İNSANOĞLU Dünya’dan baktığında
ilk olarak gündüz Güneş’i, geceyse Ay’ı görür. Gece dikkatle bakıldığında yıldızlar
da fark edilir. Yıldızlar arasına çizgi çekilse bazı geometrik şekiller elde
edilir. Hareketli yıldızlar olarak görülen cisimlerin aslında meteor taşları
olduğunu artık biliyoruz.
Güneş, Ay, Dünya ve bunlar
arasındaki ilişki, insanoğlunun tarih boyunca en dikkatini çeken astronomi
olaylarıdır. Bilim tarihinin de başlangıcı astronomik hesaplara dayanır. “Güneş”
ve “Ay” kelimelerini şimdilerde kullanıyoruz. Lâkin Osmanlı Türkçesinde Güneş
için “şems”, Ay için de “kamer” ifadelerine rastlanır. Şems ve kamer ifadelerinin
kullanımından vazgeçilmesi modern zamanlardan kaynaklanıyor.
Şems ve kamer ifadeleri Rahmân Sûresi’nin
beşinci ayetinde, “yıldız” ve “ağaç” ifadesi ise altıncı ayette özne olarak
geçer. Bu iki ayette şems, kamer ve yıldız çok alışık gelirken, “ağaç”
kelimesinin neden yıldızla birlikte zikredildiği akla uzak duruyor. Detaylıca
bakıldığında ve aradaki bağlacın “ve” olması da düşünüldüğünde farklılık görülüyor.
Ağaç ve bitkiler birlikte
düşünüldüğünde, her mevsim vazifelerini yaparak emre itaat etmelerinin
vurgulanması manidardır. Ancak “yıldız” kelimesiyle birlikte düşünüldüğünde
asıl ilginç olanın Rahmân Sûresi’ndeki “yıldız” kelimesinin Arapça “necm” ile
ifade edilmiş olmasıdır. Zira “necm” kelimesi yıldız anlamına geldiği gibi “gövdesiz bitkiler” anlamına da gelir.
Gövdesiz bitkilerden kat edilen ise tahıl
gibi gövdesi olmayan bitkilerdir ve bu anlam kastedilmektedir.
Bu çerçeveden bakıldığında
“gövdesiz bitkiler” ve ağaçların birlikte zikredilmesiyle, beyanın gayet
mantıklı olduğunu herkes kabul eder. Necm kelimesinin “doğmak, ortaya çıkmak”
anlamı düşünüldüğünde ise yıldızların kastedildiği de düşünülebilir. Ancak
“necm” kelimesinin “doğmak ve ortaya çıkmak” şeklindeki kullanımı, yıldızları
çağrıştıran enerji üretimi, yoğun ışık saçan kütle ve ışıklı noktalar
ifadelerinden ziyade başka anlamlarla da insanın yönlendirildiği görülür.
Ağaçlar ve “gövdesiz bitkiler”,
vazifelerini yapmakla itaat ediyorlar. Doğmak ve ortaya çıkmak anlamında ise yıldızın
doğması ve içine çöküp karadelik olarak yok olması da akla gelir. Yıldız,
hidrojen gazının bulutsu biçimde yoğunlaşması ve ısınmasıyla oluşur.
Milyarlarca yıl boyunca radyasyon ve ısı ortaya çıkaran her yıldız, yakıtı
tükendiğinde ölmeye başlar.
Necm kelimesinin “doğmak, ortaya
çıkmak” anlamları evrene ait bir gök cismi olan yıldızın da ölümlü olduğunu
vurgular. Yıldızlar gibi bütün gök cisimlerinin de bir yaşı ve ömrü vardır.
Benzer şekilde, bilinen evrenin yaşı hesaplanmıştır. Yani evrende ne varsa hepsi
ölümlü ve sonludur. Bu durumda “parlamak, aydın olmak” anlamlarına gelen başka
kelimeler de olması gerekir diye araştırdığımızda, bu kez karşımıza “kevkep”
kelimesi çıkar. Kevkep kelimesi “yıldız” anlamına geldiği gibi, “gezegen”
anlamına da gelir.
