Medeniyet inşâsında ölçü (25)

“Necm” adıyla zikredilen sûre, İslâm akaidinin üç temel ilkesini oluşturuyor olmasıyla dikkat çekicidir. Zira “necm” kelimesinin Rahmân Sûresi’nin altıncı ayetinde geçen “yıldız” anlamının yanında, Necm Sûresi kapsamında İslâm akaidinin üç temel ilkesiyle de düşünülmesi gerekir.

İNSANOĞLU Dünya’dan baktığında ilk olarak gündüz Güneş’i, geceyse Ay’ı görür. Gece dikkatle bakıldığında yıldızlar da fark edilir. Yıldızlar arasına çizgi çekilse bazı geometrik şekiller elde edilir. Hareketli yıldızlar olarak görülen cisimlerin aslında meteor taşları olduğunu artık biliyoruz.

Güneş, Ay, Dünya ve bunlar arasındaki ilişki, insanoğlunun tarih boyunca en dikkatini çeken astronomi olaylarıdır. Bilim tarihinin de başlangıcı astronomik hesaplara dayanır. “Güneş” ve “Ay” kelimelerini şimdilerde kullanıyoruz. Lâkin Osmanlı Türkçesinde Güneş için “şems”, Ay için de “kamer” ifadelerine rastlanır. Şems ve kamer ifadelerinin kullanımından vazgeçilmesi modern zamanlardan kaynaklanıyor.

Şems ve kamer ifadeleri Rahmân Sûresi’nin beşinci ayetinde, “yıldız” ve “ağaç” ifadesi ise altıncı ayette özne olarak geçer. Bu iki ayette şems, kamer ve yıldız çok alışık gelirken, “ağaç” kelimesinin neden yıldızla birlikte zikredildiği akla uzak duruyor. Detaylıca bakıldığında ve aradaki bağlacın “ve” olması da düşünüldüğünde farklılık görülüyor.  

Ağaç ve bitkiler birlikte düşünüldüğünde, her mevsim vazifelerini yaparak emre itaat etmelerinin vurgulanması manidardır. Ancak “yıldız” kelimesiyle birlikte düşünüldüğünde asıl ilginç olanın Rahmân Sûresi’ndeki “yıldız” kelimesinin Arapça “necm” ile ifade edilmiş olmasıdır. Zira “necm” kelimesi yıldız anlamına geldiği gibi “gövdesiz bitkiler” anlamına da gelir. Gövdesiz bitkilerden kat edilen ise tahıl gibi gövdesi olmayan bitkilerdir ve bu anlam kastedilmektedir.

Bu çerçeveden bakıldığında “gövdesiz bitkiler” ve ağaçların birlikte zikredilmesiyle, beyanın gayet mantıklı olduğunu herkes kabul eder. Necm kelimesinin “doğmak, ortaya çıkmak” anlamı düşünüldüğünde ise yıldızların kastedildiği de düşünülebilir. Ancak “necm” kelimesinin “doğmak ve ortaya çıkmak” şeklindeki kullanımı, yıldızları çağrıştıran enerji üretimi, yoğun ışık saçan kütle ve ışıklı noktalar ifadelerinden ziyade başka anlamlarla da insanın yönlendirildiği görülür.

Ağaçlar ve “gövdesiz bitkiler”, vazifelerini yapmakla itaat ediyorlar. Doğmak ve ortaya çıkmak anlamında ise yıldızın doğması ve içine çöküp karadelik olarak yok olması da akla gelir. Yıldız, hidrojen gazının bulutsu biçimde yoğunlaşması ve ısınmasıyla oluşur. Milyarlarca yıl boyunca radyasyon ve ısı ortaya çıkaran her yıldız, yakıtı tükendiğinde ölmeye başlar.

Necm kelimesinin “doğmak, ortaya çıkmak” anlamları evrene ait bir gök cismi olan yıldızın da ölümlü olduğunu vurgular. Yıldızlar gibi bütün gök cisimlerinin de bir yaşı ve ömrü vardır. Benzer şekilde, bilinen evrenin yaşı hesaplanmıştır. Yani evrende ne varsa hepsi ölümlü ve sonludur. Bu durumda “parlamak, aydın olmak” anlamlarına gelen başka kelimeler de olması gerekir diye araştırdığımızda, bu kez karşımıza “kevkep” kelimesi çıkar. Kevkep kelimesi “yıldız” anlamına geldiği gibi, “gezegen” anlamına da gelir.

