ÖLÜM/vefat, “hayatın sona ermesi”
anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle, insanın maddî hayatını kaybetmesi olarak da
düşünülebilir. Ölüm hayvan, bitki ve diğer canlı türleri için de geçerlidir. Vefat
durumunda “ruhun bedenden ayrılması” dikkat çekicidir.
İnsan ve hayvanın bireysel ruhları
varken, bitkilerin toplu ruhları bulunur. Bu nedenle bitkilerin hayatlarının
devamı, ruhlarının devamıyla mümkündür. Bunun da tecelli yeri ormanlardır.
Bitkilerin toplu birlikteliği karakter oluşturur.
Vefatın zıddı olarak hayat, “diri, canlı ve yaşayan”
anlamına gelir. Kelime kökü olarak “hayevan” sıfatı şeklinde bedensel vurgu öne
çıkar. Hay ise “ölümsüzlük sahibi” demektir. Yağmurun yağdırılıp ölü toprağın cana
kavuşarak yeşertilmesiyle fâni varlıklar hayata kavuşturulur.
Yağmurun “asr” anlamına odaklanıldığında ise “başkalarının
kusurlarını gidermek için gösterilen gayret” olduğu ortaya çıkmaktadır. Yağmur
ile ölü toprağın cana kavuşturularak hayat bulması, topraktaki noksanlığın
giderilmesiyle mümkün olduğuna delildir. İnsan için de “asr”, bütün
nasihatlerin muhatabı olan varlık olarak durmaktadır.
Hayat sahiplerinin canlılıkları
“Hay” elindedir. Çünkü hayat, her daim başkası tarafından sürekli olarak
verilmektedir. Nasihate uyup kusurunu gideren insan içinse asr, vefatın
nihayete ermeyeceğini, dönüşerek daha güzel şekilde filizleneceğini
göstermektedir. Nefsin ölüp canların ölmemesi gibi…
Şimdiye kadar evrende/kâinatta
insandan daha donanımlı bir canlı keşfedilmemiştir. Bu açıdan muhatabın en
önemlisinin insan olması manidardır. Asr Sûresi, bütün nasihatlerin özü sayılması
münasebetiyle mükemmel bir ölçü ortaya koymaktadır.
Dünya gezegeninde hayatın/canlılığın
yaşanıldığı yer, ince/dar bir atmosferdir. Dünya’nın büyüklüğü ile hayatın/canlılığın
olduğu atmosfer kıyaslandığında/oranlandığında ortaya çıkan ölçü, ince bir
değerdir. Maddenin madde olarak kalabilmesi için sürekliliği esastır. Maddenin
en küçüğü atomdur; çünkü maddenin bütün özelliklerini taşır. Elektronun
çekirdek etrafında oluşan hareketinde canlılığının daim olduğu oran da ince/dar
bir yerdir.
Dünya gezegeninde hayatın devam ettiği atmosfer
bölgesi ile elektronun atom etrafındaki mânâlı hayatının aynı ölçü biriminde
olması, asr’ın ne derece bir nasihat olduğuna yeterli derecede delil
oluşturmaktadır. Burada “canlı” kavramına girildiğinde, organizma, “biyoloji ve
ekolojide yaşamını uyum sağlayarak sürdüren molekül ve organların
birlikteliğinden oluşan varlıklar bütünü” olarak ortaya çıkmaktadır. Buradan
öteye gitmek için kapılar kapanmıştır.
Günümüz modern bilim yorumları tamamen ithal
edildiğinde çıkmaz sokağa girilmektedir. Bu tür eğitim/öğretim sistemiyle
yetişenlerin de istenen düzeyde olmayacağı ve fire vereceği açıktır.
Dolayısıyla çağın getirilerinin yeniden ülkenin özüne göre yorumlanması ve
eğitim/öğretim sistemine uyarlanması zorunludur.
“Hayat” ile “canlı” kelimeleri arasındaki ince farkın
görülememesi, günümüz dünyasının en büyük dertlerinden biri olan “ahlâk” sorununu
düğümlemektedir. Sözlükte fizikî beden yapısı için “halk”, manevî yapısı için
“hulk” kelimeleri kullanılır. İyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, doğru ile
yanlışın ayırt edilmesi hulk kelimesiyle ifade edilir ki bunun tam karşılığı
ahlâktır.
