DÜNYA, nazik ve
nazenin olarak insanlığa ev sahipliği yapıyor. Dünya içten dışa doğru; yüksek
sıklıktaki (6 bin derece) iç çekirdek, bunun üzerinde daha düşük sıcaklıktaki
(2 bin 200 derece) dış çekirdek, bu çekirdeği örten duvar bölge, alt manto,
geçiş bölgesi ve üst mantodan oluşur. Bütün katmanların kalınlığı toplam 6 bin
378 kilometredir. Dünya’nın ekvator uzunluğu ise yaklaşık 40 bin kilometredir.
Dünya, insanlığın yaşadığı küre
yüzeyinden itibaren troposfer, ozonosfer (ozon tabakası), stratosfer, mezosfer,
iyonosfer, termosfer ve ekzosfer olarak atmosferi oluşturur. Mezosfer
tabakasında meteor taşlarının büyük kısmı engellenir. Atmosferin en üst
tabakasına kadar 10 bin kilometre olsa da canlıların yaşadığı bölge troposfer ve
stratosfer toplamı yaklaşık 100 ilâ 150 kilometre kadar bir yerdir. En tepe yerde
uydular konuşlanır. Sonrasında ise uzay boşluğu bulunmaktadır.
Ozon tabakasının yaklaşık 50
kilometre yukarıda olduğu düşünüldüğünde, canlıların hayatlarının devam ettiği
atmosfer kalınlığı en fazla 50 kilometredir. 3-4 kilometre yukarı doğru tırmanıldığında
atmosfer basıncı düşer ve canlının içine çektiği oksijen de seyrekleşir.
İnsanoğlu işte böyle bir yerkürede yaşıyor!
Güneş, Merkür, Venüs, Dünya, Mars,
Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün ve Plüton, Güneş Sistemi’ni oluşturuyor. 200
milyar yıldızın bulunduğu sistem, ortalama bir galaksi olarak adlandırılır.
Güneş Sistemi’nin de içinde bulunduğu Samanyolu galaksisinde, yörüngesinde
gezegenlerin döndüğü 2 bin 500’den fazla yıldız topluluğu yer almaktadır.
Samanyolu galaksisinde Dünya ile
aynı büyüklükte en az 17 milyar gezegenin bulunduğunu ifade edenler de var.
Ancak bu gezegenlerde henüz hayat olup olmadığı bilinmiyor.
Aklın, hayâlin ve fizik evrenin
bilim çerçevesince varlığı kabul edilen ve bilinen evrende yaklaşık 100 milyar
galaksi bulunuyor. Diğer bir ifadeyle, koskoca evren/kâinat sadece 100 milyar
galaksiden oluşuyor. Bu galaksilerse, balonun şişmesi gibi birbirinden
uzaklaşıyor. Evrenin büyüyerek uzaklaştığı yer hakkında zerre kadar malûmat
sahibi değiliz. İşin içinden çıkamayınca
evrenin kopyalanması gibi düşünüp bu durum “paralel evrenler” diyerek
anlamlandırmaya çalışılıyor.
Dünya ve insan plânında
birinci cüz
İnsanlık, Nemrut ve Firavunlar
gördüğü gibi Hazreti Mûsâ (as) ve Hazreti Nuh (as) gibi ulü’l-azm peygamberleri
de gördü. İnsanlık tarihine bütün olarak bakıldığında farklı aşamaların
yaşanıldığı anlaşılmaktadır.
İnsanoğlu ilkel, vahşi ve bireysel
bir hayat sonrasında güçlü olanların zayıfları köleleştirdiği bir evreye
geçmiştir. İlk evrede insanlar tek başlarına yaşarken ikinci evrede
toplumlaşmaya adım atılsa da köleleştirilen insanlar, emeklerini ve
hürriyetlerini kaybetmişlerdir.
Köleliğe başkaldıran insanlar
kabile ve beylik evresine geçmeyi başarmıştır. Böylece askerî ve siyâsî olarak
güç oluşturmayı elde ettikten sonra bireysel kölelik evresinden sınıfsal
köleliğe geçilmiş oldu. Sermaye-emek çatışması-mücadelesi başlayarak sınıfsal
kölelik esaretinden kurtulan insanoğlu, iktisadî açıdan hakça bir paylaşıma
geçerek serbest bir evreye erişti. Günümüzde en serbest evreyi yaşayan
insanoğlu, bilginin her türlüsüne erişebilecek duruma yükseldi.
