Medeniyet inşâsında ölçü (20)

Bir tarafta formül yazmaktan çekinen Doğu, diğer tarafta ise formül yazarak insanı plâstik derecesine indiren Batı bulunmaktadır. İkisinin ortasını tam anlamıyla dünyaya ilân edecek potansiyel, veri ve neticelere sahip olan Türkiye’yi “formül eksenli Batı”, modern fikir enjektesini deist, ateist ve inkâr fikri ile aşılamaya devam ediyor. Batı’nın aksine insancıl bir yorumu ve mânâ eksenli neticeyi Türkiye yapabilir.

KOLAYLIK, ahenk, uyum ve akıcılık, hakikatin parıltılarıdır. Kolaylık, basitlik değil, mümkünatın en iyisidir. Ahenk ise hakikati oluşturan parça, unsur ve bileşenlerin estetik ölçüler içinde birbiriyle uyumudur. Uyumun en dikkat çekici olanlarından birisi, hiç şüphesiz zıtlar arasında gerçekleşenlerdir. Bir ifadede harf ve kelimelerin birbiriyle tensîk olarak inci gibi dizilmesi, zıtların uyumuna ek bir güzelliktir.  

Zaman ve mekân, mühim iki boyuttur. Zaman geri döndürülemez, lâkin mekân, yön açısından çeşitlendirilebilir. Ancak yön, küre yüzeyinde anlamını kaybeder. Yerküre iç ve dış olarak bir vücuda bürünür. İç karanlık ve ateş topuna, dış ise holistik âlemde/anlamda bedî bir meyveye dönüşür.

Yerkürenin içindeki maddeler sürekli hareket ederler. Bu hareket maddelerin kinetik enerjilerinin (hız nedeniyle oluşan enerji) artmasına neden olur ve sıcaklık giderek daha da artar. Bu artış en büyük sıcaklık değişimini gösterir. Bu değişim de bir sürücü kuvvet görevi görür. Dünyanın çekimi de böylelikle ortaya çıkar.

Yerküre, ateş topunun içeride oluşturduğu bu çekim ile suyu tuttuğunda gökyüzü de yağmura beşiklik eder. Bu sahne, insana bir tercih sundu. İnsan, varlığı yokluğa, meyveyi ateşe müreccah eyledi. Saatin tersi yönde, kalbin etrafındaki dönüş bir iz ve yol oldu. Hazreti Mevlânâ, işte böyle bir yolda yürüdü!

Bir cisim mekânda sabit hareket veya sükûn hâlde bulunur. Hareket dindiğinde cisim uyku hâline girer. Böylece merkez, kıyas ve ölçü aşikâr olur; insan da merkezde şah olur. Bir insan böyle bir uykuda merkeze girerse, bazen sinirlerin genişlemesi, bazen de iç/dış duyulardan ve iradeli/iradesiz hareketlerden aciz kalır. Böyle uykular insanı korkudan arındırır. İstiklâl Marşı’mızdaki “Korkma!” söylemi, böyle bir merkezden çıkmış ve samimiyet ipiyle doğru yolu göstermiştir.

Halkın bağrı, hâl durumunun yansıdığı en güzel mekândır. Kolaylık halkta imkân olarak parlar. Bir iş, olay ve fiilin gerçekleşme sürecinde engelin olmaması bir kolaylıktır. Bunlar başarılırken güç yetirilebilir olması ise imkân meselesidir.

İmkân, yokluğa karşı varlık ve ayrılığa karşı birlik gibi kuşatıcı evrensel bir kavramdır. Daha çok niceliklerin içerisinden niteliklerin ortaya çıktığı bir hâldir. İmkân, aynı zamanda bir potansiyeli de ifade eder. Bu nedenle potansiyelin değişiminden elde edilen kuvvet ve güç, imkân olarak da tanımlanır ve bilinir. Bu ifade tam anlamıyla fiziksel bir kavramın sosyal alandaki yansıması olması nedeniyle manidardır ve dikkat çekicidir.

Zira bunun gibi çok sayıda aklı hayrete düşüren ifadenin günümüzde birebir aynısının bilimsel “formülleri” yazılmıştır. Doğu toplumları formül yazmaktan kaçınmışlardır. Bunun tamamen iyi niyetle olduğu açıktır. Ancak zamanında formül yazılsaydı, insanlık şimdiki zamandan en az beş yüz yıl daha teknoloji açısından ileride olurdu. Bu iş başarılsaydı, bu kez de insanlık çok daha fazla madde içinde boğulur, mânâ kaybolabilirdi.

