Medeniyet inşâsında ölçü (21)

“Tasavvuf” ifadesinin mistisizm ile değiştirilmesi nasıl bir helâket ve felâkete neden olmuşsa, “gelenek” kelimesinin sadece alışkanlık, kural ve töre gibi zâhir mânâya hapsedilmesiyle Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz ve kâinat kitabı bütünlüğü parçalanarak İslâm dini yok edilmek, tarihten silinmek istenmiş ve bu amaçla saldırı için hedefe konulmuştur.

BİR işi severek yapan ile sevmeden yapan kişiler arasında netice açısından ciddî farklılıklar oluşur. Mesleğini severek tercih eden bir öğrenci ile çevre etkisiyle tercih eden arasında başarı farkı ortaya çıkar. İşini severek tercih eden ve yapanlarda başarıyı devamlı kılan öz, ruh, his ve heyecan, insanın fıtratında deruhte olan hakikat bağıdır.

Askerlik açısından en başarılı olan milletler vatan, millet, devlet ve bayraklarına kendi gönül rızası ve muvafakatine dayalı olarak görev yapanlardır. Nitekim savaşta bu açıdan en başarılı olan devletlerin başında Türkiye’nin gelmesi mânidardır. Batı’da böyle bir durumdan bahsetmek mümkün değildir.

Batı toplumlarında askerlik hukuken düzenlenmiş olup gönül rızası ve muvafakati aranmaz. Bu açıdan bakıldığında, teknik şartların aynı olduğu veya daha az imkâna sahip Müslümanların galebe çalmaları bu nedenledir. Batı’da askerlik görevi kabuk iken Türklerde öz niteliğindedir.

Müslüman toplumlarda sosyal hayatı düzenleyen değer yargıları ve metinler ile Batı toplumlarında yaşamı katılaştıran ve plâstikleştiren hukuk arasında uçurum vardır. Müslüman toplumlarda kesin olmayan, toplumun değer yargılarına ve çevreye göre makul bir oluşum tecessüs ederken, Batı’da kesin, olması gereken ve sert hatların olduğu, insanı ikinci seviyeye iten bir yol dikte edilmiştir.  

Toplum, millet ve medeniyetlere yön veren etkenler bilinçli bir şekilde akıl, kalp, his, gönül ve insan merkeze alınarak yapılabileceği gibi, toplumun keyfine göre veya tesadüfen meydana gelmesi de mümkündür. Batı’nın keyfine göre yapılan Rönesans gibi oluşumlar altın tepside sunulan birer değermiş gibi dünyaya servis edilirken, insanın metalleştirildiği ve ruhunun çıkarıldığı ise gözlerden kaçırılmıştır. Oysa Şark toplumlarında hak, hukuk, başarı ve adâlet arayışının özünde toplumun birikim, saygı, hürmet, sağduyu ve vicdan gibi değerleri yatar.

Batı toplumlarında görsel, şekilsel, betimlenebilen ve madde esas alınarak yapılan hukuk metinleri bir ölçek içerir. Şark toplumlarında toplumu ciddî şekilde etkileyen hak, hukuk ve adâlet arayışında, aslında insan olmanın getirdiği en mükemmel ölçüler mevcuttur. Bu nedenle Batı ve Şark toplumlarına yön veren hukuk ve metinlerde bağlantılar oluşur. Ancak Batı ve Şark metinlerinin hareket merkezlerinin ve beslendikleri kaynakların farklı oldukları gözlerden kaçırılmamalıdır.

Batı toplumlarına yön veren güç, kuvvet, çıkar, madde ve hesap işleri bir ölçü olarak statik bir durumu gösterip beyin kullanılmadan omurilik ile yapılabilen birer eyleme dönüşmüştür. Bilim yaparken kullanılan akıl da sadece madde odaklı enerji, patent, para, kuvvet ve güç merkezine evirilmiştir. Batılı Oryantalistler bu minderde kaldığından Şark medeniyetini hakikî mânâda anlayamıyor; anlamaları da şimdilik mümkün görünmüyor.  

