Medeniyet inşâsında ölçü (32)

Hikmet penceresinden odaklanılarak bakıldığında, Allah’ı (cc) fiil, isim, vasıf, sıfat ve şe’n gibi sonsuz kemâlde olduğunu bilmek olarak Marifetullah görülür. Bu pencereden bakıldığında kıyas olarak bakmanın, bilimin Marifetullah düzeylerini bilme zorunluluğu olduğu ortaya çıkar.

DÜŞÜNMEK, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli melekelerden biridir. Akıl ise insanı sorumlu kılan bir temyiz gücüdür. Temyiz kudretine sahip kimse “akil kişi” olarak bilinir. Hakikat ve marifet mertebesine erişen kişiye ise “arif” denir.

Varlık hakkında düşünme işi insanlara mahsustur. Düşünmede mihenk taşı kıyası ve kıyas türlerini bilmektir. Farklı olanları ayırt/idrak etmek temyiz anlamına gelir. Farkın ortaya konulması, farkındalık veya aynı mihenge göre noksanlık veya fazlalık olarak da görülebilir. Bu mânâdaki farklılığın idrak edilmesi bilimsel bilgi ve verilerin toplanmasında işe yarar. Diğer bir ifadeyle, bilimsel görüş bu şekildeki farklılıkların derecesine göre oluşur.

Eğer farklılık farklı mihenk noktasına göre olursa, o zamanda var olanlara farklı pencereden bakılmış olunur. Ancak bu farklı bakış, varlığın mahiyet ve özelliğinde bir değişiklik oluşturmaz. Aynı mihenk noktasına göre fazlalık veya noksanlık ile farklı mihenk noktasından bakış, aynı şeyler olarak görülmemelidir.      

Birincisinde bağımsız bir değişkene göre noksanlık/fazlalık söz konusu iken, ikincisinde ise bakış değişikliği söz konusudur. Birinci durum hikmet ve hakikate giderken, ikincisi sadece dar felsefe çerçevesinde kalır. Durum bu şekilde olduğunda, aynı mihenk/referans noktasına göre noksanlık veya fazlalıklar kıyas kavramı kapsamına girerken diğer durumlar girmez. Günümüz dünyasında bu iki bakış ölçüsü aşırı derecede karıştırılmaktadır.

Bu ölçünün karıştırılması öyle tehlikelidir ki “bana göre”, “sana göre” gibi felsefik kavramlar uluorta konuşulurken akıl ile kıyas yapmak perdelenmektedir. Oysa kişilere göre olan bakış zorunlu değilken, aklı kullanarak ve kıyas yaparak düşünmek zorunludur. Her insan, kendisine akıl ve düşünme melekesini veren Yüce Varlığı bulmakla yükümlüdür.

Zorunlu hâlin idrakinde olan kişi ariftir. Arif olan insanın bilgisi ise marifettir. Marifet, felsefede “bilgi” mânâsında kullanılırken hikmette “Yüce Yaratıcıya dair bilgiyi, bütün varlık ve olayların mahiyeti hakkındaki malûmatı” ifade eder.

Hikmet penceresinden odaklanılarak bakıldığında, Allah’ı (cc) fiil, isim, vasıf, sıfat ve şe’n gibi sonsuz kemâlde olduğunu bilmek olarak Marifetullah görülür. Bu pencereden bakıldığında kıyas olarak bakmanın, bilimin Marifetullah düzeylerini bilme zorunluluğu olduğu ortaya çıkar. Yani gerçek bilim insanlarının Yüce Yaratıcıyı tanıması ve bilmesi zorunlu görülür. Diğer bir ifadeyle, evrendeki varlıklara bakan her insanın her şeyde Yüce Yaratıcının varlığına pencere açması zorunlu hâl alır. Bu mânâdaki bilim/ilim, Müslümanın yitik malıdır.

“Evrendeki bilgiye sadece akılla ulaşılır” diyen Batı felsefesinin bu tek gözlü bakışı, bilimi sadece sebep-sonuç ikilemine hapsetmekten kaynaklanıyor. Elbette bilim tek doğruya işaret edecektir, ancak bilim insanlarının yorum farklılıkları giderek artan makasa rücu eder. Yorum farklılığının hedefinde ise varlığa noksan ve fazlalık oluşturmayacak şekilde farklı konumlardan statik (statükocu) bakış dayatılıyor. Bu dayatma, tam olarak bilim dışı bir yaklaşımdır.

