Medeniyet inşâsında ölçü (28)

Elif noktadan çembere kadar kuşatıcı bir hattı çizerken, sosyal anlamda birlik, toplayıcılık ve cem olarak görülebilir. Tekil olarak bireyin hürriyetine odaklanılması gerektiğini işaret eder. Her şeyin yaratılması ve ayakta durmasını gösterir.

VÜCUT içerisindeki canlı dokulara yerleştirilen cansız maddelere “implant” denir. Bunlar daha çok, eksik olan bir veya birkaç dişi tamamlamak için çene kemikleri içine açılan yuvaya yerleştirilen paslanmaz titanyum veya kök şeklindeki yapılardır. Günlük hayattaki bu kullanım, “implant” kelimesinin diğer anlamlarını kavramada insanları yanıltmamalıdır.

Canlı dokulara yerleştirilen maddelerin genel adının “implant” olduğundan hareketle, ilginç bir anlam ve kavram, insan üremesi için de kullanılıyor. Şöyle ki, anne ve babadan gelen hücrelerin birleşmesi sonucu oluşan zigotun çoğalması, “embriyo” (cenin) olarak isimlendirilir; embriyonun uterusa (rahim) yapıştığı üreme aşaması ise “implantasyon” olarak tanımlanır.

İnsan hücrelerinin ilk birleşimi “blastosist”, ilk hücrelerin birleşim sonucu oluşması “zigot”, zigotun çoğalması “embriyo” ve gebeliğin ilk başlangıcı “desidüa” olarak isimlendirilir ki bunu görmek gerekir. Bu ilk üç aşamada döllenmiş hücreyi uterusta tutan embriyon safhasından önceki hâl, “nidation” olarak ifade edilir.

Bu “nidation” ifadesi, durağanlığı ifade eden ve “kan pıhtısı” olarak yaygın şekilde bilinen “alâk” kelimesidir. Buradaki alâk kavramını, damarlardaki kanın pıhtılaşmasından ziyade anne ve babadan gelen hücrelerin durağanlaşmış hâli yani bir canlı bedene geçiş olarak anlamak daha doğrudur.

Burada embriyonun bir canlı bedeninde (uterus) çakılı ya da durağan kalması implantasyon olarak görüldüğünde, alâk hâline geçişi anlamak öne çıkıyor. Böylece yeni bir âlemin yaratıldığını derk etmek pekâlâ mümkündür.

Buradaki anlamıyla doğrudan irtibatlı olan “alâk” kelimesi, Kur’ân’daki Alâk Sûresi’nde yer alan kullanılışıyla aynı anlamdadır. İnsanın “ilk tutunma yeri” ile Alâk Sûresi ile nazil olan ilk beş ayet oldukça manidardır. İlk oluşları nedeniyle de bir yol, çığır ve izin açılmış olması akla yakın durmaktadır.

Evren, insan ve atom altı parçacıkların yaratılması birbirlerine benzerlik gösterir. İnsanın yaratılması, kodlamanın aşikâr edilmesi açısından daha detaylı ve önemli sırlar barındırır. Zira insan yaratılışında maddeden canlı bir evreye geçişin kadim sırları ölçüler hâlinde gösterilir. Bugün bile “canlı” kavramının mahiyetinin tam olarak anlaşılamamış olması, sırlara vâkıf olmakla ilgili olsa gerektir.

Her üç âlemin yaratılmasında da aşamaların olduğu anlaşılabilir bir durumdur. Genel olarak yaratılış, gördüğümüz şahadet âlemi (fizik) ve bundan öncesi olan gayb âleminden (metafizik) ibarettir. Batı dünyası şahadet âlemi öncesini kabul etmez ve kafada yormaz. Ancak bir binanın mimar tarafından çizilmiş projesini kabul eder. Bu nedenle Batı kavramları üzerinden “canlı” ve öncesine dair tatminkâr bilgiye erişmek çok güçtür. En azından felsefe ve hikmet açısından böyledir.