Günümüzde dünyanın istediği denge içerikli mânâ ve formül yorumlayabilecek potansiyeldeki ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Diğer bir ifadeyle, Türkiye, dünyaya yeni ve istendik bir medeniyet sunabilecek birkaç ülkeden birisidir. Türkiye’ye saldırıların odağında bu durum vardır. En azından fen olaylarında bir formüle dayalı ifadeden kaçan Doğu medeniyeti, formül yazan Batı medeniyetinden ekonomik ve maddî açıdan en azından son iki yüzyıldır geri düşmüştür. Formül yazarak sanayi devrimlerini gerçekleştirmeyi başaran Batı, insanı yerin dibine sokmuştur. İnsana dair ortaya hiçbir manevî değer koymamıştır. Şimdilerde bu durum çok açık bir şekilde görünmüyor ama gelecek zamanlarda insanı değersizleştirmenin, hiçleştirmenin açık sonucunu hem Batı, hem bütün dünya çekecektir.

Değerin medeniyeti, medeniyetin formülü

Bir tarafta formül yazmaktan çekinen Doğu, diğer tarafta ise formül yazarak insanı plâstik derecesine indiren Batı bulunmaktadır. İkisinin ortasını tam anlamıyla dünyaya ilân edecek potansiyel, veri ve neticelere sahip olan Türkiye’yi “formül eksenli Batı”, modern fikir enjektesini deist, ateist ve inkâr fikri ile aşılamaya devam ediyor. Batı’nın aksine insancıl bir yorumu ve mânâ eksenli neticeyi Türkiye yapabilir.

Sebep-sonuç ilişkisinden kurtulmuş, İlâhî nizama uyumlu, hikmetli, akıcı ve ahenkli bir imkân, insanlığa sunulmayı bekliyor. Batı, bunu bildiği için bu alanda binlerce tez yaptırıp düşünce kuruluşlarına, oradan da kitaplaştırarak dünya ile büyük bir savaş yapıp mücadelesine devam ediyor. Doğu ise kıpırdanmaya ve filiz vermeye çalışıyor.

İmkân mahallî çağrıştırırken, kuvvet ve güç de özneyi gösterir. Bu nedenle Türkiye gibi yeni söylemler haykıracak ülkeler özne olsun istenmez. Zira dünyaya karşı yeni söylem üretmek, modern Batı’nın çökmesi demektir. Burada da yeni söylemin geçer akçe olduğunu ifade etmek çok güç.

Şunu açık ve net olarak ifade etmekte hiçbir sorun yoktur: Gerçekten Türkiye, Selçuklu ve Osmanlı’dan çok daha etkin bir devlet olma potansiyeline ve imkânına sahiptir. Ancak bu imkân ve potansiyelin niceliğe feda edildiği de bir vakıadır.  

Ahenk ile güzellik karıştırılmamalıdır. Güzellik organik, maddî, renk, şekil, fikir ve mânevî olabilir. Bunlar ahenkle ilintilidir ancak doğrudan ahenk değildir. Güzellik ahengin olduğu yerde aşikâr olabildiği gibi, ahenk olmadan da güzellik olabilir. Ancak ahengin olduğu her yerde bir güzellik vardır. Bu nedenle ahenk ilmek ilmek idrak edilmelidir. Ruh ve ahlâk güzelliği, kapsadıkları ahenk ile anlam kazanır.

“Mîzan, kader, tesviye ve takvîm” gibi kelimeler ahengin eşya için kullanılan karşılıklarıdır. Buradaki kelimelerin ortak yönüne bakıldığında “ölçü”nün var olduğu görülür. Dolayısıyla bir ölçü ve ahenk olmadan medeniyet inşâ edilemeyeceği görülmelidir. Kamer Sûresi’nin kırk dokuzuncu ayetine bu pencereden de bakılabilir. Benzer bir durum, Tîn Sûresi’nin dördüncü ayetinde insan için mevcuttur. Buradaki ahenk ve ölçü, insanın her şeyini kapsamaktadır.