Felsefe, kalıp görüşlerin dışına çıkıp aklı kullanarak düşünme ölçütlerini genişlettikçe hikmet yoluna girmiş olur. Böylece felsefe ve hikmet aynı gerçeği bulma amacında arkadaş olurlar. Birisi delil yolunu kullanarak, diğeri ise akıl, duygu ve hayâl gibi yolları kullanarak aynı gerçeğe ulaşırlar.

Batı’da, genelde felsefe belli kalıplar içerisinde konuşlandırıldığından yaygın olarak hikmetten farklı olarak tali yollara sapmalar sıklıkla yaşanır. Burada ciddî yol ayrımının yaşanması, Batı felsefesinin anlayış ve prangalarından kurtulamamanın bir neticesidir. Bu durum varlıklara bakış ile ilişkilidir.

Evrendeki varlıklara bakma ölçüsünden hareket edilmesi, bir çeşit işretlerden yolu bulmak yöntemidir. Bu tür yolda ilerleyiş aslında bir nevi okuma işlevi olarak da anlaşılabilir. Maddî bir iş, zihnî bir faaliyet ve çabada izlenen düzenli yol/yöntem “sanat” olarak tanımlanır. Varlık âlemindeki bu tür sanatın bilinmesi, sanat eserinin de bilinmesini ortaya koyar. Sanat eserinin bilinmesi ise sanatkârın da bilinmesi anlamına gelir. Tam da bu aşamada felsefe ve hikmetin yolları ayrılabilir de, birleşebilir de. Bunu felsefenin varlık ve sanat eserine bakışı ortaya koyar. Hikmet her zaman gerçekte ilerlerken, felsefede ayrılmalar yaşanabilir.

 

İşaretler

Tek başına bir anlam ifade etmeyen isim ve fiil gibi kelimelerin anlamlarını göstermeye yarayan işaret harf iken, bir mânâya tek başına işaret eden kelime ise isimdir. Bu ölçüye göre harfin bizzat ve tek başına bir mânâsı olmayıp başkasının mânâsına hizmetkâr olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu nedenle felsefe ve hikmetin ayrılma noktası açıkça ortaya çıkar.

Buradan hareketle, bir şeyin kendi zatına ve şahsına bakan ciheti “mânâ-i ismi”, başkasının bilinmesine hizmet etmek, başkasının mânâsını göstermek ise “mânâ-i harfi” olarak düşünülür. Felsefe, evren ve varlıklara mânâ-i ismi penceresinden baktığında kendisine aitmiş gibi görürken, hikmet mânâ-i harfi penceresinden bütün kâinata Yüce Yaratıcı hesabına ve Allah’ın (cc) sanatı ve eseri nazarı ile bakarak felsefeden üstünlüğünü ortaya koyar. Bu ölçeğe göre bakışın değişmesi doğru bir ifadedir.

Felsefe hikmetin yoluna girdiğinde ayrışma da ortadan kalkar. Tek başına felsefe denizinde yolunu kaybeden bir kişinin olayı bütün insanlığa yayması doğru değildir. Felsefe, insana ve insanlığa hizmet ettiği sürece gerçek bir sorun da olmaz. Diğer bir ifadeyle, doğru kaynaklara ulaşamayan, derinlikli bir düşüncesi olmayan veya doğru ölçülere ulaşamayan bireylerin varlığını felsefeye tamamen olumsuz bakışın nedeni olarak görmek, ne derece makbul bir tutum olabilir? Bu ölçeğe göre bakıldığında, tanıma ve bilme marifet, Yüce Yaratıcıyı Kur’ân'ın bildirdiği ölçülerde tanıma, bilme ve İlâhî hakikatlere vâkıf olmaksa Marifetullah olarak görebilir. Çünkü her şeyi kuşatan bilim/ilim kavramlarının özü, mayası ve ruhu Marifetullah’tır.

Mümin bir kişinin Yüce Yaratıcı Rahmân ve Rahîm olarak Allah’ı (cc) tanıması gerekir. Bu tanıma işlevini “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (Alâk, 1) şeklinde görmek isabetli olur. Hikmet bu uğurda yol alır. Felsefe de bu okuma biçimine yol verdiği müddetçe sorun olmaz.