Rahmân Sûresi’nin beşinci ve
altıncı ayetlerinde şems/güneş, kamer/ay ve yıldız ile başlayan mevzu gezegen,
galaksi ve kâinat/evren ile ilişkileniyor. Demek ki ortada tanınması, bilinmesi
ve anlaşılması istenen, adı “kâinat” olan bir yapı var. Birinci durum olarak
ortaya “kâinat kitabı”, açık ve net bir şekilde seriliyor. Zira Rahmân Sûresi’nin
beşinci ayetinde Güneş ve Ay’ın bir hesaba göre hareket ettiği, sekizinci
ayette ise bu hareketin bir denge ve ölçü ile olduğu anlaşılmaktadır. Ağaçların,
bitkilerin ve “gövdesiz bitkilerin” Allah’ın (cc) yasalarına iradî olmaksızın
boyun eğmelerinin insana akıl, irade ve enenin kıyas ve ölçüleriyle Allah’a
(cc) ve buyruklarına uymak gerektiğinin bir işareti olduğu
gösterilmektedir.
Zira Rahmân Sûresi’nin yedinci, sekizinci
ve dokuzuncu ayetlerinde geçen “ölçü” ifadesinin Arapçası “mîzân” kelimesidir. Bu
kelimenin kullanıldığı yere odaklanıldığında ise farklı mânâların amaçlandığı görülmektedir.
Bunlardan birincisi, kâinatın belirli bir nizam dâhilinde işlemesini sağlayan
umumî bir dengedir. İkincisi, “her şeyi lâyık olduğu yere koymak” diye tarif
edilen adâlettir. Üçüncüsü ise, dünya hayatında adaletli olmayı, ölçü ve
tartıyı doğru yapmayı kastetmektedir.
Ölçü, denge ve adalet
“‘Mîzân’ın ilk anlamında, kâinatın
okunması kastediliyor” dense hata olmaz. Bu geniş bir kavram olsa da Güneş, Ay
ve yıldızlar açısından gök cisimlerinin özümsendiği bir örnek vermek uygun
olacaktır.
Osmanlı’dan itibaren kullandığımız
Türk bayrağımızda, hilâl ve yıldız vatanı temsil eden kırmızı zemin üzerinde
yükselirken, gökyüzünde görünen hilâlin aslında güneş tutulmasını temsil etmesi
manidardır. Dolayısıyla Dünya’dan bakan bir insan nasıl Güneş, Ay ve yıldızları
görürse, Türk bayrağında da güneş, ay ve yıldız, bu ölçekte birlikte bulunur.
Dolayısıyla fen alanında çalışan
bilim insanlarının Kâinat Kitabı’ndaki bu mîzân, intizam, denge, ölçü ve mânâyı
görüp “Hakîm” İsmine iltica etmeleri gerektiği ortaya çıkıyor. Beklenen,
istenen ve iradî olarak yapılması gereken de budur.
“Mîzân” kelimesinin, “her şeyi lâyık
olduğu yere koymak” anlamındaki ölçü, denge ve adalet anlamının yanı sıra
insanın kendisi, kendi dışındaki canlı/canlık varlıklar ve Allah (cc) ile olan münasebetleri
düzenlediği anlaşılmaktadır. İnsanların birbirleriyle olan alışverişlerinde
titizlikle adalet, denge ve ölçüye uyulması gerektiği vurgulanıyor. Böylelikle
kâinattaki büyük adalet, denge ve ölçüye insanların kendi sosyal hayatlarında
da dikkat etmeleri gerektiğini vurgular. Böyle bir kurallar bütününü Kur’ân-ı
Kerîm olarak görmek gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’in canlı örneği ise Peygamber
Efendimizdir (sav).
Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz (sav), insanın bakış açısına girmesi gereken notlara işaret ediyor. Zira “insan” kelimesindeki ins, toplulukları ifade ederek sosyal hayattaki adalet, denge ve ölçüye uyulması gerektiğini öne çıkarıyor. Ayrıca “insî” ifadesi ise insanların her bir ferdini tek tek ele alıyor. Sosyal hayatta “mîzân” kelimesi anlamı adaletli olmayı, ölçü ve tartıyı doğru yapmayı gösterdiği gibi, mahşer yerindeki terazi olarak da anlaşılabilir. Bu gelinen noktada Rahmân Sûresi altıncı ayette geçen “necm” kelimesine tekrar bakmak gerekiyor. Çünkü evrende bunca mükemmel sanat eserinin muhatabı insan gibi görünüyor. Necm kelimesini yıldız anlamının yanında “gövdesiz bitkiler” ve “doğmak, ortaya çıkmak” anlamlarıyla yeniden düşünmek gerekir. Gövdesiz bitkilerden maksat buğday, pirinç, mısır, çavdar ve yulaf gibi temel gıda ürünleri üzerinden bir denge, ölçü ve mîzândır.
