İNSAN için dört hayat
türü vardır. Bunlar metafizik/gayb, anne karnı, dünya ve âhiret hayatıdır.
Metafizik (gayb) hayatın iki yüzünden bahsedilebilir: Birincisi, hiç
gerçekleşmeyecek olan; diğeri ise, şimdilik gerçekleşmiş ancak ileride vuku bulacak
olandır. İnsan anne karnına düştüğünde ikinci durum gerçekleşmiş olur.
Ortalama dokuz ay gibi bir süre
zarfında anne karnında inşâ şeklinde yaşar insan. Bu sürede fizik beden gelişimi
dünya hayatına hazır hâle gelir. Beslenmesini de tamamen özel bir yuvada,
tamamen anneye bağlı bir kordon ile gerçekleştirir.
Dünya’ya teşriflerine şâhit olanlar,
bebek olarak gelen çocuğun bütün ihtiyaçlarını da koruma altına alırlar.
Erişkin birey olana kadar anne şefkatinin koruması altında yaşayan bir çocuk erişkin
bir birey olduğunda ise bütün sorumluluklar omuzlarına biner.
En zirve sorumluluk ise kim olunduğu,
nereden gelinip nereye gidildiğine dairdir. Kişi iç dünyasında vicdan, kalp,
muhakeme, mantık, zekâ ve akıl gibi cihazlarla ciddî bir gayret, çalışma ve
azimle bulunan kul olma irâdesine dair ortaya bir tercih koyar.
Ortaya konulan tercihin yokluk,
ateizm, inançsızlık, putperestlik veya İlâhî nizama hâkim Bir Yaratıcının
varlığına olan bir kabulleniş mi olduğu önemlidir. Vicdan terâzisinde akıl,
kalp ve zekâ ile Yaratıcının insanın bütün cihazlarınca kabul ve itaati
mühimdir.
Bir çocuğun anne karnı olan ikinci
evinden dünya hayatı olan üçüncü evrede teşrif ettiği yer, o çocuğun vatanıdır.
Anne babası hangi şehirli olursa olsun, çocuğun vatanı, doğduğu şehirdir. Çünkü
kordon bağından ayrıldıktan sonra aldığı ilk nefes, bu dünyanın da ilk
verileridir. Dünya hayatına dair bütün veriler hava zerreciklerinden çocuğun
bünyesine nüfuz eder. Hayatın direği olan nefes alıp verme, ömrün boncuk taneleridir.
Hava zerrecikleri bilime dair
verilerin omurgasını oluşturduğu gibi ilme de beşiklik eder. Vatan olarak idrak
edilen yerin dünyanın her yerinde aynı havayı teneffüs etmesinin de tanıtıcı
olması nedeniyle beşikten mezara kadar öğrenmenin önemini ortaya koyar.
Öğrendikçe toprak, bitki ve hayvan gibi
farklı hayat sahipleri de anlaşılır. Evrende en önemli canlının insan olduğu
idrak edilir. Kişi akıl, kalp ve vicdan ile çevreyi dolaştığında, kendisine bir
tercihin sunulduğunu da öğrenir.
İnsan hayat buldukları bu dünyada karşılaştırma,
kıyaslama, muhakeme, hesaplama, mantık, zekâ, akıl, kalp ve vicdan gibi
özelliklerden faydalanarak öğrenir. Bu öğrenme yolculuğunda insanın kendi
emeği, çalışması, gayreti, azmi ve devamlılık üzerine kurulu talepkârlığı
öğrenme aşamalarını kat etmeye yardım eder.
Öğrenme dinamik bir yapıdır. Çünkü
bu yapının muhatabı olan insan, dinamik cihazlarla donatılmıştır. Burada “dinamik”
kelimesinin anlamına dikkatle bakmak gerekir. Zamana bağlı olarak gelişen
sistemler, dinamik yapılardır. İnsanoğlu hem bedenen, hem de zihnen dinamik
özellikte olduğu için yeniliklerle bütünleşme eğilimindedir. Bu özelliğinden
dolayı da hayatın son evresi olan âhiret için hazırlık çalışmaları aklın en
temel motor gücüdür.
