ULUSLARARASI Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu’nda iki yılda bir toplantı yapılır. Bilim
ve teknolojideki son gelişmeler ışığındaki hassasiyete göre uzunluk, kütle,
ışık hızı ve zaman gözden geçirilerek ortak bir değer belirlenir.
Fransa’nın başkenti Paris
yakınlarındaki Saint-Cloud bölgesinde bulunan Pavillon de Breteuil binasında
bulunan Uluslararası Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu’ndaki birimlerin çoğunluğu dış
duyularla anlaşılan ölçülere aittir. İç duyulara ait böyle bir çalışma pek
fazla olmadığı gibi, iç duyuların ne kadarını Batı’nın kabul ettiği de
şüphelidir.
Dokunma, tatma, koklama, işitme ve
görme gibi dış duyular genel kabul olduğu için uzmanlık alanları içerisine
girmiştir. Bunları ölçen çok sayıda teknolojik cihaz gelişmiştir. Görme
sınırları zorlanarak gece görüş dürbünleri ve elektronik mikroskoplar gibi çok
sayıda teknolojik cihaz günümüzde mevcuttur.
Akıl, kalp, ruh, vicdan ve lâtife gibi
iç duyulara ait cihazlar yapmak belki mümkün bile değil. Ancak bunların
kullanımına yönelik verileri elde etmek, sistematikleştirmek pekâlâ mümkündür. Sosyal
açıdan bu alanlarla ilgili çok sayıda çalışma yapılsa da elde edilen verilerin
bir ölçü birimi şeklinde kullanımına ait çalışmalar hakkında “Yok” denilebilir.
Modern Batı’dan, iç duyularla alâkası
pek olmadığından, bunlara dair veriler sunması beklenilmez. Doğu’nun bu uğurda
yeteri kadar potansiyeli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bunun da
tedavülde olduğunu söylemek neredeyse imkânsızdır. Açıkçası aklı, kalbi ve vicdanı
doğru kullanmayı ne derece biliyoruz?
Bunlara ek olarak, benlik/ego/ene, idrak,
hırs, arzu, şöhret, kin, öfke, nefret, tutku, cimrilik, aşk, sevda, şehvet,
câh, riyaset, humûl, ihtiras, adalet, hoşgörü, fazilet ve zulüm gibi his ve
duyular ne derece insanlık adına doğru kullanıma sahip? Ya da bunların doğru
kullanımına dair ölçüler var da kullanım kılavuzu mu yok? En azından
ego/benlik/ene ne derece doğru bir ölçü birimi olarak kullanılıyor?
Bu uğurda yol almak için en azından
dış duyularla algılanabilen ve bazı bilimsel verilerle doğru ölçü olarak
kullanımı neticesinde ortaya çıkarılan günlük olaylardan örneklerle dış/iç
duyuların ve diğer his/duyuların ölçü olarak kullanımına olan ihtiyaca kapı
aralamaya gayret gerekiyor.
İçi su ile dolu bir kaba konulan
cisim askıda kaldığında, bu durum durgun sıvıdaki basınçtan hareketle kolayca anlaşılır.
Yani cisim suda askıda kalıyorsa, cismi yukarı kaldıran kuvvetler ile aşağı
iten kuvvetler eşit demektir.
Borudan sabit hızla akan su ile içi
su dolu bir kapta askıda kalan cisim aynı kapıya çıkar. Kap içinde duran su ilk
bakışta akla daha uygun dururken, borudan sabit hızla akan bir suyun durumu
biraz uzak durur. Buradaki ölçü; suyun borudan akış hızında bir değişimin
olmaması, fark ortaya çıkmamasıdır. Ancak bunu ilk bakışta kabul etmek çok
olası değildir.
Aynı boyda beyaz, siyah ve gri
renkte üç farklı kart yan yana konulursa hemen fark edilir. Bu kartların üçü de
aynı renkte olursa ayırt edilemez. Çünkü fark ortadan kalkmıştır. Aynı renkteki
kartların ayırt edilememesi ile borudan sabit hızla akan suyun ortak yönü,
“fark” olmamasıdır. Ancak farkların ölçenleri aynı olmadığından, aynı renklerin
fark edilememesi kabul bulurken, suyun borudan sabit hızla akması zor kabul
edilmektedir. Kimi zaman kabul dahi edilmez.