Canlı kelimesini kullanmakla sadece “halk”
kastedildiği için “hulk/ahlâk”tan noksan olunması kaçınılmaz. Çünkü canlı
kelimesi yukarıda izah edildiği üzere sadece madde kaynaklıdır. Madde ise fâni,
muvakkat, geçici ve bir hiçtir. Ahlâk ise bâkidir. Bâki durumlar fâni oluşumlar
üzerinde yükselemez, fâniye tamah göstermek ise sadece bir aldanmadır.
Dünyaya kapılma, aldanma, bâtıl şey, gaflet ve
bilgisizlik gibi hâller gururun bir neticesidir. Diğer bir anlam olarak, manevî
ve ahlâkî açıdan değersiz süflî şeylerle insanın avunması da gurur olarak
atfedilir. Gurur, insanı maddî ve manevî bütün güzelliklerden yoksun bırakır.
Günümüz dünyasında gururlu olmanın iftihar vesilesi olarak görülmesi içler
acısı bir durumdur.
Bütün iplerin elde tutulduğu zannedilen dünyada
ümitsizliğin hayat bulması düşündürücüdür. Dünyevî bütün mâkâmlar müspet ellerde
olduğunda bile ümitsizliğin olması normal değildir. Bu durum, bir yerlerde
hatanın devam ettiğinin göstergesidir. Batı’nın modern fâni yorumlarının Doğu’nun
bâki meyveleriyle değiştirilmesi zorunludur. Özellikle çeyrek asırdır
oluşumların Müslümanların lehinde gelişmesine rağmen ye’se düşüp dipsiz kuyuda
kendisinin dışında dünya görmeyen bireylerin türemesi düşündürücüdür. Bütün
dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü düşünen ve yaptıklarını mutlak gören
insanlar, canlı olsalar da hayatta olmadıklarının farkında bile değiller.
Can yakıcı hâller öyle seviyelere ulaştı ki Müslüman, kendi mahallesinde bile ötekileştirilir oldu. Dünyanın gidişatı öyle hâl aldı ki insanlık neredeyse zıvanadan çıktı. Bütün dünyanın başı tek dertle baş etmeye sokuldu.
Dünya ve insan
İnsan, yüzünü sadece fâniye çevirmiş durumdadır. Elbette
kendisi, ailesi, akrabası ve milleti için bir şeyler talep edecektir. Bu
isteklerin yüzü mühim olandır. Unutulmamalıdır ki, amaç ile araç arasındaki
fark hayat ile canlı arasındaki fark gibidir. Amacın sadece para olduğu yerde
doğruluk susar. Paranın susturduğu canlı, hayatta olamaz. Dünyayı seven insan,
zenginin, mâkâm sahibinin ve şöhretli kişilerin kölesi olmaktan öteye geçemez.
Arz ve talep, bir ürünün devamlılığını sağlar.
Benzer durumlar sosyal olaylar içinde geçerlidir. Karşılığı olmadan yapılan
ticaret ve ekonomik faaliyetlerin bir anlamı olmaz. Son yıllarda bu tür
olaylara sıkça şahit oluyoruz. Kâr ve zarar ortaklığıyla hisse sahibi olmak
isteyenlerin gözleri sadece kâra odaklanıyor. Zarar ettiğinde ise basıyor
yaygarayı. Bir defa ortada dürüstlük yok, helâl kazanç yok ve güzel bir ahlâk
yok. Organizmayı sadece canlı olarak görenler, yok olan hayatlara sahip
oluyorlar.
Modernizm yorumu ile Doğu kültür ve medeniyetleri
ayağa kalkamaz. Millete “muhafazakâr” yüzün, kendisine “menfaat” yüzün gösterilmesi
hakka perde oluşturur. Hayatını canına feda eden, aklını da midesine köle eder.
Kalbi sadece nefsin isteklerine cevap verir.
Derinliği olmayan insan nazik olamaz. Hayatını sadece
canlı oluşuna feda eden kişi, lâtif ve kâmil olamaz. Ortada ruhu olmayan,
öldüğünde sadece bir leş bırakmaktan öteye geçemez. Bu kişilik daha dünyadayken
çürümüş ve hiçleşmiş bir bedenden ibarettir. İşte günümüz sisteminde eğitim,
maalesef böyle modern ve ithal yorumlar ile canları ateşe atıyor!