Gıda ürünleri üzerinden toplumu
yönlendirmeyi amaçlayanların ölçü, denge, adalet ve mîzânı kaybederek, mala
olan hırslarıyla saadeti zedeledikleri açıktır. Oysa olması gereken, din
kardeşinin ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutmaktır. Bu noktadan “necm”
kelimesi güncel bir konuya da işaret ediyor. Ayrıca “necm” kelimesi önemli
olmalı ki yekpare şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de elli üçüncü sırada “Necm Sûresi” yer
alıyor.
“Necm” adıyla zikredilen sûre,
İslâm akaidinin üç temel ilkesini oluşturuyor olmasıyla dikkat çekicidir. Zira “necm”
kelimesinin Rahmân Sûresi’nin altıncı ayetinde geçen “yıldız” anlamının yanında,
Necm Sûresi kapsamında İslâm akaidinin üç temel ilkesiyle de düşünülmesi gerekir.
Burada nübüvvet, tevhid ve ahiret hayatının konu alınması ve “mîzân” sözcüğünün
aşikâr eylediği mânâlarıyla uyuşması, bir kasıt ve iradenin neticesindedir.
Necm Sûresi, nüzûl sırasına göre içinde “secde ayeti” bulunan ilk sûre
oluşuyla çok dikkat çekicidir. Çünkü Rahmân Sûresi’nde “necm” kelimesinin
zikredildiği altıncı ayette yıldızlar ve ağaçların secde ettiği ifade
edilmiştir. İncitmeden ve en yumuşak dokunuşla “necm” kelimesinden hâsıl olan
tahılları adalet, denge ve ölçü içerisinde kullanacak olan insanoğlu murâd
edilmiştir. Rızkı verenin Allah (cc) olduğu ise Rûm Sûresi’nin kırkıncı
ayetiyle belirtilmiştir.
Rahmân Sûresi altıncı ayet, Necm
Sûresi ve Rûm Sûresi kırkıncı ayet birlikte düşünüldüğünde, yaratıcının, rızkı
verenin ve dünya hayatından sonra tekrar can verecek olanın Allah (cc) olduğu
açıkça belirtilirken, bu dünyada Allah’a (cc) ortak koşmanın anlamsızlığı ve
ortak koşulanların acizliği vurgulanmaktadır. Rûm Sûresi’ndeki bu “ortak
koşulanları” Necm Sûresi’nde görüyoruz. Yine incitmeden ve yumuşak bir şekilde
insanoğlu, mümkünün en iyisine akıl ile yönlendiriliyor.
Necm Sûresi’nin nübüvvet, tevhid ve
ahiret akaidleri üzerinde dururken, şirk inancı olarak tapınılan Lât, Uzza ve
Menat putlarından bahsedilmektedir. Bu putların o döneme ait olduğu
düşünüldüğünde, günümüzdeki karşılığını düşünmek yanlış olmayacaktır. Aynı
zamanda ahireti inkâr edenlerin de günümüzde benzer putlara tapındıklarından şüphe
yoktur. Necm Sûresi böylece Rûm Sûresi’ndeki “ortak koşulanları” açıklığa kavuşturmuş
oluyor. Allah’ın (cc) şirki asla kabul etmediği herkesin malûmudur. O zaman
Hazreti İbrahim’in (as) “Ben batıp gidenleri sevmem” dediği (En’âm, 76), şems/Güneş
ve kamer/Ay gibi önemli astronomik cisimlerden hareketle fâni olanların ilâh
olamayacağını anlattığı mesel açıklığa kavuşmuş oluyor.
Allah’a (cc) şirk (ortak) koşmanın kabul
edilmeyeceğinin beyanının yanında, ortada görünen fotoğrafın tamamına
bakıldığında, istenmedik sahnelerin olmasının evrendeki mîzân, intizam, adalet,
denge ve ölçüye karşı çıkanların var olmasını gösterdiğini fark ederiz.
Bunların
ateist, deist ve bazı
Oryantalistler olabilecekleri gibi ölçü/kader ve akaid noktasında hataya
düşenler olacakları da bir gerçektir.