Göz, aynı renkteki kartları ayırt
edemezken, borudan sabit hızla çıkan suyu fark eder. Bu fark ediliş, borunun
çıkış ucuna göre bir kıyastan kaynaklanmaktadır. Borunun iki ucu görünmezse,
içeriden sabit hızla su aktığını insan gözü fark edemez.
İdrakin tansiyonunu
ölçebilir miyiz?
Normal şartlar altında, aort atardamarda
akan kan yaklaşık yirmi yedi santimetre yol alırken, kılcal damarlarda otuz üç
santimetre yol alır. Bu mesafe farklılığı kanın damarlarda akış hızıyla
ilgilidir. Diğer bir ifadeyle, kanın her bir damarda debisi (kesitten geçen
sıvı miktarı) farklıdır ve basıncı da değişir. Tansiyon bu farklardan dolayı
ölçülür. Dolayısıyla kapalı bir sistemde değişim/fark ölçümü farklı bir yol ile
(göz ile değil) yapılır. Buna göre, “Dokunma duyusu ve bunun teknolojik
karşılığı olan cihaz ile (tansiyon aleti) ile yapılıyor” demektir. Yani farklı
bir duyu organı ve cihaz kullanılıyor. Diğer bir ifadeyle, ölçme cihazı
değişiyor.
Zürafanın kalbi ile kafası arasında
yaklaşık iki buçuk metre mesafe vardır. Zürafanın vücudu ile başına giden kanın
düzenli bir basınç ile iletilmesi için atardamar ile başa giden damar kalınlığı
değişmez.
Bilimsel ifadeler, yönlü olup olmadıklarına göre vektör veya skaler olarak isimlendirilirler ve böyle işlem görürler. İçi durağan su dolu bir kaptaki cismin askıda kalması vektörel ifadeden hareketle, borudan düzgün akan bir su ise skaler ifadeyle açıklanır. Ancak elde edilen sonuç aynıdır. Bu da şu anlama gelir: Olayın mahiyeti değişmezken insanların olayları anlama biçimleri (idrak) değişebilir.
İçi durgun su dolu bir kap
içerisinde askıda kalan bir cisim ile borudan düzgün akan bir su, bilimsel
olarak da aynı kanunla açıklanır. Benzer bir durum, çok sayıda olayda da
geçerlidir. Her iki örnek de “eylemsizlik” yasası sınırlarındadır. Demek ki
görme, dokunma, tat alma, işitme ve koku alma gibi dış duyular (keyfiyyat-ı
mahsûse) ölçme cihazlarıdır. Benzer şekilde akıl, kalp, ruh, vicdan ve lâtife
gibi iç duyuların (keyfiyyat-ı nefsaniyye) da ölçme cihazı olarak doğru kullanımı
gereklidir. Bunun için yapılması gereken, bunların farkındalığını ortaya
çıkarmak, anlamak ve bilinç düzeyini yükseltmektir.
Maddenin boyutu küçüldükçe farklı
bir âleme geçilir. Maddenin bir molündeki atom miktarı olarak ifade edilen Avagadro
sayısından daha küçük değerlere inildikçe klasik dünyadan kuantum dünyaya
geçilir. Miktar bazından hareketle farklı bir bilim dünyasına geçilmesi, madde,
enerji ve sosyal etkileri açısından yeni pencereler açtığı için önemlidir.
“Madde miktarı azalınca büyük
(makro) görüntülerden küçük (mikro) dünyalara geçiş olur” demek de doğrudur. Burada
“mikro” kelimesi, uzunluk ölçü biriminden ziyade klasik boyutlardan kuantum
boyutlara geçişte karşılaşılan küçüklüğü açıklamak açısından daha anlamlıdır.