Hayatın ince bir çizgisi olduğu açıktır. Dünya
gezegeninde hayatın yaşandığı atmosfer, Dünya gezegenine göre ince bir yerdir.
Atomda elektronun varlığının anlaşıldığı yer, ince bir yapıdan ibarettir. Bu
çerçeveden bakıldığında, günlük hayatın doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ve
hak ile bâtılın ayırt edilmesi açısından ince bir çizgi üzerinde olduğu aşikârdır.
Amaca giderken araca kıymet verilip verilmemesi bu ince çizginin bir tercihidir.
Kendisini örten, gizlenen varlık
anlamında “can” kelimesi, daha çok cin için kullanılsa da, “insanoğlu Dünya
gezegenine gönderilmeden önce Dünya’da yaşayan canlı” için de kullanılır. Mevcut
durumda can, cin olarak düşünüldüğünde, evrendeki “ayetleri okumakla görevli”
cin ve insan toplumunu düşünmek olasıdır. Bu nedenle cinin dışının karşıtı
insanın içidir. Böylece can, Hay’ın “var olan Zâtın kendisinden gizli kalmaması
ve bir anlamda varlığının şuuruna sahip bulunması” anlamındaki kavram ile
karıştırılmaması gerekmemektedir.
Günümüz insanı marka giymeyene,
çıkarı olmadığı kişiye selâm bile vermiyor. Bir evi bıraktık, yazlık ve kışlık
evleri beğenmeyenler türedi. Mâkâm sahibi zengin kişiler ve soyluların yanında
yer almak için canhıraş çalışılmaktadır. Menfaatine basanın ipini çekiyorlar.
Oğulun babaya, babanın oğluna mal, mülk ve miras dâvâları kol geziyor. Şu-bu
ayrımı yok artık, zengin-fakir ayrımı var. Apartmanlarda komşular asık suratla
dolaşıyor, birbirlerini tanımıyor ve konuşmuyorlar. Altın, gümüş, para, mâkâm
ve arsa gibi Dünya gezegenine ait olanlar Müslüman kardeşten daha sevimli
geliyor. Bunların hepsi birer vakıadır.
Unutulmamalıdır ki, zenginlik,
bolluk, bereket, mal, mülk, arsa, altın ve gümüş hedefe/menzile gidişte birer
araçken, amaç hâline dönüştürülmesi sıkıntı oluşturmaktadır. Hedeften sapmak,
dünya menzilinde kul olma şerefinden uzaklaşmak ve ölçüyü kaçırmak ciddî sorun
oluşturmaktadır.
Bu aziz milletin İslâm ve
Müslümanlık adına fikrî taraftarlığında sorun yoktur. Lâkin amel ve meleke noktasında
modern çağın ithal yorumlarının esiri ve işgali altındadır. Müfredatlar hiç
beklenmeden değiştirilmelidir. Böylece gösterişten uzak giyinmek, yetimlerin
yanında yer almak, garipleri teselli etmek, insanlar başta olmak üzere hayat
sahiplerine merhamet etmek, kötülüğe bile iyilikle karşılık vermek, fakirleri
gözetmek, hiçbir insanı altından/gümüşten daha değersiz görmemek ve kusurlu
kişileri kazanmak için gayret saf etmek can çekişir hâlden kurtulur.
Hayatın ince çizgisi kaybedilince
toplum hedefini, amacını ve yolunu şaşırdı. Buna önce dille başlandı ve sonra
kavramlar ile balyoz, zihinlere indi. Batı, mutlak doğru gibi gösterildi. Öyle
bir müfredat hazırlandı ki kabuğu kırıp öz dışarı çıkamadı. Fikrî taraftarlığın
olduğu yerde fiil ve amel olmazsa bir neticeye ulaşılmaz. Su, durdukça pislenir
ve zamanla zararlı olmaya başlarken hareket ettikçe temizlenir. Müslümanların
da doğru ölçüyü yakalayıp harekete geçmeleri gerekmektedir. Bu hareket sadece
ve sadece Allah (cc) rızası için olsa her şey düzelir. Harekete takoz koyanlar
hareketin çarkında oldukça çark dönmeyecektir.
