KOLAYLIK,
ahenk, uyum ve akıcılık, hakikatin parıltılarıdır. Kolaylık, basitlik değil, mümkünatın
en iyisidir. Ahenk ise hakikati oluşturan parça, unsur ve bileşenlerin estetik
ölçüler içinde birbiriyle uyumudur. Uyumun en dikkat çekici olanlarından birisi,
hiç şüphesiz zıtlar arasında gerçekleşenlerdir. Bir ifadede harf ve kelimelerin
birbiriyle tensîk olarak inci gibi dizilmesi, zıtların uyumuna ek bir
güzelliktir.
Zaman ve mekân, mühim iki boyuttur. Zaman geri döndürülemez,
lâkin mekân, yön açısından çeşitlendirilebilir. Ancak yön, küre yüzeyinde anlamını
kaybeder. Yerküre iç ve dış olarak bir vücuda bürünür. İç karanlık ve ateş
topuna, dış ise holistik âlemde/anlamda bedî bir meyveye dönüşür.
Yerkürenin içindeki maddeler sürekli hareket ederler. Bu
hareket maddelerin kinetik enerjilerinin (hız nedeniyle oluşan enerji) artmasına
neden olur ve sıcaklık giderek daha da artar. Bu artış en büyük sıcaklık
değişimini gösterir. Bu değişim de bir sürücü kuvvet görevi görür. Dünyanın
çekimi de böylelikle ortaya çıkar.
Yerküre, ateş topunun içeride oluşturduğu bu çekim ile suyu
tuttuğunda gökyüzü de yağmura beşiklik eder. Bu sahne, insana bir tercih sundu.
İnsan, varlığı yokluğa, meyveyi ateşe müreccah eyledi. Saatin tersi yönde,
kalbin etrafındaki dönüş bir iz ve yol oldu. Hazreti Mevlânâ, işte böyle bir
yolda yürüdü!
Bir cisim mekânda sabit hareket veya sükûn hâlde bulunur. Hareket
dindiğinde cisim uyku hâline girer. Böylece merkez, kıyas ve ölçü aşikâr olur;
insan da merkezde şah olur. Bir insan böyle bir uykuda merkeze girerse, bazen
sinirlerin genişlemesi, bazen de iç/dış duyulardan ve iradeli/iradesiz hareketlerden
aciz kalır. Böyle uykular insanı korkudan arındırır. İstiklâl Marşı’mızdaki “Korkma!”
söylemi, böyle bir merkezden çıkmış ve samimiyet ipiyle doğru yolu göstermiştir.
Halkın bağrı, hâl durumunun yansıdığı en güzel mekândır. Kolaylık
halkta imkân olarak parlar. Bir iş, olay ve fiilin gerçekleşme sürecinde
engelin olmaması bir kolaylıktır. Bunlar başarılırken güç yetirilebilir olması
ise imkân meselesidir.
İmkân, yokluğa karşı varlık ve ayrılığa karşı birlik gibi
kuşatıcı evrensel bir kavramdır. Daha çok niceliklerin içerisinden niteliklerin
ortaya çıktığı bir hâldir. İmkân, aynı zamanda bir potansiyeli de ifade eder.
Bu nedenle potansiyelin değişiminden elde edilen kuvvet ve güç, imkân olarak da
tanımlanır ve bilinir. Bu ifade tam anlamıyla fiziksel bir kavramın sosyal
alandaki yansıması olması nedeniyle manidardır ve dikkat çekicidir.
Zira bunun gibi çok sayıda aklı hayrete düşüren ifadenin
günümüzde birebir aynısının bilimsel “formülleri” yazılmıştır. Doğu toplumları
formül yazmaktan kaçınmışlardır. Bunun tamamen iyi niyetle olduğu açıktır.
Ancak zamanında formül yazılsaydı, insanlık şimdiki zamandan en az beş yüz yıl daha
teknoloji açısından ileride olurdu. Bu iş başarılsaydı, bu kez de insanlık çok
daha fazla madde içinde boğulur, mânâ kaybolabilirdi.
Günümüzde dünyanın istediği denge içerikli mânâ ve formül yorumlayabilecek
potansiyeldeki ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Diğer bir ifadeyle,
Türkiye, dünyaya yeni ve istendik bir medeniyet sunabilecek birkaç ülkeden birisidir.