Rahmân Sûresi’nin beşinci ve altıncı ayetlerinde şems/güneş, kamer/ay ve yıldız ile başlayan mevzu gezegen, galaksi ve kâinat/evren ile ilişkileniyor. Demek ki ortada tanınması, bilinmesi ve anlaşılması istenen, adı “kâinat” olan bir yapı var. Birinci durum olarak ortaya “kâinat kitabı”, açık ve net bir şekilde seriliyor. Zira Rahmân Sûresi’nin beşinci ayetinde Güneş ve Ay’ın bir hesaba göre hareket ettiği, sekizinci ayette ise bu hareketin bir denge ve ölçü ile olduğu anlaşılmaktadır. Ağaçların, bitkilerin ve “gövdesiz bitkilerin” Allah’ın (cc) yasalarına iradî olmaksızın boyun eğmelerinin insana akıl, irade ve enenin kıyas ve ölçüleriyle Allah’a (cc) ve buyruklarına uymak gerektiğinin bir işareti olduğu gösterilmektedir.   

Zira Rahmân Sûresi’nin yedinci, sekizinci ve dokuzuncu ayetlerinde geçen “ölçü” ifadesinin Arapçası “mîzân” kelimesidir. Bu kelimenin kullanıldığı yere odaklanıldığında ise farklı mânâların amaçlandığı görülmektedir. Bunlardan birincisi, kâinatın belirli bir nizam dâhilinde işlemesini sağlayan umumî bir dengedir. İkincisi, “her şeyi lâyık olduğu yere koymak” diye tarif edilen adâlettir. Üçüncüsü ise, dünya hayatında adaletli olmayı, ölçü ve tartıyı doğru yapmayı kastetmektedir.

Ölçü, denge ve adalet

“‘Mîzân’ın ilk anlamında, kâinatın okunması kastediliyor” dense hata olmaz. Bu geniş bir kavram olsa da Güneş, Ay ve yıldızlar açısından gök cisimlerinin özümsendiği bir örnek vermek uygun olacaktır.

Osmanlı’dan itibaren kullandığımız Türk bayrağımızda, hilâl ve yıldız vatanı temsil eden kırmızı zemin üzerinde yükselirken, gökyüzünde görünen hilâlin aslında güneş tutulmasını temsil etmesi manidardır. Dolayısıyla Dünya’dan bakan bir insan nasıl Güneş, Ay ve yıldızları görürse, Türk bayrağında da güneş, ay ve yıldız, bu ölçekte birlikte bulunur.

Dolayısıyla fen alanında çalışan bilim insanlarının Kâinat Kitabı’ndaki bu mîzân, intizam, denge, ölçü ve mânâyı görüp “Hakîm” İsmine iltica etmeleri gerektiği ortaya çıkıyor. Beklenen, istenen ve iradî olarak yapılması gereken de budur.

“Mîzân” kelimesinin, “her şeyi lâyık olduğu yere koymak” anlamındaki ölçü, denge ve adalet anlamının yanı sıra insanın kendisi, kendi dışındaki canlı/canlık varlıklar ve Allah (cc) ile olan münasebetleri düzenlediği anlaşılmaktadır. İnsanların birbirleriyle olan alışverişlerinde titizlikle adalet, denge ve ölçüye uyulması gerektiği vurgulanıyor. Böylelikle kâinattaki büyük adalet, denge ve ölçüye insanların kendi sosyal hayatlarında da dikkat etmeleri gerektiğini vurgular. Böyle bir kurallar bütününü Kur’ân-ı Kerîm olarak görmek gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’in canlı örneği ise Peygamber Efendimizdir (sav).

Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz (sav), insanın bakış açısına girmesi gereken notlara işaret ediyor. Zira “insan” kelimesindeki ins, toplulukları ifade ederek sosyal hayattaki adalet, denge ve ölçüye uyulması gerektiğini öne çıkarıyor. Ayrıca “insî” ifadesi ise insanların her bir ferdini tek tek ele alıyor. Sosyal hayatta “mîzân” kelimesi anlamı adaletli olmayı, ölçü ve tartıyı doğru yapmayı gösterdiği gibi, mahşer yerindeki terazi olarak da anlaşılabilir. Bu gelinen noktada Rahmân Sûresi altıncı ayette geçen “necm” kelimesine tekrar bakmak gerekiyor. Çünkü evrende bunca mükemmel sanat eserinin muhatabı insan gibi görünüyor. Necm kelimesini yıldız anlamının yanında “gövdesiz bitkiler” ve “doğmak, ortaya çıkmak” anlamlarıyla yeniden düşünmek gerekir. Gövdesiz bitkilerden maksat buğday, pirinç, mısır, çavdar ve yulaf gibi temel gıda ürünleri üzerinden bir denge, ölçü ve mîzândır.  