Gayb âlemi de kendi arasında lâhût, ceberût ve melekût âlemi olarak üç ana grupta toplanır. Bu gayb âlemini, gördüğümüz evren öncesindeki plân, proje, mimarî çizim gibi tasarımlar olarak akla yaklaştırmak için düşünmek yanlış olmaz. Şahadet âlemi öncesini genel olarak bu şekilde not ettikten sonra, şahadet âlemi sonrasının en son halkasının insanlar âlemi olduğunu belirtmek gerekir.

Hecede gizli bir ses

Batı medeniyeti hayatı sadece fizik evren üzerine inşâ ettiğinden, görünen ve görünmeyen evren/âlemler arasındaki iletişimi kopuktur. Batı medeniyetinin bu kopuk hayat anlayışı, âlemi ruhanî ve cismanî, hissî ve aklî, ulvî ve süflî, gayb ve şahadet, mülk ve melekût gibi Gazzalî’nin ikili tasniflerini kavrayamıyor. Bu nedenle hayatları madde parmaklıklarına hapsedip insanı hiçleştiriyor. 

İnsan, evren ve atom altı âlemlerin yaratılmasında ikili tasnifler işi kolaylaştırmaktadır. Zira bu ikili tasnifin varlığı anlaşıldığında ve kabul edildiğinde hakikate erişmek kolay olacaktır. Aksi durumda insanlığın birbirini yanlışlıklar ve hata ile suçlaması kaçınılmaz hâl alır. Çünkü ikili tasnifin büyük âlemdeki karşılığı olan metafizik âlemden fizik âleme, fizik âlemden de metafizik âleme devamlı bir geçişin olduğu, yolu açık edecektir.

İnsan âleminin yaratılış aşamaları kendi içerisinde de aklı hayrete düşüren ve ruhu titreten özellikler barındırır. Burada insan ekseninden ayrılmadan konuya değinildiğinde bir bina inşâ edilmiş ise proje onaylanmış ve mimarî çizim üzere yol alınmış demektir. Benzer şekilde, insan da embriyo hâlini aldığında şahadet âleminde yerini almış oluyor.

Bu durumun en dikkat çekici noktalarından biri, soy ve künye için kullanılan “ebû” kelimesinin Arap toplumundaki yaygın kullanımının köklerinde yatmaktadır. Zira halk dilinde “ebû”nun kısaltılmışı “bû” veya “bâ”, isimlerin başına getirilir. Buradaki “bâ”, formel anlamda künye olarak anne ve babaya atfedilir. Çocuğun ilk konuşmaya başlama sürecinde “bâ bâ” demesi “baba” demek değildir. Daha çok, “ebeveyn” çiftine işarettir. Başa dönüp bakıldığında, anne ve babadan gelen hücrelerin birleşmesi neticesinde zigotun çoğalmasıyla oluşan embriyonun anne karnından dünya âlemine çıkışta diğer insanlardan ayrılması için künye konulması anlamına da gelir.

Besmeledeki “bâ” harfinin birbirini çağrıştırdığı düşünüldüğünde ise iş daha da derinleşmektedir. Zira Arapçadaki “elif” harfi daha çok melekût/metafizik ve “be” harfi ise şahadet/fizik âlemine ait olarak görülür. Bu nedenle “bâ” anne ve babanın yazıldığı künye, günümüz anlamında nüfus cüzdanı ya da soy kütüğündeki biyolojik ebeveyn olarak görülebilir. Büyük âlemde ise evrenin bütün fen kodlarını içeren bir formül olarak algılanabilir. Atom altı âlemlerde ise insanlığın karşısına çıkan matematiksel ifadelerin büyük evrendeki/âlemdeki ifadelerden daha karmaşık ve detaylı olduğunu burada belirtmek gerekir. Bu nedenle sıradan insanlar elifi harf olarak isimlendirseler de hakikatin kokusunu almış kişilere göre elif bir harf değildir.

Konumuz gereği elifin kullanıldığı yerlerin ikili tasnif şeklinde olabileceğini de belirtmek gerekir. Besmelede olduğu gibi bir geçiş var ise, şahadet âlemde elif kendisi görünmez, bunun yerine “bâ” hecesi kullanılır. Çünkü besmelede elif harfinin yazılmaması, Zât’ın esmâ ile perdelenmesi içindir. Elifin yerine “bâ” hecesinin besmeleye eklenmesi, yoktan var etme, yaratma ve yaratanın kim olduğuna dair silsile ortaya koymak içindir.