Bazı delil ve kanıtlar vardır ki inkârı mümkün olmaz. Bir taşıta nereden bakıldığı önemlidir. Aynı hızda ve aynı yönde giden iki taşıtın birinden diğerine bakıldığında duruyormuş gibi görünürken, ters yönde bakılırsa iki katı hızda görülür. Ancak ışık hızına nereden bakılırsa bakılsın hız algısı değişmeyecektir. O hep ışık hızı olacaktır. Bu nedenle ışık, Marifetullah’ın delillerinden biridir. Bu tarz delil yolunda ilerlemek, aslında iman yolu olup tahkikî ölçüde ilerlemek olur. Bu nedenle marifet ve muhabbet insanı gerçeğe çıkarır. Bu düzeydeki bir muhabbet, hakikate uçmak olur.

Muhabbet bizim kültürümüzde ağırlığı yüksek olan bir kavramdır. Muhabbetin nedenleri menfaat, lezzet, hayır işleri ve kemâl dereceleri olabilir. Bunlar arasında sadece Marifetullah’a ulaştıran muhabbet makbul olandır; lezzet de buradan ileri gelir zaten. İnsanlar gıybet etmeye başladıklarında muhabbetten hâsıl olan lezzet kaçar.  

İnsanların çok büyük kısmı hakikat ilminin peşindedir. Buna erişmenin tek yolu ise O’nun marifetini kazanmakla mümkündür. Çünkü bu durum fiil, isim ve sıfatların aşikâr oluşuna şahitlik etmekle bağlantılıdır.

Tanıklık

Yukarıda değinildiği üzere sanat eseri ve ışık, tesadüfü imkânsız olaylardan sadece iki tanesidir. Bu tür olaylara şahitlik edilmesi çoğaldıkça öğrenmek de o derece gerçekleşmiş olur. Bilim ve felsefe akla kuvvet, kalbe gıda oldukça ruh bakımı da güzel olur.

Başta belirtildiği üzere, kişinin varlık üzerinde akıl çalıştırarak düşünme ve kıyas yoluyla bilmek zorunda olduğu yeri bünyesi kabul eder. Aksi durumda dışarı atılır. İnsanın en rahat ettiği yer kendi evidir. Benzer şekilde fikir ve düşünce âleminde de en rahat edilen yer, kıyas yoluyla ortaya koyduğu bilgi ve gerçeklerdir.

Bütün gerçekler birbirini destekler veya birbirini gösterirler. Diğer bir ifadeyle, evrendeki varlıkları her hareket, özellik, donanım, öz ve hâsılı birbirine işaret eder. Bu işaretlerin her birinden ışık, hava ve su misali güvenilir şahitler görülür. Yolu gösteren bu şahitler, okunan kitabın kelimeleridir. Evren ve varlıklara dair bu işaretler birer mânâ-i harfi hükmünde Yüce Yaratıcıyı gösterirler.

Bu uğurdaki bir insanın korku içinde olması mümkün değildir. Her bir gerçek diğer bir gerçeği gösterdiği gibi ayrıca onun delili de olması nedeniyle günümüz dünyasında her bir fen ve matematik kavramının tek bir denkleme indirgenme işlemine olan gayret, bunun sadece bir yansımasıdır.

Evrendeki varlıkların yapısı iyi idrak edildiğinde, Yüce Yaratıcı hakkında da bilgi daha doğru olur. İnsanların algılama ve anlama düzeyleri aynı olmadığından, her bir varlıktan farklı gerçekler idrak etmek normaldir. Farklı insanların gördüğü gerçeklerin hiçbiri birbiri ile çelişmez. İşte evrendeki varlık âlemine hikmet penceresinden bakış bu şekildedir ve arif olanlar böyle görürler. Âlim olanlar ise akıl, düşünce ve zihnî faaliyetle bilirken, ahlâkî ve manevî arınma zorunluluğu gözetmezler. Bu nedenle varlıkları hakkındaki malûmatın sadece bilgi bazında kalıp âlim olanlarca anlaşılması odak noktası olduğunda, felsefe ile birlikteliğe yol açılır.