Dünya üzerinde iletişimin neredeyse
hiç olmadığı devirlerde bazı topluluklara aynı anda farklı peygamber
gönderildiği bilinmektedir. İletişim ve ulaşımın zor olmasına rağmen dünyanın
her yerinden iletişime açık devirde insanoğlu tek peygamberi dinleyecek düzeye
eriştiğinde ise insanlığın gelişim evresi tamamlandı ve son din İslâm ile dünyanın
nizamı da taçlandırıldı.
Son İlâhî din olan İslâm’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm, üç aşamada indirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın (cc) indinde idi. Allah (cc) zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için buradaki “inde” kelimesini Allah’ın (cc) himayesinde ve gözetiminde olarak anlamak daha uygundur. Birinci aşamada Kur’ân-ı Kerîm toptan, bir defada Levh-i Mahfuz’a indirildi. Buranın bilinen evren dışında olduğunu belirtmek gerekir.
Dünya ve insan plânında
ikinci cüz
Evrende Dünya merkez olarak
alındığında (dinamiğin birinci yassına göre bu doğrudur), atmosfer ve atmosfer
dışı koca bir bölge yer almaktadır. Atmosferin dışı yıldızların bulunduğu yer
olarak düşünülebilir. Dünya atmosferi ise sadece Dünya’ya ait çok küçük bir
bölgedir.
İkinci aşamada, Kur’ân-ı Kerîm,
Cebrâil (as) vasıtasıyla yekpare olarak bir defada ve Kadir Gecesi’nde inzal
edilmiştir. Burası, bilinen evren/kâinat içinde bir yerdir. Buranın ismi
hakkında farklı ifadeler kullanılmaktadır. Beytülizze (Beytü’l-İzze),
Beytü’l-Ma’mûr, Durâh, yedinci kat semada yıldızların yeri, Dünya seması ve
Yüksek Semâ bu isimlerden bazılarıdır.
Buranın bilinen evren içinde ve
Dünya atmosferi dışında bir yer olması daha anlamlıdır. Zira evrenin/kâinatın
dışından hemen sonraki evrenin içi olan mevkinin Durâh olarak ifadesi buna
delildir. Zira Durâh, evrende içinde meleklerin ibadette bulunduğu rivayet
edilen bir mâbeddir. Burayı meleklerin yer edindiği konum olarak düşünmek
doğrudur.
İkinci aşamada Kur’ân-ı Kerîm’in
indirildiği (inzal edildiği) yerin Beytülizze (Beytü’l-İzze) isminin bazı
kaynaklarda Dünya semâsı (yere en yakın gök) olarak isimlendirilmesi karışıklık
oluşturmamalıdır. Zira atmosfer, bazı durumlarda Dünya’ya ait, bazı kaynaklarda
ise uzaya ait olarak ifade edilmektedir. Burada anlaşılması gereken ise,
atmosferin Dünya’ya ait olduğu ve bunun dışında kalan yer olarak düşünmek gerektiğidir.
Atmosferin dışının bazı kaynaklarda “yedinci kat” olarak nitelendirildiği
unutulmamalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği Beytü’l-İzze’nin
yıldızların da bulunduğu mevkide olması bu anlamı kuvvetlendiriyor. Buranın, modern
astronomiden önceki adının “Yüksek Semâ” olduğu bilinmektedir. Her şeye rağmen Beytü’l-İzze’nin
bugünkü astronomi bilgilerine göre tam olarak neye/nereye karşılık geldiği ise
bilinmemektedir.
Üçüncü aşamada, yine Cebrâil (as)
vasıtasıyla, bu kez peyderpey (tencîm) Peygamber Efendimize 22/23 yıl
içerisinde (ilk vahiy 610, son vahiy ise 632 yılında) nüzûl edilmiş, indirilmiştir.
Vahiyler idrak edilip hayata tatbik edildikten sonra bir sonraki vahiy
indirilmiştir. Her vahyi Cebrâil (as) getirmiştir. Muhatap ise sadece Hazreti
Muhammed (sav) olmuştur. Daha sonra etrafa yayılarak duyurulmuştur. Hem Arapça
lisan ile metne aktarılmış, hem de ezberlenmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in üçüncü aşamada
indirilişinin, meleklerin ve yağmurun yağdırılmasına benzetilmesi mânidardır.