Küçük dünyalara inildiğinde,
maddenin bilinen ve alışık olunan özellikleri değişir. Altının sarı rengi,
altın parçacıklarının yaklaşık bir nanometre civarındaki görünümüdür. Parçacık
boyutu yirmi ve yüz nanometre civarlarına çekilirse, sırasıyla altın kırmızı ve
mor görünmeye başlar. Altın kırmızı görünmeye başladığında kimyasal özellikleri
de aktif hâle gelir.
Yirmi nanometre civarındaki altın
kırmızı renkte görünürken, aynı boyuttaki gümüş ise sarı renkte görünür. Bakır
normal şartlarda kırmızımsı renkteyken, nano ölçeklere inildikçe şeffaf hâle
bürünür. “Küçük dünyalarda madde, yükünden kurtulup farklı özelliklerin
sergilenmesine beşiklik ediyor” dense hata olmaz.
Maddenin küçük ölçeklere inildikçe
yeni etkin özellikleri arasında termal (ısısal), yapışkanlık, ışığı soğurma ve
saçma gibi özellikler sayılabilir. Bu yeni davranışlar arasında ilginç
olanlardan birisi, termal (ısısal) olandır. Miktar ve boyuta bağlı değişikliğin
dimağda canlandırılması daha kolay olurken, termal (ısısal) özelliğin
kavranması daha karmaşıktır. Boyut ve termal kavramlarının farklı olması
algılama zorluğu oluşturmaz. Sadece alışıldık ve tanıdık olunan daha yakın
gelir, o kadar. Yani boyut küçüldükçe insan müdahalesinin zorluğu ve aktivasyon
durumu daha aşina olunmakla ilgilidir.
Mikrodaki sıcaklığı
hissetmek
Her rengin/ışığın bir uzunluğu
(dalga boyu) vardır. Sıcaklık arttıkça en fazla enerjiyi en küçük boyutlu
dalgaya sahip renk yayar. Çünkü küçük dalga uzunluğuna sahip renk, yüksek
enerjiye sahiptir ve fazla enerjisinin bir kısmını dışarı aktarma meyli vardır.
Bu durum coğrafî bölgelerde yaşayan insanlara göre de farklı tesirler gösterir.
Sıcak bölgenin insanları daha sıcakken, soğuk bölgenin insanları daha ketumdur.
Hareket eden her cisim bir hareket enerjisine
sahip olur. Bu enerjinin bir de termal (ısısal) karşılığı vardır. Bu cismin
sahip olduğu surat ile ısı değerinin birbirine göre bir karşılığı bulunur. Buradan,
hareketli bir cismin kendisini tekrarlayan periyodik durumuna karşılık bir de
ısısal dalga (enerji) karşılığına ulaşılır. Bunları belirli değerlerde ölçmek
ve anlamlandırmak, artık bilimin sıradan işleridir.
Ancak bu durum makro ve mikro
ölçeğin neresinde ve nasıl olduğunun da bir geçiş güzergâhıdır ki bu da gözlerden
kaçıyor. Maddeler, ısınınca genişleme eğilimine girerler. Ya da fazla enerjiyle
yüklenen canlılar bu enerjilerin fazlalığını atma durumuna rücû ederler.
Sistemi oluşturan maddeler
arasındaki uzaklık ile ısı arasında bir bağ kurulur. Maddeler arasındaki
uzaklık ısınan maddenin veya canlının hareketinden büyükse, sistem makro
ölçekteki bilimsel gözle incelenebilir. Ancak maddeler arasındaki mesafe,
ısınan maddenin veya canlının hareketinden küçükse, diğer bir ifadeyle ısınan
cismin hareketi maddeler arası uzaklıktan büyükse, sistem mikro ölçekte
değerlendirilir. Çünkü belli ısı değerindeki cisimler, hareket sahası
genişledikçe ortamı etkileri altına alırlar.
İlk bakışta, yukarıdaki ifadenin tersi daha akla yatkın durur. Ancak burada aklın mı, yoksa omuriliğin mi çalıştığına doğru karar vermek gerekir. Maddeler arasındaki mesafe azaldıkça, ısının düşmesi gibi bir yanılgıdan veya maddeler arasındaki uzaklık arttıkça eşya daha bireysel davranışa giriyor gibi bir yanılgıdan ibarettir. Bu yanılmanın nedeni, ölçümün uzunluk ölçüsünü ısı ölçüsü olarak kullanma gibi farklı bir kullanım sonucudur. Oysa maddeler ısındıkça ısının yayılma alanı genişler ve mikro/kuantum sınırına geçilir.