Dolayısıyla Batı’nın sosyal gelişmeleri Şark’ın hayatına oturmaz. Bu nedenle Şark toplumu olan Müslümanlar, Batı’nın hukuk sistemi ile bütünleşemezler. Doğu toplumlarında olup da Batı hukuk ve sosyal oluşumlarını kendilerine giydiren toplumlar, Batılılaşarak kendi medeniyetlerini kaybetmişlerdir. Diğer bir ifadeyle, bu tür Doğu toplumları Şarklılıklarını unutup Batı medeniyeti için tehlike olmaktan da çıkmışlardır. Çünkü artık bu tür Doğu toplumları, Batı’nın iletim hattı görevinin birer parçası olmuşlardır.


Şark’ta topluma yön veren en önemli etkenlerin başında örf, âdet ve gelenek gelir. Bu kelimeler işitildiğinde “olumsuz” bir yönün de insan zihninde çağrışıyor olması, kasıtlı ve sinsi bir plânın neticesidir ve unutulmamalıdır. Batı en azından tam üç yüzyıldır her yönden İslâm ve Müslümanlara saldırıyor. Kelime ve lisan üzerinden saldırısı en acımasız olanların başında gelir. Bunu başarabilmek için de önce örf, âdet ve gelenek ile dolu olan kültür ve medeniyet önce boşaltılıyor, daha sonra içi yanlışla dolduruluyor.

Maddî atak, savaş, teknoloji, Dördüncü Sanayi Devrimi ve dijital saldırılar, bilinen durumlardır. Sözcükler üzerinden saldırılar ise uzmanları tarafından bilinmektedir. Ancak gerek Batı orijinli dil uzmanları, gerekse Müslüman karşıtları tarafından bilinçle ve linç edercesine bir saldırı, İslâm ve Müslümanlara hep ivmelendirilerek yapılmaktadır. Çünkü her ikisi de aynı çizgiden kurşun sıkıyor.

Müslüman toplumlara sosyal hayatta yön veren örf, âdet ve gelenek kavramlarına geçmeden önce farklı kelimeler üzerinden bir saykal ile devam etmek, gelenek ve din açısından doğru ölçüyü yakalamakta yararlı olacaktır.  

Kelimelerin anlamlarıyla oynamak

Batılılar “tasavvuf” kelimesini “mistisizm” olarak ifade ediyor. Mistisizm, kelime olarak, “bir konuda en üst düzeyde bulunabilme tutkusu” olarak tanımlanır. “Mistik” ise, mistisizm ve gizemli değerlerin ifade edilmesi için kullanılan bir sözcüktür.

Sözcük anlamıyla Allah’ın (cc) niteliğini ve kâinatın oluşumunu varlık birliği anlayışıyla açıklayan dinî akım, “tasavvuf” olarak ifade edilir. İslâm’ın zâhir ve bâtın hükümleri çerçevesinde yaşanan mânevî ve derunî hayat tarzına da “tasavvuf” denir. Burada ikinci anlam doğru olandır. Çünkü İslâm’ın zâhir ve bâtın hükümleri çerçevesinde yaşanan mânevî ve derunî hayat tarzı zaten dindir.

Fizik, görülüp ölçülebilen ya da varlığı data olarak toplanabilen verilerin bütünü iken; metafizik ise fizik/zâhir olayları kapsadığı gibi, olmamış olan ve olacak olanları da kapsayan bir durumdur. Metafizik, Batılılar tarafından doğru olarak anlaşılmamakta ve de kullanılmamaktadır. Batılılar, madde olmayan, ölçülemeyen, veri olarak toplanamayan ve olmayan durumlar için “metafizik” ifadesini kullanırlar. Oysa metafizik; olmamış olan, olacak olan ve maddî evrenin de projesi şeklinde düşünülebilir. Yani internet bugün var; yok olduğu dönemlerde bu, Batılılar için metafizik, şimdi ise fiziktir. Gerçek mânâda ise bunların hepsini kapsayan bir terim olarak metafizik şeklinde düşünülebilir.