Çünkü yağmurun sabit/limit bir hızla yağması, yağmurun şekline bağlansa da her
yağmur tanesine bir meleğin eşlik etmesi hatıra geliyor. Ayrıca yağmurun “asr”
anlamına da işaret olduğundan şüphe yoktur. Asr; gündüz, gece, sabah, akşam,
ikindi vakti gibi anlamlara geldiği gibi, isim olarak dehr, mutlak zaman, içinde
bulunulan zaman, 80-100 senelik zaman dilimi ve rızık mânâlarına da gelir.
“Asr” kelimesinin “âhir zaman” anlamını da içerdiğini belirtmek gerekir.
Burada “âhir zaman” ifadesini, son
din ve son devre bir işaret olarak görmek gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’in, “asr”ın
bu yönüyle akıl ve fikir için bir rızık olduğu da muhakkaktır. Asr, sûre olarak
kısa olmakla beraber (3 âyet) Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün nasihatlerin özü olmasıyla
ayrıca dikkate alınmalıdır.
Dünya ve insan plânında
üçüncü cüz
“İnzal” kelimesi, toptan indirilişe
karşılık gelirken, “nüzul” ise parça parça (peyderpey) indirilişi ifade
etmektedir. “Nüzûl” kelimesi su/yağmur, rızık, Allah’ın (cc) ordusu, azap,
şeytan, melek, huzur ve sükûn gibi anlamlara da gelir.
Bunlara ek olarak, Kur’ân-ı
Kerîm’de “nüzûl” kelimesiyle “rûhu’l-emîn” kavramına da atıf yapılmıştır. İnsanları
diğer canlılardan ayıran düşünme, anlama ve akıl erdirme nedeniyle insanın
sorumlu kılındığına da bir işarettir.
Burada aklın, kişiye ait bir
özellik olma yanında bir vücuda bürünmeden önceki toplu bir hafızaya da işaret
olduğunu kabul etmek gerekir. Zira Kur’ân-ı Kerîm ortak bir mirastır. Işığın
kırılma sonucunda renklere ayrılması gibi, “ortak akıl” da idrak gücünü etkin
kılarak bilginin meydana gelmesini sağlar. Buna “aktif akıl” denir. Her ne
kadar deizm ve Marksizm bu durumu kabul etmese bile, bu tür akıl (vahiy)
olmadan hiçbir şey tam olarak bilinemez ve anlaşılamaz.
“Nüzûl” kelimesi ile su/yağmur/asr,
rızık, Allah’ın (cc) ordusu, azap, şeytan, melek, huzur/sükûn ve “rûhu’l-emîn”e
atıf yapılmış olması, önceki İlâhî kitaplara nispet edildiğine bir işaret
olarak görülebilir. Bu özellik âhir zamanda geçerli tek dinin İslâm olduğunu
ortaya koymaktadır.
İndiriliş aşamalarıyla Kur’ân-ı Kerîm’in aynı formda olduğunu düşünmek gerekmez. Üçüncü aşamada Cebrâil’in (as) lisana aktarması, Peygamber Efendimizin tekrar ederek ezberlemesi ve tatbik olarak görülebilir. Zira ilk vahiy ile ikinci vahiy arasında üç sene gibi bir süre bulunmaktadır. Bunun sonunda gelen vahiyde (ikinci) ise insanları Allah’ın (cc) azabından sakındırması dikkat çekicidir.
Asr; gündüz, gece, sabah, akşam, ikindi vakti gibi anlamlara geldiği gibi, isim olarak dehr, mutlak zaman, içinde bulunulan zaman, 80-100 senelik zaman dilimi ve rızık mânâlarına da gelir. “Asr” kelimesinin “âhir zaman” anlamını da içerdiğini belirtmek gerekir.
Dünya ve insan plânında
dördüncü cüz
Yerküre kaba bir bakışla; yüzde
30.1 oksijen, yüzde 32.1 demir, yüzde 12.1 silikon ve yüzde 13.9 oranında magnezyum
içermektedir. Oksijen miktarının yüzde 47’si mantoda bulunurken, demirin yüzde
90’ı çekirdekte bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ’nın (cc) evrendeki
mutlak egemenliğine dikkat çekilerek başlayan demir/Hadîd Sûresi’nin yirmi
beşinci ayetindeki “Bir de demiri indirdik ki onda büyük bir güç ve insanlar
için yararlar vardır” ifadesi dikkat çekicidir.
