada zatı ve mahiyeti bulunan her şey varlık olarak görülmelidir.
Daha geniş anlamda bakıldığında ise, dış dünyada zatı ve mahiyeti bulunmayan
ancak gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel olanlar da varlık çerçevesine dâhil
edilmelidir. Batı medeniyetlerinin yanılgılarından biri de işte bu varlık
çerçevesine şimdilik dâhil olmamış olanları düşünme ve akıl erdirmeye
almamalarıdır.
Varlık, her nesne, canlı ve insan
tarafından iç ve dış duyu organları ile algılanabilir, anlaşılabilir ve akıl
edilir mahiyette görülmelidir. Bu nitelikteki varlık ilk maddeye benzer. Bu
nedenle inkârcı evrim anlayışı imkânsız bir hâl alır. Felsefenin bu çukura
düşmesi hikmetten ayrıldığında gerçekleşir.
Bir canlı varlığın hayatını devam
ettirmesi, hayatta kalması ve soyunu devam ettirmesi, sadece ve sadece bir
amaca yönelik olarak çalışmasıyla mümkündür. Bu mümkün hâl geçmiş, şimdiki ve
gelecek zamanı da kapsayan geniş bir yelpazede görülmelidir. Çünkü şimdiki varlık
sadece “mümkün” olmuş varlık demektir. İleride mümkün olacak olanlar ise gelecek
nesilleri temsil eder. Mümkünken bunun gerçekleşmediği ve şimdilik zat ve
mahiyet itibariyle bulunmayanların mutlaka daha başka bir mümkün için sırada
bekletildiği idrakten uzak tutulmamalıdır.
Kıyas ile akıl yürüterek düşünmenin fennî, sosyal ve toplumsal olaylar hakkında zat ve mahiyet içerikli veriler toplayarak olaylara bakmayı gerekli kılar. Bu nedenle Müslümanların fen, bilim ve teknoloji alanlarında ileri düzeylerde olmaları gerekir. Eğer böyle bir durum yok ise, emredilenin ne derece eylem olarak gerçekleştiğinin bir ölçüsü olarak görmek gerekir. Hata ve noksanlık insanlarda aranmalı, emir ve hikmette değil.