Türkiye’ye saldırıların odağında bu durum vardır. En azından fen olaylarında
bir formüle dayalı ifadeden kaçan Doğu medeniyeti, formül yazan Batı medeniyetinden
ekonomik ve maddî açıdan en azından son iki yüzyıldır geri düşmüştür. Formül
yazarak sanayi devrimlerini gerçekleştirmeyi başaran Batı, insanı yerin dibine
sokmuştur. İnsana dair ortaya hiçbir manevî değer koymamıştır. Şimdilerde bu
durum çok açık bir şekilde görünmüyor ama gelecek zamanlarda insanı
değersizleştirmenin, hiçleştirmenin açık sonucunu hem Batı, hem bütün dünya
çekecektir.
Değerin medeniyeti, medeniyetin formülü
Bir tarafta formül yazmaktan çekinen Doğu, diğer tarafta ise
formül yazarak insanı plâstik derecesine indiren Batı bulunmaktadır. İkisinin
ortasını tam anlamıyla dünyaya ilân edecek potansiyel, veri ve neticelere sahip
olan Türkiye’yi “formül eksenli Batı”, modern fikir enjektesini deist, ateist
ve inkâr fikri ile aşılamaya devam ediyor. Batı’nın aksine insancıl bir yorumu
ve mânâ eksenli neticeyi Türkiye yapabilir.
Sebep-sonuç ilişkisinden kurtulmuş, İlâhî nizama uyumlu,
hikmetli, akıcı ve ahenkli bir imkân, insanlığa sunulmayı bekliyor. Batı, bunu
bildiği için bu alanda binlerce tez yaptırıp düşünce kuruluşlarına, oradan da
kitaplaştırarak dünya ile büyük bir savaş yapıp mücadelesine devam ediyor. Doğu
ise kıpırdanmaya ve filiz vermeye çalışıyor.
İmkân mahallî çağrıştırırken, kuvvet ve güç de özneyi
gösterir. Bu nedenle Türkiye gibi yeni söylemler haykıracak ülkeler özne olsun
istenmez. Zira dünyaya karşı yeni söylem üretmek, modern Batı’nın çökmesi
demektir. Burada da yeni söylemin geçer akçe olduğunu ifade etmek çok güç.
Şunu açık ve net olarak ifade etmekte hiçbir sorun yoktur:
Gerçekten Türkiye, Selçuklu ve Osmanlı’dan çok daha etkin bir devlet olma
potansiyeline ve imkânına sahiptir. Ancak bu imkân ve potansiyelin niceliğe
feda edildiği de bir vakıadır.
Ahenk ile güzellik karıştırılmamalıdır. Güzellik organik,
maddî, renk, şekil, fikir ve mânevî olabilir. Bunlar ahenkle ilintilidir ancak
doğrudan ahenk değildir. Güzellik ahengin olduğu yerde aşikâr olabildiği gibi,
ahenk olmadan da güzellik olabilir. Ancak ahengin olduğu her yerde bir güzellik
vardır. Bu nedenle ahenk ilmek ilmek idrak edilmelidir. Ruh ve ahlâk güzelliği,
kapsadıkları ahenk ile anlam kazanır.
“Mîzan, kader, tesviye ve takvîm” gibi kelimeler ahengin eşya
için kullanılan karşılıklarıdır. Buradaki kelimelerin ortak yönüne bakıldığında
“ölçü”nün var olduğu görülür. Dolayısıyla bir ölçü ve ahenk olmadan medeniyet
inşâ edilemeyeceği görülmelidir. Kamer Sûresi’nin kırk dokuzuncu ayetine bu
pencereden de bakılabilir. Benzer bir durum, Tîn Sûresi’nin dördüncü ayetinde insan
için mevcuttur. Buradaki ahenk ve ölçü, insanın her şeyini kapsamaktadır.
Ahenk, en güzel karşılıklarından birisini de evren/kâinat
için gösterir. Çünkü kâinatta bir kusur ve noksan yoktur. Benzer bir durum,
insan içinde geçerlidir. İnsan da mahlûkatın en kusursuz olanıdır. Benzer bir ahenk
durumu metinlerde de vardır. İnsanın kendi kabiliyeti, ahlâkî melekeleri, işleri
ve eserleri ölçüsünde ahengi yansıtması beklenir. Bunu yaparken beslendiği
kaynağın metinlerdeki ahenk olması tercihi, durumdan ziyade, bir çeşit
vazifedir.