Toplumsal olaylar makro ölçekte incelendiğinden, başı ve sonu kestirilebilir. Ancak bireyin ferdî davranışları belirsizlik abidesidir. Hâlden hâle giren kalbi, insanı bir kasırga gibi savurur.
Toplumsal anlamda
mikrodaki cevheri keşfetmek
Aslında mikro ve makro ölçek geçişi
gizli özelliklerin belirginleşmeye başladığı bilimsel değerler sınırının
adıdır. Cisimlerde var olan özelliği belli şartlar sağlandığında ortaya çıkıyor
olarak görmek daha doğrudur. Bu çıkışın değerleri kendi birimlerindeki makro ve
mikro arasındaki sınırları oluşturur. Bu sınırlar maddeye ve cisimlere göre de
farklılık gösterir. Demek ki, insanlarda ne cevherler var da onları ortaya
çıkaracak ortam lâzım. Bu ortamı oluşturacak olanlar da aile, çevre, mahalle ve
devlettir.
İnsanların merak ettiği en önemli
noktalardan biri, hiç şüphesiz çevrede olup bitenlerin nihaî yerleri ve
bunların arkasındaki hakikatlerdir. Nihaî noktalara dair fikrî seyahati
uzunluk, zaman ve kütle gibi bariz örneklerden birisiyle açıklamak daha uygun
olandır.
Günümüzde maddenin bütün özelliğini
taşıyıp da bilinen en küçük yapı, atomdur. Atom; proton, nötron ve elektrondan
oluşur. Proton ve nötron kuarklardan oluşurken, elektron ise bir tür leptondur.
Kuarklar da “gluon” adı verilen parçacıklar sayesinde bir arada tutulur. “Küçük
dünyalara daldıkça derinlik artıyor” dense yeridir.
En küçük atom olan hidrojenin çapı,
yaklaşık olarak “metrenin yüz milyarda biri” kadardır. Protonun çapı ise
yaklaşık olarak “atomun çapından on bin defa daha küçüktür”. Atomun içindeki
boşluksa akıllara takıladursun! Bilimsel açıdan bu değerlerden küçük
uzunluklara bakmak gerekir. Zira zaten bu değerler mikro ölçekte olup
üzerindeki çalışmalar son asrın ürünüdür.
Yüksek enerjili bir ışık elektrona çarparsa, ışık da
elektronda bilardo topu gibi saçılır. Saçılan ışığın dalga boyunun hidrojen
atomunun çapından yirmi kat daha küçük olduğu görülür. Proton çapının yüz
milyar kere milyarda bir büyüklüğü, bilimsel olarak işlem yapılan uzunluklar
arasındadır. Bu uzunluk atomun büyüklüğü ile kıyaslandığında, atomdan on milyon
kere milyar kere milyarda bir değerine karşılık gelir. Telâffuzu bile zor olan
bu uzunluğun matematiksel gösterimi, ortaokul seviyesindeki üstel sayılar
konusunda rahatlıkla yapılan işlemler arasındadır. Ancak anlamlandırmada az
çalışma bulunmaktadır. Bunların çoğu Batı kaynaklıdır. Bu değerlerin en azından
ülkenin maya ve dokusuna uygun olarak kıyaslanıp yorumlanması, büyük erozyonu
engellemeye faydalı olacaktır.
Bu mesafenin bir adı vardır: Planck uzunluğu… Bu uzunluk
vakumda (havasız ortam) ışık hızı ile Planck zamanının çarpımına eşittir. Bu
uzunluk mevcut uzunluklar ile kıyaslandığında, en küçük olan mesafedir. Bu
uzunluğu ölçecek hiçbir araç yoktur. Ayrıca Planck uzunluğundan daha kısa
yerler arasındaki farklı ölçümler yapıp elle tutulur bilimsel veriler elde
etmek, en azından şimdilik imkânsızdır.