Gıda ürünleri üzerinden toplumu yönlendirmeyi amaçlayanların ölçü, denge, adalet ve mîzânı kaybederek, mala olan hırslarıyla saadeti zedeledikleri açıktır. Oysa olması gereken, din kardeşinin ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutmaktır. Bu noktadan “necm” kelimesi güncel bir konuya da işaret ediyor. Ayrıca “necm” kelimesi önemli olmalı ki yekpare şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de elli üçüncü sırada “Necm Sûresi” yer alıyor.

“Necm” adıyla zikredilen sûre, İslâm akaidinin üç temel ilkesini oluşturuyor olmasıyla dikkat çekicidir. Zira “necm” kelimesinin Rahmân Sûresi’nin altıncı ayetinde geçen “yıldız” anlamının yanında, Necm Sûresi kapsamında İslâm akaidinin üç temel ilkesiyle de düşünülmesi gerekir. Burada nübüvvet, tevhid ve ahiret hayatının konu alınması ve “mîzân” sözcüğünün aşikâr eylediği mânâlarıyla uyuşması, bir kasıt ve iradenin neticesindedir.

Necm Sûresi, nüzûl sırasına göre içinde “secde ayeti” bulunan ilk sûre oluşuyla çok dikkat çekicidir. Çünkü Rahmân Sûresi’nde “necm” kelimesinin zikredildiği altıncı ayette yıldızlar ve ağaçların secde ettiği ifade edilmiştir. İncitmeden ve en yumuşak dokunuşla “necm” kelimesinden hâsıl olan tahılları adalet, denge ve ölçü içerisinde kullanacak olan insanoğlu murâd edilmiştir. Rızkı verenin Allah (cc) olduğu ise Rûm Sûresi’nin kırkıncı ayetiyle belirtilmiştir.

Rahmân Sûresi altıncı ayet, Necm Sûresi ve Rûm Sûresi kırkıncı ayet birlikte düşünüldüğünde, yaratıcının, rızkı verenin ve dünya hayatından sonra tekrar can verecek olanın Allah (cc) olduğu açıkça belirtilirken, bu dünyada Allah’a (cc) ortak koşmanın anlamsızlığı ve ortak koşulanların acizliği vurgulanmaktadır. Rûm Sûresi’ndeki bu “ortak koşulanları” Necm Sûresi’nde görüyoruz. Yine incitmeden ve yumuşak bir şekilde insanoğlu, mümkünün en iyisine akıl ile yönlendiriliyor.

Necm Sûresi’nin nübüvvet, tevhid ve ahiret akaidleri üzerinde dururken, şirk inancı olarak tapınılan Lât, Uzza ve Menat putlarından bahsedilmektedir. Bu putların o döneme ait olduğu düşünüldüğünde, günümüzdeki karşılığını düşünmek yanlış olmayacaktır. Aynı zamanda ahireti inkâr edenlerin de günümüzde benzer putlara tapındıklarından şüphe yoktur. Necm Sûresi böylece Rûm Sûresi’ndeki “ortak koşulanları” açıklığa kavuşturmuş oluyor. Allah’ın (cc) şirki asla kabul etmediği herkesin malûmudur. O zaman Hazreti İbrahim’in (as) “Ben batıp gidenleri sevmem” dediği (En’âm, 76), şems/Güneş ve kamer/Ay gibi önemli astronomik cisimlerden hareketle fâni olanların ilâh olamayacağını anlattığı mesel açıklığa kavuşmuş oluyor.

Allah’a (cc) şirk (ortak) koşmanın kabul edilmeyeceğinin beyanının yanında, ortada görünen fotoğrafın tamamına bakıldığında, istenmedik sahnelerin olmasının evrendeki mîzân, intizam, adalet, denge ve ölçüye karşı çıkanların var olmasını gösterdiğini fark ederiz. Bunların ateist, deist ve bazı Oryantalistler olabilecekleri gibi ölçü/kader ve akaid noktasında hataya düşenler olacakları da bir gerçektir.