İkili tasnifli geçişin olmadığı âlemde, elif harfinin kullanıldığı Arapça kelimelere “insan”, “ene” ve “oku” örnek olarak verilebilir. Her üç kelime de Arapça olarak yazılırken elif harfi aşikâr olarak yazılır.

Alâk Sûresi’nin ilk beş âyeti, ilk nazil olan ayetlerdir. İlk ayet, “Oku” ile başlar. Arapça “Oku” kelimesi, “elif”, “kaf” ve “ra” harflerinden oluşur. Alâk şeklinde yaratılan insanın muhatap olması gereken ilk ifadenin “Oku” olması manidardır. Başıboş bırakılmayan insanın “Oku” ile nasıl bir ölçü ve kılavuzluğa muhatap olduğu şüpheden varestedir.


“Bir elifin mânâsı…”

Embriyonun anne karnından dünya âlemine teşrifi sonrasında erişkin birey olmasıyla yapması gereken en önemli işlerin başında doğru bir “oku”ma yapması gelir. Besmeledeki “bâ” harfinin altındaki noktanın şahadet âleminde her şeyi temsil etmesi ve “alâk’tan künye’ye” geçiş münasebeti sonrasında okumanın kim tarafından ve nasıl yapılacağına da ışık tutar. Bâ olmadan önceki eliften insana verilen ene/egonun yine elif ile okunacağına bir işarettir. Bu işaretin şahadet âleminde elif ile başlamasından daha normal bir şey olamaz. Arapça elif harfiyle başlayan “insan”, “ene” ve “okumak” kelimeleri de aslında kendi arasında bir irtibatı gösterir. Kısaca insan, kendisine verilen ene emanetini hakikî sahibine teslim ederek okumalıdır. Bu birinci tip bir okuma olarak görülebilir. Diğer bir okuma ise (oku-ikra) elif, kaf ve ra ile gösterilen yöntem olmalıdır. Bu nedenle şahadet âleminde sırasıyla elif, kaf ve ra âlemlerinin kapsam alanı ortaya konulmalıdır.

Elif noktadan çembere kadar kuşatıcı bir hattı çizerken, sosyal anlamda birlik, toplayıcılık ve cem olarak görülebilir. Tekil olarak bireyin hürriyetine odaklanılması gerektiğini işaret eder. Her şeyin yaratılması ve ayakta durmasını gösterir. Her şeyin ayakta durması “Kayyum” ile olacağından, büyük evrende kâinat, küçük evrende insanı gösterir. Fen açısından elif, daire ve çemberin noktası ve kuşatıcı çevresi olurken sosyal mânâda bütün âlemlerin basit ve bileşimini gösterir. 

Elif, aynı zamanda “nevileri ihtiva eden mahiyet” anlamındaki cins perspektifi ile insanların üremesi, insanın atası ve bütün tümelleri içine alan “ilk tümel” olma özelliğine de sahiptir. Bu bağlamda cins açısından farklı olan şeylerin maddeleri birbirinden farklı olan şeyleri gösterir. Bu farklılık her bir insanın bir âlem olduğunun en kuvvetli delillerinden biridir.

Kaf ise başarıya ulaşmakla ilgilidir. Kaf, başarının içerisinde seçkinlerin seçkinlikleri içinde ortaya çıkar. Su ve ateş gibi aziz ve yakıcı unsurlara işaret eder. Farklı hâllerin karşılığı kafta görülür. Karışık hareket özelliğine haiz olan kaf, şahadet ve ceberût âleminde yer alır. Kaf, elif harfi ile irtibatlı özelliğe sahiptir. Sırlar ehillerine göre “zat” elif harfine aitken, nurlar ehillerine göre zat ve sıfatlar kaf harfine aittir. Aynı zamanda insan ve Anka, kaf ile gerçek varlık düzeyine erişir.

Ra/Re harfi de yolun sonuna işaret eder. Ra harfi, kaf harfi gibi şahadet ve ceberût âleminde yer alır. Ra, araf harfi olup, saflığı, çiftliği ve ünsiyeti çağrıştırır.