Bu pencereden bakıldığında, İslâm’ın zâhir ve bâtın hükümleri çerçevesinde yaşanan mânevî ve derunî hayat tarzına da “tasavvuf” denilmesi ve bunun da din olması, Batı’nın ne kadar doğrudan saptığının bir delilidir. Bu nedenle Batı’nın tanımladığı sosyal kelimeler, Müslümanlara libas olamaz.   

İlk İngiliz Oryantalistlerin başında gelen Reynold Alleyne Nicholson, “tasavvuf” kelimesinin karşılığını “mistisizm” seçerek “tasavvuf” ve “gelenek” kelimelerinin mecrasını değiştirmiştir. Bu değişiklik ile İslâm’ı özden (gelenek) ziyade kabukla (mistik) uğraşan bir din olarak göstermiştir.  Bu tür değişikliklerden sonra vahiy, gelenek, İslâm ve kutsal kitaplara saldırı artmıştır.  

Bu nedenle masum veya hatalı bir anlam değişikliğinden ziyade, kasıtlı ve plânlı bir saldırı olduğu açıktır. Bu tür saldırılar her gözenekten şiddetle yapılmaya devam edilmektedir. Bu nedenle saldırının çıkış noktalarını ve değişikliğin doğru bir yolunu ortaya oymak gerekiyor. Müslüman toplumların sosyal hayatına yön veren örf, âdet, gelenek ve din kavramlarını doğru pencereden görmek gerekir.

Sözcük anlamı olarak yasalarla belirlenmeyen, halkın kendiliğinden uyduğu gelenek, “örf” olarak tanımlanmaktadır. Âdet ise “görenek, alışkanlık, toplumun uyduğu kural ve töre” demektir. Gelenek de “bir toplumda eskiden kalmış, saygınlığı olan, nesillerce aktarılan, yaptırım gücü olan kültürel kalıntı, bilgi, töre, davranış, anane ve tradisyon” anlamıyla karşımıza çıkıyor.

Burada sözcük anlamlarıyla kelime özlerinin birebir uyuşmadığı bir durum var. Özellikle Türklerin İslâmiyet’i kabul etmeden önceki ve sonraki kelimelere yükledikleri anlamların farklı olduğunu görmek gerekir. Tek tanrılı bir inanç sistemindeyken örf, âdet ve gelenek için sözcük anlamını kullanmak doğru olabilir. Ancak Türkler İslâmiyet’i kabul ettikten sonra bu kelimelere farklı anlam yüklenmiştir. “Gelenek” kelimesi bunların başında gelmektedir.    

“Gelenek” kelimesi; özü, kaynağı ve çizdiği yol itibariyle aslında vahiy ve din demektir. Türklerin İslâm ile buluşmasından sonra gelenek kelimesine yüklenen tek anlam da vahiy ve din olmuştur. Böylece “gelenek” kelimesinin kapsamı olan vahiyden maksat, Kur’ân-ı Kerîm ve dinden amaç da İslâm’dır. Bu nedenle “gelenek ve din” kelimelerinin iki farklı kavram olarak düşünülmesi yanlıştır. Bu minvâldeki suâller de yanlış olacaktır. Yanlışa cevap vermeye kalkışmak, doğruya ulaştırmayacaktır.   

“Onlara gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz” (Fussilet, 53) ayetindeki “içinde yaşanılan âlem”den evren/kâinat amaçlanmıştır. Dolayısıyla gelenek kelimesinden maksat, Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz ve kâinat üçlemesidir ve birlikte anlaşılması en doğru olandır. Bu üçünden birinin ayrılması, iyi niyetli bile olsa doğru değildir.

Bu aşamada gelenek/din ifadesi bir ölçü olarak (Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz ve kâinat) ele alınırken çevreden işitilen, okunan ve amaçlanan anlam itibariyle ne türlü savrulmalar olduğu ortaya çıkmaktadır. Tek başına toplumda genel kabul gören, sürekli veya baskın tatbikatı bulunan sosyal davranış biçimleri olarak bilinmiş “gelenek” tanımı noksan kalır.