Metinlerde aranan üslûp ve usul, ifadelerde selîs/akıcı bir tarzdır.
Bir sözün tesirinde kolay ve akıcılık da pay sahibidir. Okunuşta dile zorluk
veren harflerin kolay ahengi, bir şaheser oluşturur. Bir tür aliterasyon olan genel
bir ahenkse metne can verir. Ruh his ve zevk aldığında, bu canlılık idrak
edilir.
Keder, insanı yıpratır ve eritir. Allah (cc), müminlere tam
zamanında mutlaka güven, sükûnet ve bir sekîne verir. Sekîne ve sükûnet,
kederin ardından gönderilir. Çünkü hayatın en birinci gayesi Allah’ı (cc)
tanımak olduğundan, fırsatlar her dem sunulur. Zıtlar olmadan tanımak, bilmek
ve anlamak olmaz. Dinginlik ve korkudan arınmanın yolu ise sükûnetin ardından
gelen bir uykudur. Uyku hâli, insana bir denge ortamı sunar.
Zıtların birlikteliği olumsuzluk anlamında değerlendirilemez.
Zıtlar, “fark” etmenin günlük hayattaki en öğretici ve uyarıcı yoludur. Zamanın
çıkarıldığı ortamlarda arta kalan mekân, tekrarlara beşiklik eder. Tekrarların
başı ile sonu, aslında birer zıtlık abidesidir.
Bir hareket olayında hıza bağlı enerji en yüksek derecedeyken, potansiyele bağlı enerji en diptedir. Bunun tersi de doğrudur. Bu tür uç noktalarla birbirlerini tetikleyen ve tamamlayan olaylar evrende hemen her yerde bulunur. Bunun fark edilmesi özellikle modern Batı’nın dünyada tekdüze bir akım oluşturmasıyla körleşmiştir.
Nizam mı, kusur mu? Nizam varsa kusur var mı?
İlâhî nizamda kusur yoktur. İlâhî nizamın metninde de her şeyi
aramak akıllıca olandır. İlâhî metinlerden biri olan İncil’de (Markos İncili) “Ben
Alfa ve Omega’yım” metni, bütünlüğe işaret eden bir ifadedir. Alfa ve omega,
Yunan alfabesinin birinci ve sonuncu harfleridir.
Keder, güven, kendinden geçmek, can derdine düşmek, uyumak ve
kendine gelmek gibi, bir toplumun sinir uçlarıyla ilgili yönlerin kolayca, ahenkli
bir şekilde, uyum ve akıcılıkla anlatımı kolay değildir. Hele bir de böyle bir
durumun hem bir topluluk, hem de bireyin hayatına tatbikinin öne çıkarılması,
takdir edildiği gibi örnek alınmayı da gerekli kılar.
Üstelik böyle bir metinde harf ve kelimelerin birbiriyle
tensîk şekilde inci gibi dizilerek her şeyin bir şeyde parlatılması, ancak
kutsal metinlerde olabilir. Ayrıca, metnin yazıldığı lisandaki bütün harflerin
birlikte kullanımı, tek kelime ile “mucize” ile açıklanabilir. Böyle bir özellik
Âl-i İmrân Sûresi 154’üncü ayette mevcuttur.
Malûm olduğu üzere Arap alfabesi “Kur’ân alfabesi” olarak da
bilinir. Bu alfabenin bütün harfleri, Âl-i İmrân Sûresi 154’üncü ayette bir
mîzan/ölçü, kıyas, ahenk ve akıcılık hâlinde hep birlikte bulunmaktadır. Ayetin
başladığı ilk harf olan “se”nin üzerindeki üç nokta, bir inşâyı gösterir. Sonraki
durumlardan maksat, fizik evrenin metafizik âlemden damlamasına işarettir.
“Se” harfinin üzerindeki üç nokta; Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı
Kerîm ve Peygamber Efendimizdir. Bu üç noktanın tek harfte yer alması, Kâinat
Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimizden oluşan bu durumun birbirinden
ayrılmaması gerektiğine işarettir. Çünkü kelime harfe dönüşürken, “sonra”
olarak metafizik evrenin ötesi olan fizik evrene atıf şeklinde görülebilir.