Ateistlerin en büyük hataları, Kâinat
Kitabı’nı okuma noktasında hataya düşmeleridir. Hakîm olan Zât-ı Akdes’i
görememeleridir. Deistler ise Allah’ı (cc) tanıtan Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı
Kerîm ve Peygamber Efendimiz (sav) üçlüsünü ayrı düşünerek hataya düşerler. Şirk
ve inkârın asla kabul edilmeyeceği ise ortadadır. Allah’a (cc) ortak
koşulanların en büyük yanılgısı adalet,
denge ve ölçüde hata yapmalarıdır. Bu nedenle hata yapmamak için doğru iz
üzerinde yürümek gerekmektedir.
Ayetlerdeki bağlantıda
kromozom mükemmelliği
Fâni olanların ilâh olamayacağı
sonucuna ulaşılan sûredeki “en’âm” kelimesinin ilk akla gelen sözcük anlamı, “koyun,
keçi, deve ve sığır cinsi hayvanlardır”. Rahmân Sûresi’nin onuncu ayetinde de
geçen “en’âm” sözcüğünün yeryüzünde bulunan bütün canlı varlıkları kapsadığı
görülür. Ayrıca bu canlıların tamamının insanın emrine verildiği, Câsiye Sûresi’nin
on üçüncü ayetnide açıkça ifade edilmektedir.
Câsiye, “diz üstü çöken” anlamına
gelir. Bu düşünüldüğünde, kıyam ile secde arasında “ka’de vaziyeti”, insanın
emrine verilenlerin aslında birer emanet olduğu ve ara dönemde olan dünya
hayatında bu emanetin tahiyyat ile Cenab-ı Hakk’a ait olduğunun tasdik edilmesinin
gerektiği ortaya çıkarılıyor.
Bazen Kur’ân-ı Kerîm’de sûre ile
ayetleri arasında bağ olmadığı, kopukluklar olduğu düşünülüp ileri sürülse de,
gerçekte böyle olmadığı, aksine Rahmân, Necm, Rûm, En’âm ve Câsiye Sûreleri
arasındaki bir örnekle dahi Tevhid akîdesinin olduğu görülür. Güneş, Ay,
gezegen ve yıldızlarla birlikte evrenin belirli bir ölçü, denge ve adalet
çerçevesince yaratılması, insanın akıl, kalp, ruh, idrak ve “ene”sine bir ölçü
örneğidir.
Ayrıca evren/kâinat içerisinde yerkürenin
ve üzerindeki canlıların yaratılmasının da asıl amacının insan olduğu ortaya
konuluyor. Bunlar içerisinde en dikkat çekeni ise nüzûl sırasına göre Necm
Sûresi’nin, içinde “secde” âyeti bulunan ilk sûre oluşu ve bu sûrede insanın
sorumluluğunun baştan itibaren ana tema olarak vurgulanmasıdır. Bu ana temanın
omurgası Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz (sav)
bütünlüğünde Tevhid, peygamberlik, ahiret meseleleri ile şirk, küfür ve bâtıl
inançların reddedilmesi üzerine kurulu bazı temel
ahlâk kurallarının dikkate alınması gerektiğidir.
Bu kuralları yekle yeksan eden
ateist, deist ve bazı Oryantalistlerin saçma inançlara sürüklenmelerindeki en
önemli neden, büyük menfaatler peşinde koşmalarıdır. Bu büyük menfaatler birer ejderha olarak kişinin insanlığını yutup, yaşamakta iken kendi cenaze merasimine
katılmaya da birer davetiyedir.
Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve
Peygamber Efendimiz (sav) sadece belli yerler ve belli mekânlar için
kısıtlanamaz. Güzelliğin bütün mertebelerini fark eden bir göz, yiyeceklerin
bütün çeşitlerini fark eden bir zevk, hakikatlerin bütün inceliklerine nüfûz
eden bir akıl ve kemâlâtın bütün çeşitlerine müştak bir kalp inşâsı gerekiyor. Bunlar
akla kuvvet, kalbe gıda ve ruha mâ ile ziyâdır. Adalet, denge ve ölçünün
kaynağı ve ayakta durmasını sağlayan ise, Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve
Peygamber Efendimizdir (sav).
“Allah -cc- Kâinatı yarattı, Peygamber
(sav) gönderdi ve Kur’ân-ı Kerîm’i
öğretti ki ölçü ve adalette hududu aşmayasınız.” (Rahmân, 8)