Selçuklu ile başlayıp Osmanlı döneminde taçlandırılan, “özel bir çaba harcamaksızın bir işi alışkanlık hâline gelinceye kadar tekrar etmek” anlamındaki âdet/örf/gelenek, hukukî ve fıkhî ihtilaflarda “Vahiy” ve “Sünnet” referans alınarak sorun çözülmüş olması, Müslüman toplumların “gelenek” kelimesinden ne anladığını açıkça ortaya koymaktadır.  

Bir toplum hukukî ve fıkhî normlarını tecrübeyle, keyfî ya da gelenekten alabilir. Bu durum toplumlarda yasa şeklinde formel hâle sokulabilir. Benzer şekilde, bireyin toplum tarafından istenilen normlarda (heterenom, dışa bağlı) istenilir olması, hukukî ve fıkhî normlar ile benzeşebilir.


Gelenek ile şekillenen toplum içindeki bireyin tutumu aynı hâlde, aynı biçimde davranmakla, her durumda davranışını belirlemek üzere seçim (karar verme) külfetinden kurtulur. Geleneğin herkes için müşterek, hakikatin ise yeterli kabiliyetine sahip havas zümresine mahsus olduğu görülür.

“Tasavvuf” ifadesinin mistisizm ile değiştirilmesi nasıl bir helâket ve felâkete neden olmuşsa, “gelenek” kelimesinin sadece alışkanlık, kural ve töre gibi zâhir mânâya hapsedilmesiyle Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz ve kâinat kitabı bütünlüğü parçalanarak İslâm dini yok edilmek, tarihten silinmek istenmiş ve bu amaçla saldırı için hedefe konulmuştur. Zira “mistisizm”, yanlış veya bilinçsizce bir tercih değil, sonucun nereye gideceği önceden bilinerek yapılan kasıtlı bir tercihtir. Çünkü mistisizm, Hıristiyanlığa mahsus bir kavramdır.

Hedefte İslâm toplumu var!

“Gelenek” kelimesinin vahiy ve din köklerinden koparılması ve içinin boşaltılmasıyla irtica ve benzer olumsuz kavramlar ile doldurulmak istenmiş, doğrudan İslâm ile savaşmak, asıl maksat edinilmiştir. Bu nedenle gelenek ve din ayrımının en acı felâketini İslâm dünyası ve Müslümanlar yaşamıştır. Vahyin ve Nübüvvetin reddedilmesini “aydınlanma” olarak gören seküler çevreler hem kendi zihnî yapılarını, hem de bütün insanlığı “modernizm” adı altında işgal ve yok etmenin acısını yaşıyorlar.

İslâm, zâhir ve bâtın olarak birbirini tamamlayan iki yüze haizdir. Gerek bireyin davranışlarında, gerekse toplumun sosyal dokusunda zâhir ve bâtın ayrımı, kabuk ve öz ayrımı gibidir. Bu ayrım yapıldığında ne kabuk, ne de öz hayatını idame ettirebilir. Bunu bilen Batılılar, İslâm’a açıktan savaşmak yerine bu tarz ayrımları tercih etmektedirler.

Batı’nın modernizm altında köklü değişikliği hem kendisini, hem de dünyayı anormal/gayr-i tabiî bir hâle sokmuştur. Şark medeniyetinde teknolojik geri kalmışlığa rağmen Batı’da olduğu kadar bir çöküntü yaşanmamıştır. ABD, İngiltere (Birleşik Krallık) ve Fransa gibi devletler Doğu’nun doğal kaynaklarını sömürgeleştirerek dünyanın gördüğü en vahşi saldırıları yaparken, Şark’ın devam eden ananevî/mânevî ruhuna da saldırmayı amaç edinmiştir.