Bu ayette en ilginç olan
noktalardan birisi de Arap alfabesinin ilk harfi olan “elif” ile son harfi olan
“ye” harfinin aynı sayıda (yirmi bir defa) geçiyor olmasıdır. “Elif” ile “ye”
harflerinin eşit sayıda tekrarı, baş ve sonun bir kudret elinde olduğuna yani
her şeyin başlangıç ve neticesinin Allah’ın (cc) kontrolünde olduğuna bir
delildir. Elif harfinin dikliği, ye harfinin yumuşaklığına bir geçişi de
göstermektedir.
“Vav” harfinin okunuşu, elif ve ye harfinin okunuşuna göre
daha ağırdır. Bu durum, niteliğin önemli olduğunu gösterir. Özgül ağırlığı
yüksek olan bir maddeyi dengelemek için hafif olan maddeden birden fazla
(nicelik) kullanmayı gerektirir. Harflerdeki bu durum, adı geçen ayette “vav”
harfinin “elif” ve “ye” harflerinden daha az sayıda geçmesi gerektiğini
gösterir. Nitekim bu ayet dikkatle incelendiğinde, “vav” harfinin on yedi defa
geçtiği görülür.
Bu şekilde bir özellik sürdürüldüğünde, devamı
beklenilebilir. “Vav” harfinden okunuş olarak daha ağır olan harf varsa
bunların da “vav” harfinden daha az sayıda geçmeleri gerekir. Bu duruma
odaklanıldığında; okunuş itibariyle “vav” harfine göre daha ağır olan “ha” ve
“ayn” harflerinin ayette zikrediliş adedinin “vav” harfinden az sayıda olması
insanı gerçekten düşündürüyor. Benzer durumun “ha” ile “ayn” arasında olduğu da
görülmeye değer.
Okunuş itibariyle ağır harflerin ayette geçiş adedinin
azlığına karşın hafif harflerin zikrediliş adedinin fazlalığı ile muntazam bir
kolaylık, ahenk, uyum ve akıcılık parlatılmıştır. Bu şekildeki bir usul
çerçevesinde harflerin birer inci gibi dizilişte olması, akılları hayrete
düşürüyor. Sadece bu açıdan bile bir doktora tez çalışmasını dolduracak konu
ortaya çıkıyor.
Bu minvâlden hareketle, okunuş, sıfat ve titreşim gibi
özellikleri benzer olan seslerin eşit sayıda bu ayette zikredilmiş olmasını
beklemek gerekebilir. Gerçekten böyle bir duruma odaklanıldığında, mahreç,
sıfat ve savt açısından birbirine benzeyen “sin”, “şın” ve “sad” harflerinin
eşit sayıda (üçer defa) zikredilmesi, harf, kelime ve ses açısından
mükemmelliğin bu ayette taçlandırılmış olduğunu gösteriyor.
Birbirine benzeyen “ayn” ve “gayn” harflerinden ağır olan
“gayn” üç defa, “ayn” harfinin ise altı defa zikredilmiş olması, ortaya bir
sanat harikası durumu çıkarıyor. Bu ayet okunurken ses tonlarının frekansla
değişimi, ses şiddeti ve renklendirme yapıldığında ortaya çıkacak manzaranın
eşsiz olacağı muhakkaktır. Bu durum sanatkârları bekliyor!
“Elif” harfinin eni bir
birimken, yüksekliği sekiz birimdir. Kâinatta bulunan maddeler
on dört farklı şekilde eşya, cisim ve maddeleri oluştururlar. Bu maddeler oluşturulurken
“bire sekiz” oranına uyulur. Elif, metafizik âlemde isim olduğundan
kusursuzdur. Bu âlemde benliğini (ego/ene) eritip lâyıkıyla kul olmayı başaranlar,
eğilmeyi de bilenlerdir. Bu nedenle “elif” bu âlemde insanı temsil ettiğinde,
“ye” gibi eğilmesini/esnemesini de bilenlerle nihayete erişir. Arap
alfabesindeki elif ile ye harflerini bu noktada ikiz kardeş olarak görmek
gerekir. Bu ayette “elif”, “ye”ye dönüşmüştür. İnsan da emaneti omuzlayan
olarak kâinatın halifesi olmuştur.