Öğrenilen her bir bilgi/malûmat,
hayata dair birer ayrıntı ve önemli bir detaydır. Bu detaylar bir araya gelerek
kocaman bir hakikat bahçesini oluşturur. Hava zerresi bu ayrıntının en temel
tuğlasıdır. Zira maddelerin evrende bulunuşu statik/sükûn ya da dinamik hâlde
olur. Durağan bir hava zerresi, rüzgâr ile ivmelenerek dinamik sistemlere
tablacılık eder.
Öğrenmenin en zirve ve önemli noktası,
cehâletin giderilmesi aşamasıdır. Bu noktada “cehâlet” kelimesinin anlam ve
kapsam alanına odaklanmak gerekir. Çünkü bu durum, erişkin bireyin karar
vermesi ve tercihi noktasında aşılması gereken bir engel olarak görülür.
Cehâlet, kelime olarak “kibir,
serkeşlik, bozgunculuk ve bilgisizlik” anlamlarına gelir. Bu yelpazeden
bakıldığında, cehâletin birey için ne derece tehlikeli ve noksan bir durum
olduğu açıkça görülür. Bunun da en önemli mihenk noktası, kişinin kendisini
aşamamış olması olarak gösterilebilir.
Cehâlete râzı olmak asla makbul bir
durum olarak görülemez. Geleneksel kültürümüzde de bu böyledir. Zira beşikten
mezara kadar ilim öğrenmek ya da ilmin Çin’de de olsa alınması büyük bir
tercihtir. Çünkü cehâletin bilinçli olarak kabullenilişi, insanın bilgi edinme
imkânını kullanmama anlamı taşır. Bu bilgi edinmenin kullanılmaması, insanı bir
sonraki aşamaya taşımaz. Sorumlu olduğu alandan bilerek kaçan bireyin de
yükümlülüğü yine kendisine ait olarak kalır.
İnsan, diğer varlıklardan farklılık
gösterir. Bitki ve hayvanlardan çok fazla donanıma sahip olması, ne amaç için
kodlandığının da bir göstergesidir. Doğuştan gelen veya deneme yanılma yoluyla
öğrenen hayvanlara karşın insanoğlu, akıl, zekâ, mantık, muhakeme, kalp ve
vicdan ile dinamik bir öğrenme yapısına sahiptir. Bu donanımlı yapının da bir
sorumluluğu vardır. Bu donanımları kullanma ölçü ve derecesine göre, tercihte
bulunduğu bir sonraki hayatta yerini alacaktır.
Bu derece kusur ve tehlike içeren
cehâletin kılcal damarlarının gezilip temizlenmesi gerekir. Bu nedenle insanın
kendisi ve dışı olmak üzere iki ayrı dünyadan bakmak gerekiyor.
Bir yetişkin bireyin söz, eylem,
davranış ya da inanç konularındaki bilgisizliği “cehl” kelimesiyle ifâde
edilir. Kişinin kendi dışında kalan durumlara ilişkin bilgisizliği ise “cehâlet”
olarak adlandırılır. Cehl ve cehâlet iç içe geçmiş gibi görünen bir yapıda olsa
da iki durum arasındaki sınırların berraklaştırılması önemlidir. Cehl, yetişkin
bireyin ayırıcı özelliği; cehalet ise eşya, varlıklar ve olayların vasfı olarak
görülebilir. Bu durumu bir örnekle basite indirgeyerek açıklamak isabetli
olacaktır: Bir kişinin su içtiğinde orucunun bozulacağını bilmemesi “cehl”; bir
otomobil satışında alıcının otomobilin özelliklerini bilmemesi ise “cehâlet”
kelimesiyle ifâde edilir.
Bireyin cehl oluşunun mazur ve mazeret olarak görülebilme durumları hukukî açıdan sakıncalar oluşturabileceği gibi, cehâlet açısından benzer bir durum, kişinin âhiret hayatında sakıncalar ortaya çıkarabilir. Bu nedenle hem cehl, hem de cehâlet ile mücadele kaçınılmaz olmaktadır.
İlim, ilim bilmek midir?
