Medeniyet inşâsında ölçü (16)

Kur’ân-ı Kerîm’in üçüncü aşamada indirilişinin, meleklerin ve yağmurun yağdırılmasına benzetilmesi mânidardır. Çünkü yağmurun sabit/limit bir hızla yağması, yağmurun şekline bağlansa da her yağmur tanesine bir meleğin eşlik etmesi hatıra geliyor. Ayrıca yağmurun “asr” anlamına da işaret olduğundan şüphe yoktur.

DÜNYA, nazik ve nazenin olarak insanlığa ev sahipliği yapıyor. Dünya içten dışa doğru; yüksek sıklıktaki (6 bin derece) iç çekirdek, bunun üzerinde daha düşük sıcaklıktaki (2 bin 200 derece) dış çekirdek, bu çekirdeği örten duvar bölge, alt manto, geçiş bölgesi ve üst mantodan oluşur. Bütün katmanların kalınlığı toplam 6 bin 378 kilometredir. Dünya’nın ekvator uzunluğu ise yaklaşık 40 bin kilometredir.

Dünya, insanlığın yaşadığı küre yüzeyinden itibaren troposfer, ozonosfer (ozon tabakası), stratosfer, mezosfer, iyonosfer, termosfer ve ekzosfer olarak atmosferi oluşturur. Mezosfer tabakasında meteor taşlarının büyük kısmı engellenir. Atmosferin en üst tabakasına kadar 10 bin kilometre olsa da canlıların yaşadığı bölge troposfer ve stratosfer toplamı yaklaşık 100 ilâ 150 kilometre kadar bir yerdir. En tepe yerde uydular konuşlanır. Sonrasında ise uzay boşluğu bulunmaktadır.

Ozon tabakasının yaklaşık 50 kilometre yukarıda olduğu düşünüldüğünde, canlıların hayatlarının devam ettiği atmosfer kalınlığı en fazla 50 kilometredir. 3-4 kilometre yukarı doğru tırmanıldığında atmosfer basıncı düşer ve canlının içine çektiği oksijen de seyrekleşir. İnsanoğlu işte böyle bir yerkürede yaşıyor!

Güneş, Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün ve Plüton, Güneş Sistemi’ni oluşturuyor. 200 milyar yıldızın bulunduğu sistem, ortalama bir galaksi olarak adlandırılır. Güneş Sistemi’nin de içinde bulunduğu Samanyolu galaksisinde, yörüngesinde gezegenlerin döndüğü 2 bin 500’den fazla yıldız topluluğu yer almaktadır. 

Samanyolu galaksisinde Dünya ile aynı büyüklükte en az 17 milyar gezegenin bulunduğunu ifade edenler de var. Ancak bu gezegenlerde henüz hayat olup olmadığı bilinmiyor.

Aklın, hayâlin ve fizik evrenin bilim çerçevesince varlığı kabul edilen ve bilinen evrende yaklaşık 100 milyar galaksi bulunuyor. Diğer bir ifadeyle, koskoca evren/kâinat sadece 100 milyar galaksiden oluşuyor. Bu galaksilerse, balonun şişmesi gibi birbirinden uzaklaşıyor. Evrenin büyüyerek uzaklaştığı yer hakkında zerre kadar malûmat sahibi değiliz.  İşin içinden çıkamayınca evrenin kopyalanması gibi düşünüp bu durum “paralel evrenler” diyerek anlamlandırmaya çalışılıyor.

Dünya ve insan plânında birinci cüz

İnsanlık, Nemrut ve Firavunlar gördüğü gibi Hazreti Mûsâ (as) ve Hazreti Nuh (as) gibi ulü’l-azm peygamberleri de gördü. İnsanlık tarihine bütün olarak bakıldığında farklı aşamaların yaşanıldığı anlaşılmaktadır.

İnsanoğlu ilkel, vahşi ve bireysel bir hayat sonrasında güçlü olanların zayıfları köleleştirdiği bir evreye geçmiştir. İlk evrede insanlar tek başlarına yaşarken ikinci evrede toplumlaşmaya adım atılsa da köleleştirilen insanlar, emeklerini ve hürriyetlerini kaybetmişlerdir.

Köleliğe başkaldıran insanlar kabile ve beylik evresine geçmeyi başarmıştır. Böylece askerî ve siyâsî olarak güç oluşturmayı elde ettikten sonra bireysel kölelik evresinden sınıfsal köleliğe geçilmiş oldu. Sermaye-emek çatışması-mücadelesi başlayarak sınıfsal kölelik esaretinden kurtulan insanoğlu, iktisadî açıdan hakça bir paylaşıma geçerek serbest bir evreye erişti. Günümüzde en serbest evreyi yaşayan insanoğlu, bilginin her türlüsüne erişebilecek duruma yükseldi.