Bilim insanları o kadar çok formül arasında boğulmuş olmalı
ki “her şeyin kuramı”nı ararken Planck uzunluğu/mesafesi birimini kullanmaktadırlar.
Hazreti Ali (ra)’ye atfedilen “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı”
sözünü haklı çıkarırcasına, “her şeyin kuramı” için bilinen en küçük uzunluk
olan Planck mesafesi, en küçük uzunluk birimi olarak imdada yetişmektedir.
Ötesi yok!
En azından uzunluk birimi için Planck mesafesi, varılan son
kapı oluyor. “İlerisi imkânsız” tabelâsı bizi karşılıyor. Ancak kıyas yapmanın
önünde ise hiçbir engel bulunmuyor.
Uzunluk için verilen bu örneği zaman, kütle, ağırlık ve hacim
gibi dış duyu ile algılanabilen cisimlere uygulamak mümkün. İç duyulardan ise aklı
kullanmanın, kalbi çalıştırmanın, ruha bakmanın, vicdanla tartmanın ve lâtifelerle
beslemenin ölçülerini de ortaya koymak gerekmiyor mu?
Benlik (ego, ene), insana verilen en değerli emanet; ölçme
aleti olarak kullanım kılavuzu ise bulunmamakta. Bu uğurda ne bir bilimsel
çalışma, ne de bir değerler manzumesi akla gelmektedir. Diğer bir ifadeyle,
benliğin (ego/ene) ölçme birimi olarak nasıl kullanılacağına dair somut veriler
sunulamamıştır.
Sosyal olayları “bireyin
davranışları ve toplumun tepkileri” olarak iki ana kategoride incelemek
gerekir. Toplumsal olaylar makro ölçekte incelendiğinden, başı ve sonu kestirilebilir.
Ancak bireyin ferdî davranışları belirsizlik abidesidir. Hâlden hâle giren
kalbi, insanı bir kasırga gibi savurur. Bireye ait olan benlik, akıl, kalp,
vicdan, ruh ve lâtife gibi değerlerin ölçü birimi olarak kullanım kılavuzunu Batı
ortaya koyamaz. Bunu yapacak olan Doğu ise vicdan ile cüzdan arasında sıkışmış
durumdadır. Bu sıkışıklıktan kurtulmanın yegâne çaresi, modern dünyaya başkaldırıp
kendi maya ve dokularımızla medeniyet inşâ edebileceğimiz ölçüleri ortaya
koymaktır.
Yukarıda ölçüler ile maddî evrenin
uzunluk sınırları örnek olarak verildi. Diğer kavramları da böyle yapmak
mümkündür. Yalnız mânâ, manevî yön ve diğer çok kıymetli donanımların ölçü
birimi olarak kullanımına dair sistematik çalışmalar yapmak gerekiyor.
Asrın bilimsel getirilerine yüz
çevirerek manevî ölçü birimleri oluşturulamaz. Asrın getirileri olumlu ya da
olumsuz örnekler oluşturacağından, kıyas olarak ele alınıp yola devam edilir.
Batı’nın ahlâksızlığına karşın Anadolu irfanının ahlâkı arasındaki fark bile bu
uğurda yol almaya katkı sunacaktır.
Böyle bir “insan ölçü birimleri
fihristi”nin inşâ yeri ancak Doğu olabilir. Doğu içerisinde Türkiye, Mısır, Fas
ve Cezayir gibi adımlar ile yürümeye başlandığında Asya da yürüyüşe dâhil
olacaktır. Bu yürüyüşe lisansüstü tezlerle başlanmalıdır.
Yürüyüşe başlanılacak ülkeler,
sahip oldukları tozlanmış ve lekelenmiş değerli donanımlardır. Bu değerlerin asrın
idrakine uyarlanması gerekir. Bu tozları temizlemek ve tozları silkeleyerek
mânâ, gayb ve metafizik âlemin değerlerini aşikâr edecek hakikatlere ölçü
birimleriyle saykal vurmak gerekiyor.