Bilen/kişi ile bilinen/nesne
arasındaki ilişki, “bilgi” olarak ifâde edilir. Bu bilgi bir birey tarafından
sahip olunduğu (bilindiği) için malûmattır. Bilim ise, sözlük anlamında bir
olayın veya evrenin bir bölümünü konu olarak seçip deney, gözlem ve diğer
yöntemlerle sonuç çıkarma işidir.
Bir şeyi gerçek yönleriyle kavrayıp
hakikatle örtüşen kesin inanç olarak işlev gören kavram ise ilimdir. Genel
olarak bilim ile ilim benzer durumları ifâde etse de zamanla dinî bilgiler için
ilim, fen bilgileri için bilim kullanılmıştır. Bu durum tarif açısından ortaya konulsa
da netîcede tam kabul edilesi bir durum değildir.
Zira yetişkin bireyin son hayat
yolculuğuna geçişi için ondan önceki dünya hayatında Yaratıcının üç şekilde
tanınma yolu vardır. Bunlardan birisi de evrenin okunmasıdır. Bu okuma işi,
bilim olarak çıkılan yolculukta ilimle istenilen inanç sistemine (İslâm)
ulaşılması aşamalarıdır. Modern zamanlarda ilim ile bilimin ayrı dünyaların
kavramları olarak gösterilmesi akıllıca bir iş olmadığı gibi, kasıtlı da bir
ısrardan ibârettir.
Kuantum fiziğini ilk keşfeden Max
Planck, bilimsel yolculuğun en sonunda bir mabetle karşılaşıldığını ve
kapısında da “İman et!” ifâdesinin bulunduğunu belirtir. Bilim ile çıkılan
yolda hakikatle ulaşılan netîcenin ilim cephesinden hareketle yetişkin bir
bireyin tercihini Bir Yaratıcıdan yana kullanıp kullanmayacağı mühimdir.
İlim ile eş anlama gelen diğer bir
kelime ise “mârifet”tir. Mârifet/irfan, her şeyin ilim ile bağlantısını kurar. Diplere
indikçe mârifetin aklın gözü olduğu görülür. Anne karnından dünyaya teşrif eden
çocuğun nefes alıp verirken oluşan hava kabarcıkları evrende bir iz bırakır.
Genel nitelikler ilim ile
anlaşılırken, ayrıntılar mârifetle bilinir. Bu nedenle şeytan ayrıntıya
gizlenir. Şeytanın alt edilmesi, mârifet yolculuğu ile mümkündür. Diğer bir ifâdeyle,
cehâleti yenmek ilimle, inkârı yok etmek ise mârifetle mümkündür. Bu dünyada
cehâleti alt eden birey, zamanla cehlini de yok eder.
Ayrıntıdaki yanlışların ortadan
kaldırılması, insanın diğer canlılardan farklı olan akıl, zekâ, kalp, kıyas,
muhakeme, mantık ve vicdan gibi özellikleri ile mümkündür. Bu yolculukta
insanın yardımcısı olan ilim ve hikmetin Allah’ın (cc) Sıfatları arasında yer
aldığı hatırda tutulmalıdır.
Bu şekilde, mârifetle İlâhî Nizamın
Sahibini kabulleniş ve idrak ediş bir ruh kazandırır. Aslında bu ruh, baştan
itibâren öze dönüşte kendisine eşlik eden erişkin bireyin aşikâr olan sırrın da
keşfidir. Diğer bir ifâdeyle, “Bu mânâdaki ilim, aslında ruh olarak işlev
görmüş” dense yanlış olmaz.
Her şeyin ilim/bilim vasıtasıyla
bağlantısını kuran mârifet, isim, sıfat ve fiiller ile Allah’ı (cc) tanıtıcı
olur. Bu nedenle Türkiye’de açık ve net olarak, gerek fen, gerekse sosyal
bilimlerde en azından seçmeli ders olarak “Bilimin/İlmin Mârifetullah
Boyutları” isimli bir ders okutulmalıdır.
Anne karnında su ile muhafaza
edilen bebek, dünyaya geldiğinde nefes alıp verdiği hava ve görmeye başladığında
ışık ile yolculuğa başlar. Ruh anlamında kullanılabilecek olan ilim; su, hava,
dalga ve ışık gibi bilimsel verilerle eşya, toprak, bitki, hayvan ve insan gibi
ne varsa mârifetin kuşatılması altında olduğunu gösterir. Bu şekildeki bir
bilim/ilim, ancak aklın gözü olabilir.