Bu ayette dikkat çekici
özelliklerden birisi de “mîm” ve “nûn” harfleri arasında yaşanmıştır. Ayetteki
ilk kelime, mîm harfiyle bitiyor. Mîm harfi ile nûn harfi alfabede sırasıyla
yer almaktadır. Burada sıfat açısından bir tecelli yaşanıyor. Sıfat, bir
varlığı tanımaya yarayan özelliktir. Harfler için sıfattan kastedilen şey ise,
harflerin çıkış noktalarına (mahreç) ait bir özelliktir. Bu durum “ses”
olduğunda genizden gelen durumla eşdeğer olur. Bu duruma da “gunne” denir. İşte
burada gunne, mîm ve nûn harflerine ait bir sıfattır. Bu sesin
güvercin sesine karşılık gelmesi de manidardır. Mîm ve nûn harflerine ait bir
sıfat olan gunne, bu harflerden hiç ayrılmama özelliklerinden dolayı öz
kardeştirler. Bu nedenle mîm ve nûn harfleri eşit sayıda (otuz üç defa)
zikredilmiştir.
Ayrıca “mîm” harfi “bâ”
harfinden önce bulunursa gunne ile yetinilir. Bu yetinme, anlamda öze işaret
eder. Bu özü bilen kişi ise âlim demektir. Ancak bu durumu aşikâr kılmamak için
çok fazla bu konu üzerinde duran olmaz. Bu şekilde, “bâ”
harfinden önce “mîm” harfi burada yer almıştır. Ancak ilginç olan durum ise şudur: Böyle
bir durumda “nûn” harfinin olmaması, “bilen ile bilmeyenin eşit olmayacağına
bir delildir”. Burada bilmekten maksat, fizik evrende “öz”, metafizik âlemde
ise “isim” sahibidir.
Pencereler
Elif, lâm ve mîm harfleri
öyle bir insicama haiz ki, bu durum çok özel çalışma gerektiriyor. Elif ile ye
harflerinin durumu, bu ayet içinde kullanımına göre kısaca ortaya konuldu. Mîm
için de bir bakış gerçekleştirildi. Hurûf-ı mukattaa olarak isimlendirilen bu
tür harfler kendi isimleriyle telâffuz edilirler. Bu harfler Kur’ân’da yirmi
dokuz sûrenin başında yer alırlar. Elif, lâm ve mîm birlikteliği, böyle bir hurûf-ı
mukattaa hâlidir.
Kelime-i Tevhîd’in başlangıcı
olan “lâmelif”, “lâm” desteğine yazılmış sâkin elif olarak düşünülebilir. Lâm
ve elif harflerinin birlikte lâmelif suretinde görünmesi, bu ayette enteresan
bir yansımada ortaya çıkmaktadır. Bu iki harfin birleşiminden oluşan “lâmelif”te
lâm iki hisseye, elif ise bir hisseye sahiptir. Bu nedenle, yukarıda da
belirtildiği üzere, elif yirmi bir defa geçerken, lâm ise kırk iki defa
geçmektedir. Bu, insanüstü İradenin ürünüdür.
Lâmelif, elif-lâm-mîm, bâ-sin-mîm, elif-lâm-râ
ve kaf-nûn gibi oluşumlar medeniyet açısından çok fazla pencereye açılabilir.
Bu alanda ileri derecede kalem oynatmak için Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı
Kerîm ve Peygamber Efendimizin işaretlerini doğru anlayabilenler çalışmalıdır. Bu
açıdan eş zamanlılık ve morfik rezonans gibi kavramların vicdanın sesi
yapıldığında harika işlere imza atılacağı açıktır.
Sonuç olarak, Âl-i İmrân Sûresi 154’üncü ayette bütün harfler
bir ölçü ve nizam ile dizilmişlerdir. Bu, her şeyin bir şeyde olabileceğine mükemmel
bir örnek olarak gösterilmiştir. Detaylıca ve bir uzman ekip tarafından değerlendirdiğinde,
çok hikmetin olduğu görülecektir. Kelime, harf ve ayetteki insicam, hiç
şüphesiz mânâda da mevcuttur. Uhud Savaşı’ndaki ortam böylesi sosyal mânâda
yaşanmış bir örnektir. Günümüzde de benzer durumların örnek alınarak sosyal
olaylar mükemmel derecede ve insanların kabul edeceği vicdanî ölçüde
çözülebilecekleri bir hakikattir.