Ahenk, en güzel karşılıklarından birisini de evren/kâinat için gösterir. Çünkü kâinatta bir kusur ve noksan yoktur. Benzer bir durum, insan içinde geçerlidir. İnsan da mahlûkatın en kusursuz olanıdır. Benzer bir ahenk durumu metinlerde de vardır. İnsanın kendi kabiliyeti, ahlâkî melekeleri, işleri ve eserleri ölçüsünde ahengi yansıtması beklenir. Bunu yaparken beslendiği kaynağın metinlerdeki ahenk olması tercihi, durumdan ziyade, bir çeşit vazifedir.

Metinlerde aranan üslûp ve usul, ifadelerde selîs/akıcı bir tarzdır. Bir sözün tesirinde kolay ve akıcılık da pay sahibidir. Okunuşta dile zorluk veren harflerin kolay ahengi, bir şaheser oluşturur. Bir tür aliterasyon olan genel bir ahenkse metne can verir. Ruh his ve zevk aldığında, bu canlılık idrak edilir.  

Keder, insanı yıpratır ve eritir. Allah (cc), müminlere tam zamanında mutlaka güven, sükûnet ve bir sekîne verir. Sekîne ve sükûnet, kederin ardından gönderilir. Çünkü hayatın en birinci gayesi Allah’ı (cc) tanımak olduğundan, fırsatlar her dem sunulur. Zıtlar olmadan tanımak, bilmek ve anlamak olmaz. Dinginlik ve korkudan arınmanın yolu ise sükûnetin ardından gelen bir uykudur. Uyku hâli, insana bir denge ortamı sunar.

Zıtların birlikteliği olumsuzluk anlamında değerlendirilemez. Zıtlar, “fark” etmenin günlük hayattaki en öğretici ve uyarıcı yoludur. Zamanın çıkarıldığı ortamlarda arta kalan mekân, tekrarlara beşiklik eder. Tekrarların başı ile sonu, aslında birer zıtlık abidesidir.

Bir hareket olayında hıza bağlı enerji en yüksek derecedeyken, potansiyele bağlı enerji en diptedir. Bunun tersi de doğrudur. Bu tür uç noktalarla birbirlerini tetikleyen ve tamamlayan olaylar evrende hemen her yerde bulunur. Bunun fark edilmesi özellikle modern Batı’nın dünyada tekdüze bir akım oluşturmasıyla körleşmiştir.


Nizam mı, kusur mu? Nizam varsa kusur var mı?

İlâhî nizamda kusur yoktur. İlâhî nizamın metninde de her şeyi aramak akıllıca olandır. İlâhî metinlerden biri olan İncil’de (Markos İncili) “Ben Alfa ve Omega’yım” metni, bütünlüğe işaret eden bir ifadedir. Alfa ve omega, Yunan alfabesinin birinci ve sonuncu harfleridir.

Keder, güven, kendinden geçmek, can derdine düşmek, uyumak ve kendine gelmek gibi, bir toplumun sinir uçlarıyla ilgili yönlerin kolayca, ahenkli bir şekilde, uyum ve akıcılıkla anlatımı kolay değildir. Hele bir de böyle bir durumun hem bir topluluk, hem de bireyin hayatına tatbikinin öne çıkarılması, takdir edildiği gibi örnek alınmayı da gerekli kılar.

Üstelik böyle bir metinde harf ve kelimelerin birbiriyle tensîk şekilde inci gibi dizilerek her şeyin bir şeyde parlatılması, ancak kutsal metinlerde olabilir. Ayrıca, metnin yazıldığı lisandaki bütün harflerin birlikte kullanımı, tek kelime ile “mucize” ile açıklanabilir. Böyle bir özellik Âl-i İmrân Sûresi 154’üncü ayette mevcuttur.

Malûm olduğu üzere Arap alfabesi “Kur’ân alfabesi” olarak da bilinir. Bu alfabenin bütün harfleri, Âl-i İmrân Sûresi 154’üncü ayette bir mîzan/ölçü, kıyas, ahenk ve akıcılık hâlinde hep birlikte bulunmaktadır. Ayetin başladığı ilk harf olan “se”nin üzerindeki üç nokta, bir inşâyı gösterir. Sonraki durumlardan maksat, fizik evrenin metafizik âlemden damlamasına işarettir.