Bir yağmur damlası, bir hava
kabarcığı, kanda akan bir alyuvar, havada uçan bir uçak, elektronik devrelerde
dolaşan akım ve binlerce bilimsel olay veya aynı matematiksel ifâdenin farklı
türlerinin olması, bilime bir bakışın olması gerektiğini ortaya koyuyor. Batı’nın
teknolojik gelişmeler için evirdiği bilimin doğrudan çeviri şeklinde okutulması,
medeniyet inşâsında bir fikir vermeyecektir. Diğer bir ifâdeyle, Batı’nın
niceliksel elemanları olmaktan öteye geçmeyecektir.
Mârifetin devamlılığının esas olduğu,
yolculuğun donanımından açıkça fark edilebilir. Bu kadar donanımla süreklilik
sağlanması için mârifetin donanımla bir bağı olması gerekir. İşini ve mesleğini
seven bir kişi, çalışmalarında sıkılmaz. Mârifet üzere yol alan kişinin de
yolculuğunun devamlılığı, donanım ile muhabbet edilmeye bağlıdır.
Düşünmek, bilim yapmak, üretmek ve
ilimle mârifet yolculuğuna çıkmak zor iştir. Bunu yapan insan sayısı da o
ölçüde azdır. Bir işte devamlılık esas olduğu gibi, zahmeti bol olan mârifet
yolculuğunun da itici gücü muhabbettir.
Bilimsel çalışmalar yapanlar
bilirler; zahmetle üretilen her bilimsel makale, yayınlandığında farklı bir
lezzet verir insana. Ne kadar çalışma yaparsanız yapın, en son çalışmanın
yayınlanmasını beklemek, ilk çalışmanın yayınlanmasını beklemek gibidir. Burada
insanı tetikleyen ve bunca bilimsel çalışmaya katlanmaya, emek vermeye iten
neden, muhabbet içindeki lezzettir.
İnsanlar farklı kişiler ya da
mesleklerle iştigal edebilirler. Bunların nedenlerinden biri lezzet ise,
diğerleri menfaat, olgunluk veya hayr olabilir. İşinden ve çalışmasından lezzet
alan kişinin kalbi ve aklı mesut olur. Şevk ve gayrete gelen birey ise ruhunu
besleyerek aklına kuvvet ve kalbine gıda depolamış olur. Bu tür bir muhabbetin
söze dökülmesi, muhabbetin kişiden uzaklaşmasına neden olur. Gerçek öğrenme
eylem ve fiil ile olduğundan, yapılan bir mârifet yolculuğunun sözle insanlara
duyurulması, iyiliğin, işin ve ilmin de azalmasına neden olacaktır.
Diğer varlıklardan neden farklı
olduğunu yukarıda ifâde ettiğimiz insanoğlu, işini en güzel şekilde yapmalı,
bilimini üretmeli ve mârifet yolculuğunda devamlılığı esas kılmalıdır. Üstünlük
taslama ya da başka bir amaç için mârifet yolculuğu yapmak makbul yol değildir.
Yapılan işte toprak gibi mütevazı,
deniz gibi cömert ve güneş gibi şeffaf olduktan sonra, insanların takdirini
kazanmak çok da önemli değildir. İmkânsız gibi görünen nice olaylar böyle bir
hengâmede açık olur. Böyle kişiler gerçek anlamda hür/özgür olurlar ve kalpleri
sırlar mezarlığına dönüşür. Anlamanın zirvesi bu şekilde idrak edilir. Bu
şekilde hayatı anlayan ve hayata bakan kişi uzağı yakın eder; aksi durumda
yakını uzak kılmaya mahkûmdur.
Bilimin/ilmin Mârifetullah
boyutları olmadan ve sadece Batı endeksli pozitif akıl ile beslenen nesil, mâkâm,
para ve güce dayalı çıkarlardan öteye geçemeyecek duruma düşer. Bu düşüş büyük
bir yangına dönüşmeden, fikrî iktidar olma yolunda ilmin mârifet ölçüleri idrak
edilmelidir.