İngilizler, Mısır’daki bazı tarihî değerleri çalarak ülkelerine götürmüşlerdir. ABD ise Irak İşgali sırasında her tarafı açık ve yağmalamaya müsait hâle getirirken, Petrol Bakanlığı, altın rezervleri, nüfus dairesi ve müzeleri ise yedi gün yirmi dört saat asker nöbetinde tutmuştur. Bu kurumların içi boşaltılmış ve binlerce yılın kültürel ve mânevî birikintisi olan bütün değerler çalınarak ABD’ye götürülmüştür.

Teknolojik gelişmemişliğe rağmen Batı ile Doğu/Şark arasındaki zıtlık ve muhalefetin temelinde Batı’nın Rönesans ve modernizm gibi köklü değişikliğine rağmen Şark’ın geleneğe bağlı kalması yatmaktadır. Batı, Şark medeniyetini dünyadan silmek istemektedir. Bunun için de “gelenek” kavramı sıradanlaştırılmak ve içi boşaltılmak istenmiştir. Batı’nın hedefine koyduğu gelenek kavramı, İslâm dini temeline sahip vazife gören örf ve âdetlerdir. Bu nedenle Batı’nın hedefine koyduğu ve yok etmek istediği gelenek/örf/âdet ile alelâde örflerin birbirine karıştırılmaması gerekir.

Gelenek için “anane” ve “tradisyon” kelimeleri de karşımıza çıkıyor. Tradisyon sözcüğü “tradition” kelimesinden uyarlanmıştır. Tradition ise “gelenek, âdet, din” karşılığında olsa da Batılı kaynaklar bu kelimeyle beşer üstü ve tek kaynaktan neşet etmiş anlamında bütün dinleri kastetmektedirler. Buradan, bütün dinlerin bir yaratıcı tarafından gönderilmiş olması akla gelebileceği gibi dinler arası diyalog ve hoşgörü gibi fikirleri de içerebileceğinden, olumsuz durumlara açık bir kavramdır. Bu nedenle İslâm dinini amaç edinen “gelenek” sözcüğünü tek başına “tradition” kelimesi karşılayamıyor.

Batı kendi inanç ve dinleri için “religion” kelimesini kullanır. Batı’da bu merkezli din (religion), aslî unsur ve mânâdan sıyrılmıştır. Dolayısıyla gelenek için sadece “tradition” kelimesinin kullanılmasının bu noktadan da tam anlamıyla İslâm dini kavramını karşılamadığı açıktır. Bu nedenle İslâmiyet’in kastedildiği “gelenek” kavramının hem religion, hem de tradition özelliklerini eşzamanlı taşıdığı görülür.

Günümüzde dîn denince ibadet, itikat, teslimiyet ve moral akla gelir olmuştur. Gelenek için sadece tradisyon kullanılması, Rönesans’la başlayıp Determinizmle devam eden Newton’cu görüşün Batı’da tek makbul görüş olması etkin rol oynamıştır. Batı, sanatı bile sadece akıl ile yapılan bir eser olarak görmesi düştüğü çukurun bir sonucudur. Gerçekte sanatta bir akıl, kalp ve bu ikisinin imtizacı esastır. Son yıllarda duydu ve his ile ilgili bilimsel makaleler batıda yaygınlaşmaya başlasa da deterministik çerçevenin dışına çıkılmamıştır.

“Gelenek” kelimesinden maksat olan Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz ve kâinat esaslı İslâm dininin ise astronomi, kozmoloji, fizik, kimya, tıp, hukuk, sanat, siyaset, tasavvuf, matematik ve içtimaî birçok sahayı kapsayan kocaman bir kanun ve nizam sistemi olduğu görülür. İslâm dininde aklın, kalbin, akıl-kalp ikilisinin, irfan ve şefkatin de içinde olduğu kocaman bir keşif dünyasıyla karşılaşılır. Fizik (beş dış duyu ve teknolojik cihazlar) ve metafizik (beş iç duyu ve yeni nesil teknolojik cihazlar) duyularla alınan veriler, bir kanunlar silsilesince değerlendirilerek lisan ve metin ile ikrar edilip kalp ile tasdik edilir. Sabit ayağın durduğu tek hakikat ise tevhiddir.