“Se” harfinin üzerindeki üç nokta; Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimizdir. Bu üç noktanın tek harfte yer alması, Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimizden oluşan bu durumun birbirinden ayrılmaması gerektiğine işarettir. Çünkü kelime harfe dönüşürken, “sonra” olarak metafizik evrenin ötesi olan fizik evrene atıf şeklinde görülebilir.

Bu ayette en ilginç olan noktalardan birisi de Arap alfabesinin ilk harfi olan “elif” ile son harfi olan “ye” harfinin aynı sayıda (yirmi bir defa) geçiyor olmasıdır. “Elif” ile “ye” harflerinin eşit sayıda tekrarı, baş ve sonun bir kudret elinde olduğuna yani her şeyin başlangıç ve neticesinin Allah’ın (cc) kontrolünde olduğuna bir delildir. Elif harfinin dikliği, ye harfinin yumuşaklığına bir geçişi de göstermektedir.  

“Vav” harfinin okunuşu, elif ve ye harfinin okunuşuna göre daha ağırdır. Bu durum, niteliğin önemli olduğunu gösterir. Özgül ağırlığı yüksek olan bir maddeyi dengelemek için hafif olan maddeden birden fazla (nicelik) kullanmayı gerektirir. Harflerdeki bu durum, adı geçen ayette “vav” harfinin “elif” ve “ye” harflerinden daha az sayıda geçmesi gerektiğini gösterir. Nitekim bu ayet dikkatle incelendiğinde, “vav” harfinin on yedi defa geçtiği görülür.

Bu şekilde bir özellik sürdürüldüğünde, devamı beklenilebilir. “Vav” harfinden okunuş olarak daha ağır olan harf varsa bunların da “vav” harfinden daha az sayıda geçmeleri gerekir. Bu duruma odaklanıldığında; okunuş itibariyle “vav” harfine göre daha ağır olan “ha” ve “ayn” harflerinin ayette zikrediliş adedinin “vav” harfinden az sayıda olması insanı gerçekten düşündürüyor. Benzer durumun “ha” ile “ayn” arasında olduğu da görülmeye değer.

Okunuş itibariyle ağır harflerin ayette geçiş adedinin azlığına karşın hafif harflerin zikrediliş adedinin fazlalığı ile muntazam bir kolaylık, ahenk, uyum ve akıcılık parlatılmıştır. Bu şekildeki bir usul çerçevesinde harflerin birer inci gibi dizilişte olması, akılları hayrete düşürüyor. Sadece bu açıdan bile bir doktora tez çalışmasını dolduracak konu ortaya çıkıyor.

Bu minvâlden hareketle, okunuş, sıfat ve titreşim gibi özellikleri benzer olan seslerin eşit sayıda bu ayette zikredilmiş olmasını beklemek gerekebilir. Gerçekten böyle bir duruma odaklanıldığında, mahreç, sıfat ve savt açısından birbirine benzeyen “sin”, “şın” ve “sad” harflerinin eşit sayıda (üçer defa) zikredilmesi, harf, kelime ve ses açısından mükemmelliğin bu ayette taçlandırılmış olduğunu gösteriyor.

Birbirine benzeyen “ayn” ve “gayn” harflerinden ağır olan “gayn” üç defa, “ayn” harfinin ise altı defa zikredilmiş olması, ortaya bir sanat harikası durumu çıkarıyor. Bu ayet okunurken ses tonlarının frekansla değişimi, ses şiddeti ve renklendirme yapıldığında ortaya çıkacak manzaranın eşsiz olacağı muhakkaktır. Bu durum sanatkârları bekliyor!

“Elif” harfinin eni bir birimken, yüksekliği sekiz birimdir. Kâinatta bulunan maddeler on dört farklı şekilde eşya, cisim ve maddeleri oluştururlar. Bu maddeler oluşturulurken “bire sekiz” oranına uyulur. Elif, metafizik âlemde isim olduğundan kusursuzdur. Bu âlemde benliğini (ego/ene) eritip lâyıkıyla kul olmayı başaranlar, eğilmeyi de bilenlerdir. Bu nedenle “elif” bu âlemde insanı temsil ettiğinde, “ye” gibi eğilmesini/esnemesini de bilenlerle nihayete erişir. Arap alfabesindeki elif ile ye harflerini bu noktada ikiz kardeş olarak görmek gerekir. Bu ayette “elif”, “ye”ye dönüşmüştür. İnsan da emaneti omuzlayan olarak kâinatın halifesi olmuştur.