Felsefe, varlık üzerinde düşünmeyi amaç ediniştir. Hikmet de varlık üzerinde düşünme, araştırma ve incelemeyi desteklediği için akıl yürütmek ve kıyas yapmak zorunlu hâl alır. Gerek görerek, gerek düşünerek elde edilen bilgilerin mihenk taşı, kıyas yaparak bilgi elde etmektir. Bu durumun zorunlu hâl almasındaki en önemli nedenlerden biri, kıyasa dayalı olarak elde edilen bilginin delil niteliği taşımasıdır. Akıl yürütmek kıyas yapabilmek olduğundan, buradaki kıyas yapabilmeyi özellikle aynı mihenge göre noksanlık veya fazlalık olarak bilmek gerekir. Bunun detayını, bağımsız bir değişkene göre iki farklı durumun karşılaştırmasından ortaya çıkan fark olarak anlamak gerekir. Bu durum ise tam anlamıyla bilimsel bilginin delil niteliğindeki karşılığıdır. Böyle bir düşünce sistemine aslında dünyada hiçbir fikir ve medeniyet karşı çıkmamalıdır. Lâkin delil niteliğindeki bu verilerin yorumlanmasında insanların görüşlerinin karışması veya kişilerin görüşlerinin bilimsel verilerden ortaya çıktığını dile getirmeleri gibi yanlış durumlar yatmaktadır.

Sormaktan, araştırmaktan, düşünmekten ve akılcı davranmaktan korkmak ve çekinmek akıl kârı değildir. Bilakis doğru mihenk ile karşılaştırma yapmak teşvik edilmeli, hazır bilgi çerçevesinde kalınmamalıdır. Zihin ve kültürel kapasite bu tarz bir yöntemle güçlendirilir ve kalıcı kılınır. Akla uygun olmayan bilginin hikmete uygun olacağını düşünmek doğru değildir.

Doğru algılama, anlama ve değerlendirme ancak doğru ölçü ile elde edilir. Doğru ölçü ile gelişmek hem bireyin, hem de toplumun zihin sağlığı açısından gereklidir. Bu gereklilik anlaşılmadığı zaman toplum içerisinde keskin ve sert ayrışmalar yaşanır. 

O zaman yapılması gereken bunlar ise, dış dünyada zatı ve mahiyeti bulunan her şey varlık olarak görülmelidir. Daha geniş anlamda bakıldığında ise, dış dünyada zatı ve mahiyeti bulunmayan ancak gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel olanlar da varlık çerçevesine dâhil edilmelidir. Batı medeniyetlerinin yanılgılarından biri de işte bu varlık çerçevesine şimdilik dâhil olmamış olanları düşünme ve akıl erdirmeye almamalarıdır.

Varlık, her nesne, canlı ve insan tarafından iç ve dış duyu organları ile algılanabilir, anlaşılabilir ve akıl edilir mahiyette görülmelidir. Bu nitelikteki varlık ilk maddeye benzer. Bu nedenle inkârcı evrim anlayışı imkânsız bir hâl alır. Felsefenin bu çukura düşmesi hikmetten ayrıldığında gerçekleşir.

Bir canlı varlığın hayatını devam ettirmesi, hayatta kalması ve soyunu devam ettirmesi, sadece ve sadece bir amaca yönelik olarak çalışmasıyla mümkündür. Bu mümkün hâl geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanı da kapsayan geniş bir yelpazede görülmelidir. Çünkü şimdiki varlık sadece “mümkün” olmuş varlık demektir. İleride mümkün olacak olanlar ise gelecek nesilleri temsil eder. Mümkünken bunun gerçekleşmediği ve şimdilik zat ve mahiyet itibariyle bulunmayanların mutlaka daha başka bir mümkün için sırada bekletildiği idrakten uzak tutulmamalıdır.

Kıyas ile akıl yürüterek düşünmenin fennî, sosyal ve toplumsal olaylar hakkında zat ve mahiyet içerikli veriler toplayarak olaylara bakmayı gerekli kılar. Bu nedenle Müslümanların fen, bilim ve teknoloji alanlarında ileri düzeylerde olmaları gerekir. Eğer böyle bir durum yok ise, emredilenin ne derece eylem olarak gerçekleştiğinin bir ölçüsü olarak görmek gerekir. Hata ve noksanlık insanlarda aranmalı, emir ve hikmette değil.