Batı’da irfan ve şefkat yoktur. Bu nedenle İslâm dinini değil, Hıristiyanlığı bile anlayamıyorlar. Çünkü irfan ve şefkat sırasıyla kalp ve karşılıksız sevgi merkezli olduklarından, sadece akıl ve çıkar ilişkisi bu değerleri kavrayamıyor. Kişi bilmediği şeyin düşmanı olduğundan, Batı, irfan ve şefkatin düşmanıdır. Bu nedenle Batı, fıtrîliğin dışına çıkarak hem kendi dünyasını, hem de çevresini tahrip ediyor.

Duâ, İslâm dininde önemli durumlardan birisidir. Çalışmak, fen ve teknoloji ürünleri elde etmek, “sebeplere müracaat etmek” anlamında fiilî duâ olduğundan, peşin ücretini alan Batı, ekonomik açıdan Müslüman ülkelere göre daha zengin durumda oluyor. Müslüman toplumların ilâhlık etkisi vermeden sebeplere (bilim, fen, teknoloji) müracaat ederek ve Batı’nın bu maddî bilimi noktasında doktora düzeyinde çalışmalarını ithal ederek bir kazanç sağlaması doğru olandır.

Batı’da irfan ve şefkat yoktur. Bu nedenle İslâm dinini değil, Hıristiyanlığı bile anlayamıyorlar. Çünkü irfan ve şefkat sırasıyla kalp ve karşılıksız sevgi merkezli olduklarından, sadece akıl ve çıkar ilişkisi bu değerleri kavrayamıyor. 

Ancak sosyal açıdan Müslüman toplumların Batı’dan kazanacakları ve öğrenecekleri çok fazla bir şey yoktur. Batılıların büyük çoğunluğu Şark medeniyetinden aldıkları, sömürdükleri veya savaş nedeniyle aşırdıkları medenî verileri, kitapları, tarihî eserleri ve kütüphaneleri tercüme edip İslâm dünyasına pazarlıyorlar. Batı’da sosyal anlamda yapılan sadece budur. Üstelik irfan, tasavvuf, gelenek ve şefkat gibi tam karşılığı kuramadıkları kavramların da içini boşaltıyorlar.

Batı, kendi acizlik ve beceriksizliğini bütün dünyaya yaymak ve insanlığı köleleştirmek istemektedir. Modern, materyalist söylem ve eylemler maddenin esas olduğunu ve maddî oluşumlar insanın beynine yansıdığı ve bilginin böyle gerçekleştiğini esas alarak yola çıkıyor. Gerçekte ise duygular bütün organları yönetiyor. Yani duyularla karar verilen sonu,ç beyinde kimyasal yolla organlara iletilip oradan da bilim ve eyleme dökülüyor. Bu durum ise Batı materyalizminin çöküşüdür. Bu nedenle Batı da çöküyor.

Gelenek eksenli medeniyetlere bakıldığında şekillerde farklılık olabilir, ancak öz, temel ve esas hakikat aynıdır. Gerçek anlamda bütün ananeler beşer üstü tek kaynaktan neşet etmiştir. Geçmiş, gelecek ve gelenek düşmanı olan Batı, anlamadığı için böyle davranıyor. Zira geçmiş medeniyetleri anlamak, şimdiki yaşayan geleneksel (İslâm) medeniyeti anlamakla mümkündür. Oysa Batı, İslâm’ı anlamadığı gibi İslâm medeniyetini hedefine koymuş ve savaşıyor.

“Gelenek ile din” kelimelerinin ayrılması, geleneğin sadece tradition ile karşılanması ve alelâde bir karşılığının gündemde tutulması, kasıtlı olarak Batı’nın medeniyet savaşlarında kullandığı bir hamle silahıdır. Müslümanların, “gelenek” kavramından Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz ve kâinat kitabı bütünlüğünü kapsayan İslâm dinini anlaması ve böyle kullanması doğru olandır.