Alâk Sûresi, vahyin insanı olgunlaştırma sürecindeki önemini vurgular. Yüce Yaratıcı’nın tanınması, okumanın ve nasıl bir okuma yapılması gerektiğinin önemini ortaya koyar. Alak Sûresi’nde ilk emir Yaratan’ı, ikinci emir ise yaratılanları tanımaya işaret eder. “Yaratılanı severim Yaratan’dan ötürü”, tam da budur!

Kur’ân-ı Kerim, insanın diğer canlılardan öğrenme özelliği ile ayrıldığını ve insanın yerinin “mazhar-ı esmâ” (Bakara, 31) kılındığını ifade ederek gösterir. Buna göre öğrenme ve Esmâ-i İlâhîyeye mazhar olmak gibi sade ve açık bir yol tayin edilmiştir.

Öğrenmenin giriş kapısının “Oku” olduğunda şüphe yoktur. Okuma neticesinde ulaşılacak hedefin de Esmâ-i İlâhîye olduğu açık edildiğine göre, okuma sürecinde insanı ve Anka’yı hedefe ulaştırmanın yolu, insanın “oku”ma sürecinde karşısına çıkan engel, tercih ve labirentlerden çıkışıdır.

“Kaf” kelimesi, Anka’nın gönül kuşu olarak insanın hayâllerinin ötesine uçmasını sağlayan “ene”nin Yüce Yaratıcı’ya teslim olmuş hâli olarak düşünmek yanlış olmayacaktır. Zira hakikate çift kanatla uçulur. Buradaki çift kanattan maksat, dünya-ahiret, icma-tevatür, risalet-velâyet ve imanî-amelî gibi kavramlardır.

“Oku” (ikra) emriyle elif, kaf ve ra ilişkisi kurulup insanın uçarak Kaf dağını aşıp hakikate (hikmet) erişmesinin yolu gösterilmiştir. İnsanın okuma işine ciddî şekilde eğilmesi ve önündeki “Kaf dağını” aşması zorunlu bir hâl almıştır. Elif, kaf ve râ ile okumanın usulleri ortaya konulmuştur. Yine “oku” kelimesinin geçtiği İsrâ Sûresi’nin on dördüncü ayetinde, yargılanmak için “ene”nin olumlu yönü ortaya konulmuştur. Buna göre elif harfiyle okumaya başlayan insanın enesini yırtıp bütün bir ömrünü Yüce Yaratıcı’nın Esmâ-i İlâhîsine erişmek üzere inşâ etmesine işaret edilmiştir.

Bu erişme işinin nasıl yapılacağı ise Kaf dağının geçilmesiyle mümkündür. Bu aşamada sorumluluğun insanın kendisinde olduğu, İsrâ Sûresi’nin on üçüncü ayetinde geçen Arapça “tâir” kelimesinde sırlıdır. “Uçan” ve “kuş” mânâsına gelen “tâir”e, bunun yanında mecaz olarak “sorumluluk” anlamında kullanılmasıyla işaret edilmiştir. Yani insanın önündeki en büyük engelin yine kendisi olduğu, bunu aşmak içinse elif ile işaret edilen eneyi yırtıp kendi kuruntu ve boş vermişliklerinden kurtularak çaba ve gayret ile okuma yapmasına bir yönlendirme vardır.

Alâk Sûresi’ndeki “Oku” emri, insan merkezli kalkışı (elif), sorumluluk odaklı uçuş kontrollerini (kaf, tâir) ve mutlu bir sona (râ/re) bu şekilde erişmenin menzilini gösterir. Mevcut şartlar içerisinde en iyisini tercih etmek, bunu yaparken nefs prangalarından kurtulmak, boş işlerden arınmak ve sadece hedefe odaklanmak gerekiyor.

İnsan, “ol”mak sürecini gerçekleştirme gayretine girmeli, önündeki bütün engellerin aşılacağını görmeli, bu engellerin hepsinin ortadan kaldırılması için çalışmalıdır. Tembellik, bıkkınlık, ümitsizlik ve Kaf dağı aşıldığında hedefin istenen ferahlık ve olgunluk düzeyinde olacağı kesindir. Bütün işlerde her şeyin O’na bakan yüzünü görmek, okumanın gerçekleşmiş hâlidir.