Dünya üzerinde iletişimin neredeyse hiç olmadığı devirlerde bazı topluluklara aynı anda farklı peygamber gönderildiği bilinmektedir. İletişim ve ulaşımın zor olmasına rağmen dünyanın her yerinden iletişime açık devirde insanoğlu tek peygamberi dinleyecek düzeye eriştiğinde ise insanlığın gelişim evresi tamamlandı ve son din İslâm ile dünyanın nizamı da taçlandırıldı.

Son İlâhî din olan İslâm’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm, üç aşamada indirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın (cc) indinde idi. Allah (cc) zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için buradaki “inde” kelimesini Allah’ın (cc) himayesinde ve gözetiminde olarak anlamak daha uygundur. Birinci aşamada Kur’ân-ı Kerîm toptan, bir defada Levh-i Mahfuz’a indirildi. Buranın bilinen evren dışında olduğunu belirtmek gerekir.


Dünya ve insan plânında ikinci cüz

Evrende Dünya merkez olarak alındığında (dinamiğin birinci yassına göre bu doğrudur), atmosfer ve atmosfer dışı koca bir bölge yer almaktadır. Atmosferin dışı yıldızların bulunduğu yer olarak düşünülebilir. Dünya atmosferi ise sadece Dünya’ya ait çok küçük bir bölgedir.

İkinci aşamada, Kur’ân-ı Kerîm, Cebrâil (as) vasıtasıyla yekpare olarak bir defada ve Kadir Gecesi’nde inzal edilmiştir. Burası, bilinen evren/kâinat içinde bir yerdir. Buranın ismi hakkında farklı ifadeler kullanılmaktadır. Beytülizze (Beytü’l-İzze), Beytü’l-Ma’mûr, Durâh, yedinci kat semada yıldızların yeri, Dünya seması ve Yüksek Semâ bu isimlerden bazılarıdır.

Buranın bilinen evren içinde ve Dünya atmosferi dışında bir yer olması daha anlamlıdır. Zira evrenin/kâinatın dışından hemen sonraki evrenin içi olan mevkinin Durâh olarak ifadesi buna delildir. Zira Durâh, evrende içinde meleklerin ibadette bulunduğu rivayet edilen bir mâbeddir. Burayı meleklerin yer edindiği konum olarak düşünmek doğrudur.

İkinci aşamada Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği (inzal edildiği) yerin Beytülizze (Beytü’l-İzze) isminin bazı kaynaklarda Dünya semâsı (yere en yakın gök) olarak isimlendirilmesi karışıklık oluşturmamalıdır. Zira atmosfer, bazı durumlarda Dünya’ya ait, bazı kaynaklarda ise uzaya ait olarak ifade edilmektedir. Burada anlaşılması gereken ise, atmosferin Dünya’ya ait olduğu ve bunun dışında kalan yer olarak düşünmek gerektiğidir. Atmosferin dışının bazı kaynaklarda “yedinci kat” olarak nitelendirildiği unutulmamalıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği Beytü’l-İzze’nin yıldızların da bulunduğu mevkide olması bu anlamı kuvvetlendiriyor. Buranın, modern astronomiden önceki adının “Yüksek Semâ” olduğu bilinmektedir. Her şeye rağmen Beytü’l-İzze’nin bugünkü astronomi bilgilerine göre tam olarak neye/nereye karşılık geldiği ise bilinmemektedir.

Üçüncü aşamada, yine Cebrâil (as) vasıtasıyla, bu kez peyderpey (tencîm) Peygamber Efendimize 22/23 yıl içerisinde (ilk vahiy 610, son vahiy ise 632 yılında) nüzûl edilmiş, indirilmiştir. Vahiyler idrak edilip hayata tatbik edildikten sonra bir sonraki vahiy indirilmiştir. Her vahyi Cebrâil (as) getirmiştir. Muhatap ise sadece Hazreti Muhammed (sav) olmuştur. Daha sonra etrafa yayılarak duyurulmuştur. Hem Arapça lisan ile metne aktarılmış, hem de ezberlenmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in üçüncü aşamada indirilişinin, meleklerin ve yağmurun yağdırılmasına benzetilmesi mânidardır. Çünkü yağmurun sabit/limit bir hızla yağması, yağmurun şekline bağlansa da her yağmur tanesine bir meleğin eşlik etmesi hatıra geliyor. Ayrıca yağmurun “asr” anlamına da işaret olduğundan şüphe yoktur. Asr; gündüz, gece, sabah, akşam, ikindi vakti gibi anlamlara geldiği gibi, isim olarak dehr, mutlak zaman, içinde bulunulan zaman, 80-100 senelik zaman dilimi ve rızık mânâlarına da gelir. “Asr” kelimesinin “âhir zaman” anlamını da içerdiğini belirtmek gerekir.