Bu ayette dikkat çekici özelliklerden birisi de “mîm” ve “nûn” harfleri arasında yaşanmıştır. Ayetteki ilk kelime, mîm harfiyle bitiyor. Mîm harfi ile nûn harfi alfabede sırasıyla yer almaktadır. Burada sıfat açısından bir tecelli yaşanıyor. Sıfat, bir varlığı tanımaya yarayan özelliktir. Harfler için sıfattan kastedilen şey ise, harflerin çıkış noktalarına (mahreç) ait bir özelliktir. Bu durum “ses” olduğunda genizden gelen durumla eşdeğer olur. Bu duruma da “gunne” denir. İşte burada gunne, mîm ve nûn harflerine ait bir sıfattır. Bu sesin güvercin sesine karşılık gelmesi de manidardır. Mîm ve nûn harflerine ait bir sıfat olan gunne, bu harflerden hiç ayrılmama özelliklerinden dolayı öz kardeştirler. Bu nedenle mîm ve nûn harfleri eşit sayıda (otuz üç defa) zikredilmiştir.

Ayrıca “mîm” harfi “bâ” harfinden önce bulunursa gunne ile yetinilir. Bu yetinme, anlamda öze işaret eder. Bu özü bilen kişi ise âlim demektir. Ancak bu durumu aşikâr kılmamak için çok fazla bu konu üzerinde duran olmaz. Bu şekilde, bâ” harfinden önce “mîm” harfi burada yer almıştır. Ancak ilginç olan durum ise şudur: Böyle bir durumda “nûn” harfinin olmaması, “bilen ile bilmeyenin eşit olmayacağına bir delildir”. Burada bilmekten maksat, fizik evrende “öz”, metafizik âlemde ise “isim” sahibidir.

Pencereler

Elif, lâm ve mîm harfleri öyle bir insicama haiz ki, bu durum çok özel çalışma gerektiriyor. Elif ile ye harflerinin durumu, bu ayet içinde kullanımına göre kısaca ortaya konuldu. Mîm için de bir bakış gerçekleştirildi. Hurûf-ı mukattaa olarak isimlendirilen bu tür harfler kendi isimleriyle telâffuz edilirler. Bu harfler Kur’ân’da yirmi dokuz sûrenin başında yer alırlar. Elif, lâm ve mîm birlikteliği, böyle bir hurûf-ı mukattaa hâlidir.

Kelime-i Tevhîd’in başlangıcı olan “lâmelif”, “lâm” desteğine yazılmış sâkin elif olarak düşünülebilir. Lâm ve elif harflerinin birlikte lâmelif suretinde görünmesi, bu ayette enteresan bir yansımada ortaya çıkmaktadır. Bu iki harfin birleşiminden oluşan “lâmelif”te lâm iki hisseye, elif ise bir hisseye sahiptir. Bu nedenle, yukarıda da belirtildiği üzere, elif yirmi bir defa geçerken, lâm ise kırk iki defa geçmektedir. Bu, insanüstü İradenin ürünüdür.

Lâmelif, elif-lâm-mîm, -sin-mîm, elif-lâm-râ ve kaf-nûn gibi oluşumlar medeniyet açısından çok fazla pencereye açılabilir. Bu alanda ileri derecede kalem oynatmak için Kâinat Kitabı, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimizin işaretlerini doğru anlayabilenler çalışmalıdır. Bu açıdan eş zamanlılık ve morfik rezonans gibi kavramların vicdanın sesi yapıldığında harika işlere imza atılacağı açıktır.

Sonuç olarak, Âl-i İmrân Sûresi 154’üncü ayette bütün harfler bir ölçü ve nizam ile dizilmişlerdir. Bu, her şeyin bir şeyde olabileceğine mükemmel bir örnek olarak gösterilmiştir. Detaylıca ve bir uzman ekip tarafından değerlendirdiğinde, çok hikmetin olduğu görülecektir. Kelime, harf ve ayetteki insicam, hiç şüphesiz mânâda da mevcuttur. Uhud Savaşı’ndaki ortam böylesi sosyal mânâda yaşanmış bir örnektir. Günümüzde de benzer durumların örnek alınarak sosyal olaylar mükemmel derecede ve insanların kabul edeceği vicdanî ölçüde çözülebilecekleri bir hakikattir.