Ateistlerin en büyük hataları, Kâinat Kitabı’nı okuma noktasında hataya düşmeleridir. Hakîm olan Zât-ı Akdes’i görememeleridir. Deistler ise Allah’ı (cc) tanıtan Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz (sav) üçlüsünü ayrı düşünerek hataya düşerler. Şirk ve inkârın asla kabul edilmeyeceği ise ortadadır. Allah’a (cc) ortak koşulanların en büyük yanılgısı adalet, denge ve ölçüde hata yapmalarıdır. Bu nedenle hata yapmamak için doğru iz üzerinde yürümek gerekmektedir.

Ayetlerdeki bağlantıda kromozom mükemmelliği

Fâni olanların ilâh olamayacağı sonucuna ulaşılan sûredeki “en’âm” kelimesinin ilk akla gelen sözcük anlamı, “koyun, keçi, deve ve sığır cinsi hayvanlardır”. Rahmân Sûresi’nin onuncu ayetinde de geçen “en’âm” sözcüğünün yeryüzünde bulunan bütün canlı varlıkları kapsadığı görülür. Ayrıca bu canlıların tamamının insanın emrine verildiği, Câsiye Sûresi’nin on üçüncü ayetnide açıkça ifade edilmektedir.

Câsiye, “diz üstü çöken” anlamına gelir. Bu düşünüldüğünde, kıyam ile secde arasında “ka’de vaziyeti”, insanın emrine verilenlerin aslında birer emanet olduğu ve ara dönemde olan dünya hayatında bu emanetin tahiyyat ile Cenab-ı Hakk’a ait olduğunun tasdik edilmesinin gerektiği ortaya çıkarılıyor.

Bazen Kur’ân-ı Kerîm’de sûre ile ayetleri arasında bağ olmadığı, kopukluklar olduğu düşünülüp ileri sürülse de, gerçekte böyle olmadığı, aksine Rahmân, Necm, Rûm, En’âm ve Câsiye Sûreleri arasındaki bir örnekle dahi Tevhid akîdesinin olduğu görülür. Güneş, Ay, gezegen ve yıldızlarla birlikte evrenin belirli bir ölçü, denge ve adalet çerçevesince yaratılması, insanın akıl, kalp, ruh, idrak ve “ene”sine bir ölçü örneğidir.  

Ayrıca evren/kâinat içerisinde yerkürenin ve üzerindeki canlıların yaratılmasının da asıl amacının insan olduğu ortaya konuluyor. Bunlar içerisinde en dikkat çekeni ise nüzûl sırasına göre Necm Sûresi’nin, içinde “secde” âyeti bulunan ilk sûre oluşu ve bu sûrede insanın sorumluluğunun baştan itibaren ana tema olarak vurgulanmasıdır. Bu ana temanın omurgası Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz (sav) bütünlüğünde Tevhid, peygamberlik, ahiret meseleleri ile şirk, küfür ve bâtıl inançların reddedilmesi üzerine kurulu bazı temel ahlâk kurallarının dikkate alınması gerektiğidir.

Bu kuralları yekle yeksan eden ateist, deist ve bazı Oryantalistlerin saçma inançlara sürüklenmelerindeki en önemli neden, büyük menfaatler peşinde koşmalarıdır. Bu büyük menfaatler birer ejderha olarak kişinin insanlığını yutup, yaşamakta iken kendi cenaze merasimine katılmaya da birer davetiyedir.

Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz (sav) sadece belli yerler ve belli mekânlar için kısıtlanamaz. Güzelliğin bütün mertebelerini fark eden bir göz, yiyeceklerin bütün çeşitlerini fark eden bir zevk, hakikatlerin bütün inceliklerine nüfûz eden bir akıl ve kemâlâtın bütün çeşitlerine müştak bir kalp inşâsı gerekiyor. Bunlar akla kuvvet, kalbe gıda ve ruha mâ ile ziyâdır. Adalet, denge ve ölçünün kaynağı ve ayakta durmasını sağlayan ise, Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimizdir (sav).

Allah -cc- Kâinatı yarattı, Peygamber (sav) gönderdi ve Kur’ân-ı Kerîm’i öğretti ki ölçü ve adalette hududu aşmayasınız.” (Rahmân, 8)