Burada “âhir zaman” ifadesini, son din ve son devre bir işaret olarak görmek gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’in, “asr”ın bu yönüyle akıl ve fikir için bir rızık olduğu da muhakkaktır. Asr, sûre olarak kısa olmakla beraber (3 âyet) Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün nasihatlerin özü olmasıyla ayrıca dikkate alınmalıdır.

Dünya ve insan plânında üçüncü cüz

“İnzal” kelimesi, toptan indirilişe karşılık gelirken, “nüzul” ise parça parça (peyderpey) indirilişi ifade etmektedir. “Nüzûl” kelimesi su/yağmur, rızık, Allah’ın (cc) ordusu, azap, şeytan, melek, huzur ve sükûn gibi anlamlara da gelir.

Bunlara ek olarak, Kur’ân-ı Kerîm’de “nüzûl” kelimesiyle “rûhu’l-emîn” kavramına da atıf yapılmıştır. İnsanları diğer canlılardan ayıran düşünme, anlama ve akıl erdirme nedeniyle insanın sorumlu kılındığına da bir işarettir.

Burada aklın, kişiye ait bir özellik olma yanında bir vücuda bürünmeden önceki toplu bir hafızaya da işaret olduğunu kabul etmek gerekir. Zira Kur’ân-ı Kerîm ortak bir mirastır. Işığın kırılma sonucunda renklere ayrılması gibi, “ortak akıl” da idrak gücünü etkin kılarak bilginin meydana gelmesini sağlar. Buna “aktif akıl” denir. Her ne kadar deizm ve Marksizm bu durumu kabul etmese bile, bu tür akıl (vahiy) olmadan hiçbir şey tam olarak bilinemez ve anlaşılamaz.

“Nüzûl” kelimesi ile su/yağmur/asr, rızık, Allah’ın (cc) ordusu, azap, şeytan, melek, huzur/sükûn ve “rûhu’l-emîn”e atıf yapılmış olması, önceki İlâhî kitaplara nispet edildiğine bir işaret olarak görülebilir. Bu özellik âhir zamanda geçerli tek dinin İslâm olduğunu ortaya koymaktadır.

İndiriliş aşamalarıyla Kur’ân-ı Kerîm’in aynı formda olduğunu düşünmek gerekmez. Üçüncü aşamada Cebrâil’in (as) lisana aktarması, Peygamber Efendimizin tekrar ederek ezberlemesi ve tatbik olarak görülebilir. Zira ilk vahiy ile ikinci vahiy arasında üç sene gibi bir süre bulunmaktadır. Bunun sonunda gelen vahiyde (ikinci) ise insanları Allah’ın (cc) azabından sakındırması dikkat çekicidir.

Asr; gündüz, gece, sabah, akşam, ikindi vakti gibi anlamlara geldiği gibi, isim olarak dehr, mutlak zaman, içinde bulunulan zaman, 80-100 senelik zaman dilimi ve rızık mânâlarına da gelir. “Asr” kelimesinin “âhir zaman” anlamını da içerdiğini belirtmek gerekir. 

Dünya ve insan plânında dördüncü cüz

Yerküre kaba bir bakışla; yüzde 30.1 oksijen, yüzde 32.1 demir, yüzde 12.1 silikon ve yüzde 13.9 oranında magnezyum içermektedir. Oksijen miktarının yüzde 47’si mantoda bulunurken, demirin yüzde 90’ı çekirdekte bulunmaktadır.

Allah-u Teâlâ’nın (cc) evrendeki mutlak egemenliğine dikkat çekilerek başlayan demir/Hadîd Sûresi’nin yirmi beşinci ayetindeki “Bir de demiri indirdik ki onda büyük bir güç ve insanlar için yararlar vardır” ifadesi dikkat çekicidir.

Demirin yüzde 90’ı Dünya’nın çekirdeğinde bulunurken, bu ayette demir için “indirdik” ifadesinin kullanılması ilk bakıldığında zıt bir durum gibi görülebilir. Lâkin Allah’ın (cc) mutlak egemenliği, kâinatın/evrenin baştan sona kadar mutlak hâkimiyetini de ortaya koyuyor.

Dolayısıyla kâinat yaratılırken bütün bir evrenin de Allah (cc) indinden “indirildiğini” görmek daha uygundur. Bu şekilde düşünüldüğünde, demirin/hadîdin de bu yaratılış aşamasında “indirilmesi” maksat olabilir.

Düz Dünya görüşünde olanlar bulunsa da, Dünya’nın yuvarlak, küre şeklinde olduğunu bilmeyen yoktur. Benzer şekilde, evren içinde farklı görüşler mevcuttur. Bilim/ilim öyle anlatılmalı ki herkes anlayabilsin. Bu, marifet gerektiren bir iştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in peyderpey indirilmeye başlamadan önce bulunduğu Beytü’l-İzze’nin Kâbe’nin üst hizasında bulunan Beytü’l-Ma’mûr olduğu da ifade edilmektedir. 