Madde, mânâda kördür. Meyve mânâ,
köklerden alınanlar ise maddedir. Bahar mevsiminde aşıların yapıldığı dönemde,
meyvenin nasıl bir lezzette olması isteniyorsa öyle aşı yapılır. Çünkü meyvenin
büyümesi, yetişmesi ve hayatı atmosfer ortamına bağlıdır. Atmosferde bulunan
maddeler meyvenin gıdalarıdır. Bu oran belirli değerde olursa hayat devam eder,
aksi durumda ne hayat kalır, ne de canlılık.
Nebe Sûresi’nde (6-7) geçen “dağların
kazık” olması ifadesindeki “kazık” kelimesi “direk” anlamında görüldüğünde, ifadeyi
hayatın direği olarak almak mümkündür. Yanardağlar, hayatın devamında aktör
olan ve atmosferin yüzde 78’ini oluşturan azot miktarını dengeleyen en önemli
oluşumdur. Dağların hayatın direği oluşu burada geniş bir mânâya bürünüyor.
İnce bir hat olan atmosfer,
canlıların hayatlarının devamında büyük bir role sahiptir. Azot gibi, ışık ve
ısı da meyvelerin oluşumunda önemli etkenlerdir/sebeplerdir. Meyve nazik,
nazenin, korunma ve şefkate muhtaç bir üründür. Meyvenin bu ihtiyaçlarının
karşılanması rahmetle olur. Kur’ân-ı Kerîm’de tam olarak 114 yerde “rahmet” kelimesi
geçer. Aynı zamanda 114 sayısı Kur’ân-ı Kerîm’deki sûrelerin adedidir. Bu minvâlde
her bir sûreyi hayatın rahmet ve bereketi olarak görmek yanlış olmaz. Ayrıca
“rahmet” kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de 114 yerde Rahîm ismi şeklinde Allah’a
(cc) izafe edilmiş olması ince ve çok hassas bir ölçüdür. Çünkü Rahmân, bu
dünya hayatındaki bütün insanlara olan rahmeti işaret ederken, Rahîm ise imtihan
sonrası ahiret hayatında sadece müminleri kapsayan rahmeti ifade eder.
Meyvelerin ve insanların ortamları aynı ince atmosfer hattıdır. İnsan hayatın en mükemmel meyvesi olması nedeniyle tekrarsız tecellinin kapısıdır. Maddelerin hareketinin bir sonucu olarak ölçülen zaman kavramının yanında bir de insanın ruh hâline bakan zaman vardır. Madde ile ölçülen zaman statik, ruhun kavradığı zaman ise dinamiktir. Kişinin sevdiği işle uğraşırken zamanın fark edilmemesi, ruhun nefes almasıdır; bu nedenle fizik ölçülerle kıyaslanmaz.
Modern Batı yorum ve anlayışı ile dünyayı kucaklayacak ve insanlığın nefes almasını sağlayacak bir medeniyet asla kurulamaz. Zira Batı, her şeyi paramparça edilerek hiçleştirmesi yolunu seçmiştir. Bunu da tam anlamıyla İlâhî nizama bir başkaldırı olarak yapmıştır.
Beslenmek
İnsanın zamansızlık zamanına
geçmesi için benliğindeki ince yapıyı doğru ölçü birimi olarak kullanması
zorunludur. Kul olmanın lezzetine erişmek ancak bu şekilde mümkündür. Bu
oluşumlar ancak fiilde görüldüğünde anlaşılır. Derdi şaha kalkan insan, duâ ile
Allah’a (cc) koşar, hatasını kabul eder, pişman olur, kanunlar değil nefsin
aldanışından kaçarak yeniden rahmete kavuşur. Cömertçe elinden geleni yaptıktan
sonra sabırla olanlara razı olur. Düşünerek aklını kullanır ve merak ile aklını
beslemesini de yapar. Zamansızlık ânında ruhtan çıkan şevk, insana su, ışık ve
gıda olur. Çünkü fikir, düşünce, idrak ve hayat hisler ile beslenir.
Su ve ışık olmadan çimler bile yeşermez. İnsan için
su, ışık ne ise canlılar ve hayat için de odur. Bazı yerlerde suyun hayat
kaynağı olduğu ifadesi geçer. Suyun hayat için bir tablacılık görevi
üstlendiğini görmek daha doğrudur. Su, Arapçada “ma” olarak kullanılır. Bu
anlamdaki “ma” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de 63 ayette geçer. Canlıların sudan (ma)
yaratıldığı, semadan inerken de rızık ve bereket olarak gıda olduğu açıktır.