“Kâbe’nin üst hizasında” ifadesi, akla yaklaştırmak için kullanılan bir ifade olduğu gibi, evrenin büyüyen bir balon gibi olduğu düşünüldüğünde küresel kabuk yüzeyinin (evrenin/kâinatın) Dünya’ya çizilen uzunluk olduğunu anlamak gerekir. Diğer bir ifadeyle, Kâbe ile Beytü’l-Ma’mûr (Beytü’l-İzze) arasındaki mesafeyi evrenin/kâinatın yarıçapı olarak düşünmek yanlış olmaz. Günümüzde modern bilimin bu konuda tam olarak net bilgiye sahip olmaması Kur’ân-ı Kerîm’in ne kadar canlı, diri ve genç olduğunun da bir göstergesidir.

Beytü’l-Ma’mûr bir mekân gösterilerek evrenin tamamı kastedildiği gibi, Allah’ın (cc) tecelli ederek ma’mûr eylediği mü’min kişilerin kalbi de kastedilmektedir. Ay ve Mars yolculuğu tartışıladursun, bu evrenden çıkışın olduğu mümkündür ve Miraç yolculuğunda Peygamber Efendimiz, Beytü’l-Ma’mûr’u dünya gözüyle görmüştür.

Beytü’l-Ma’mûr’un zâhirî yönünün bu şekilde taçlandırılmasının yanında bâtınî yönünde ise mü’min kişinin kalbindeki miracın marifet ve ihlâsla gerçekleşeceği ifade edilmiştir. Dünya’da insanların-cinlerin (sekaleyn) kıblesinin Kâbe, meleklerin kıblesinin ise Beytü’l-İzze (Beytü’l-Ma’mûr) oluşu manidardır. 

Kur’ân-ı Kerîm’in üçüncü aşamada peyderpey indirilmesinde bir maksat ve hikmetin olduğu muhakkaktır. Bu durum Furkân Sûresi otuz ikinci ayette durum, “İnkârcılar, ‘Kur’an O’na bütünüyle bir defada indirilseydi ya!’ diyorlar. Oysa Biz onu Senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu uygun aralıklarla parça parça gönderdik” şeklinde açıkça ifade edilmiştir.

Maksadın hak ve hakikatin kalbe yerleştirilmesi olduğu açıktır. Melekler için Beytü’l-Ma’mûr, sekaleyn için Kâbe ve birey için de kalbe yönelmek gerekir. Dünya’da bulunan demirin yüzde 90’ının yerkürenin merkezinde olmasını gücün kalpte olduğuna bir işaret olarak görmek gerekir.

Furkân Sûresi’nde ifade edildiği üzere, asıl maksat hak ve hakikatin insan kalbinde yerleşmesi olduğundan, insanın Allah (cc) tarafından evrendeki en değerli varlık ve canlı olduğu öne çıkarılmaktadır. Bu nedenle insanın başıboş bırakılmayacağı da açıktır. İnsanın başıboş bırakılmaması durumunda, hayatın devam etmesinin esas olduğu ortaya çıkar. Bu duruma, konunun işleyişi açısından yaklaşmak gerekir.

Atmosfer, Dünya ile birlikte hareket etmektedir. Canlının yaşadığı hava ortamının mahiyetine de insan merkezli odaklanmak önemlidir. Hava, yaklaşık yüzde 78 azot, yüzde 21 oksijen ve yüzde 1 argondan oluşur. Bu oran bozulursa canlı hayatı da bozulur. Havadaki azot miktarı değişirse çok ciddi sorunlar yaşanır.

Nebe Sûresi’nin yedinci ayetinde “dağların direk” olarak ifade edilmesinin farklı anlamları bulunmaktadır. Ancak “direk” kelimesinin Arapçası olan “evtaden” ifadesi, “âlemin mânen idare edilmesi” anlamıyla düşünülebilir. Buradan hareketle, maneviyatın kıblesi olan kalbin sahibi insan, maksat olmalıdır. Bu nedenle, havadaki azot miktarı değiştiğinde etkilenecek en önemli canlı, insandır. Bu azotun dengelenmesi ve canlıların ve de dolayısıyla insanın hayatının idare edilmesi gerekmektedir. Bu azot miktarını dengeleyen ilk sıradaki etki, yanardağlardır.

Yanardağlar aktif durumdayken atmosfere azot yayarlar. İşte bu azot, havadaki değişen azot miktarının dengelenmesinde aktif rol oynar. Bu nedenle Nebe Sûresi yedinci ayette geçen “dağların direk” olmasını, insan hayatının devamı için bir direk olarak anlamak yanlış olmaz. Neticede her şeyin insan için olduğu açıkken, insanın ne için hareket ettiğini aklından çıkarmaması gerekir.