Canlıların hayatının su ile diriltildiği gösterilmektedir.
Ayrıca Arapçada “ma” cansız
şeylere, lisanda ise cinse işaret eder. “Ma hüve”de “ca’lî/yapma” ismi
gösterir. “Mahiyet” kelimesi bu “ma hüve”den elde edilmiştir. Buradaki ma’nın
cansız şeyler için kullanılışı, ilmin özüne işaret için kullanılmıştır. Tekrarsız
tecellide yükü omuzlayan, işte buradaki ma’dır. Çünkü ilmin yükünü omuzlarında
taşıyan bu ma, farklılıkların hepsini barındıran maddî bir evrenin kalem ucu,
noktası ve özüdür. Hazreti Ali’nin (ra) “İlim bir nokta idi, cahiller onu
çoğalttı” sözü bu anlamda ilmin kolaylığı ve üslûbuna işaret eder.
Bitki, hayvan ve insan için su (ma)
ne ise maddenin ilim/bilim yönündeki bütün ifadeleri (formül ve matematik
gösterimler) için de odur. Ma, ilmin hayat kaynağıdır. Madde, mânâ ve canlı, her taraftan
kuşatılmıştır. Ya da her tarafta tekrarsız tecelli bir tek elden
gönderilmektedir. Her tarafta ince bir çizgi ve ince bir hat vardır.
İnsanda benlik, evrende nokta (ma), hayatın devam
ettiği atmosfer ve maddenin hayatının devamındaki elektronun atomdaki
(çekirdek) hâli... Her yerde kusursuz bir ölçü ile her şey ölçülüp tartılıyor
ve kayıt altına alınıyor. Bu ölçü ile bakıldığında ve insanlık yararına
kullanıldığında dünyanın daha huzurlu bir yer olacağından hiç şüphe
edilmemelidir. Lâkin kusursuz olarak dünyaya gönderilen her çocuk, aile, çevre
ve ülkelerce kendi emelleri doğrultusunda yetiştirilerek ayrıştırılıyor. Batı’nın
modern anlayışı, altın tepside sunulan bir zehir gibi bütün dünyayı
zehirlemiştir. Çok az sayıda medeniyet varlığını devam ettirme derdindedir.
Türkiye gibi bazı ülkeler ise saf/pâk ve temiz medeniyet anlayışını inşâ etmek
için sözde adımlar atarken, fiilde muktedir olamıyor.
Modern Batı yorum ve anlayışı ile dünyayı
kucaklayacak ve insanlığın nefes almasını sağlayacak bir medeniyet asla kurulamaz.
Zira Batı, her şeyi paramparça edilerek hiçleştirmesi yolunu seçmiştir. Bunu da
tam anlamıyla İlâhî nizama bir başkaldırı olarak yapmıştır. Batı’dan ithal
edilen modern bilimlerin Türkiye gibi ülkelerce yeniden yorumlanması
zorunludur.
Yeniden yorumda mihenk noktası ve gözden
kaçırılmayacak ince nokta ise, yukarıda izah edilen her şeydeki tevhidî bakışın
ortaya konulmasıyla mümkündür. Yani ayrıştırıcı, bölücü ve parçalayıcı değil,
aksine bütüncül ve öz olarak bakmakla mümkündür.
Bu oluşumların yapılmasında en önemli nokta,
ilkokullarda en azından ilk 3 yıl hiçbir sınav yapılmamasıdır. Müfredat tamamen
yukarıda izah edilen ölçü ve çerçeveye göre yapılandırılmalıdır. “Kişilerde
istendik davranış meydana getirme süreci” gibi en başından “kasıtla” yola
çıkılan bir eğitim/öğretim sisteminden fazla bir şey beklenilemez.
Bir eğitim/öğretim bilim kurulu, genel çerçeveyi
çizip önemli noktaları müfredatta yerleştirmelidir. İlkokul birinci sınıf
müfredatı, bir sonraki yıl ikinci sınıf müfredatı gibi bir neslin önü açılarak
gidilirse, tahmini mümkün olmayan dev bir adım ve medeniyet yolu açılmış olur.
Aksi durumda fikren taraftar olunan İslâm anlayışının karşısında fiilî olarak
bir Batı tarzı hayat sürmeye devam edilir.