Demirin yüzde 90’ı Dünya’nın
çekirdeğinde bulunurken, bu
ayette demir için
“indirdik” ifadesinin kullanılması ilk bakıldığında zıt bir durum gibi
görülebilir. Lâkin Allah’ın (cc) mutlak egemenliği, kâinatın/evrenin baştan
sona kadar mutlak hâkimiyetini de ortaya koyuyor.
Dolayısıyla kâinat yaratılırken
bütün bir evrenin de Allah (cc) indinden “indirildiğini” görmek daha uygundur.
Bu şekilde düşünüldüğünde, demirin/hadîdin de bu yaratılış aşamasında
“indirilmesi” maksat olabilir.
Düz Dünya görüşünde olanlar bulunsa
da, Dünya’nın yuvarlak, küre şeklinde olduğunu bilmeyen yoktur. Benzer şekilde,
evren içinde farklı görüşler mevcuttur. Bilim/ilim öyle anlatılmalı ki herkes
anlayabilsin. Bu, marifet gerektiren bir iştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in peyderpey
indirilmeye başlamadan önce bulunduğu Beytü’l-İzze’nin Kâbe’nin üst hizasında
bulunan Beytü’l-Ma’mûr olduğu da ifade edilmektedir.
“Kâbe’nin üst hizasında” ifadesi,
akla yaklaştırmak için kullanılan bir ifade olduğu gibi, evrenin büyüyen bir
balon gibi olduğu düşünüldüğünde küresel kabuk yüzeyinin (evrenin/kâinatın)
Dünya’ya çizilen uzunluk olduğunu anlamak gerekir. Diğer bir ifadeyle, Kâbe ile
Beytü’l-Ma’mûr (Beytü’l-İzze) arasındaki mesafeyi evrenin/kâinatın yarıçapı
olarak düşünmek yanlış olmaz. Günümüzde modern bilimin bu konuda tam olarak net
bilgiye sahip olmaması Kur’ân-ı Kerîm’in ne kadar canlı, diri ve genç olduğunun
da bir göstergesidir.
Beytü’l-Ma’mûr bir mekân gösterilerek
evrenin tamamı kastedildiği gibi, Allah’ın (cc) tecelli ederek ma’mûr eylediği
mü’min kişilerin kalbi de kastedilmektedir. Ay ve Mars yolculuğu tartışıladursun,
bu evrenden çıkışın olduğu mümkündür ve Miraç yolculuğunda Peygamber Efendimiz,
Beytü’l-Ma’mûr’u dünya gözüyle görmüştür.
Beytü’l-Ma’mûr’un zâhirî yönünün bu
şekilde taçlandırılmasının yanında bâtınî yönünde ise mü’min kişinin kalbindeki
miracın marifet ve ihlâsla gerçekleşeceği ifade edilmiştir. Dünya’da
insanların-cinlerin (sekaleyn) kıblesinin Kâbe, meleklerin kıblesinin ise
Beytü’l-İzze (Beytü’l-Ma’mûr) oluşu manidardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in üçüncü aşamada peyderpey
indirilmesinde bir maksat ve hikmetin olduğu muhakkaktır. Bu durum Furkân
Sûresi otuz ikinci ayette durum, “İnkârcılar, ‘Kur’an O’na bütünüyle bir defada
indirilseydi ya!’ diyorlar. Oysa Biz onu Senin kalbine iyice yerleştirmek için
böyle yaptık ve onu uygun aralıklarla parça parça gönderdik” şeklinde açıkça
ifade edilmiştir.
Maksadın hak ve hakikatin kalbe
yerleştirilmesi olduğu açıktır. Melekler için Beytü’l-Ma’mûr, sekaleyn için
Kâbe ve birey için de kalbe yönelmek gerekir. Dünya’da bulunan demirin yüzde
90’ının yerkürenin merkezinde olmasını gücün kalpte olduğuna bir işaret olarak
görmek gerekir.
Furkân Sûresi’nde ifade edildiği
üzere, asıl maksat hak ve hakikatin insan kalbinde yerleşmesi olduğundan,
insanın Allah (cc) tarafından evrendeki en değerli varlık ve canlı olduğu öne
çıkarılmaktadır. Bu nedenle insanın başıboş bırakılmayacağı da açıktır. İnsanın
başıboş bırakılmaması durumunda, hayatın devam etmesinin esas olduğu ortaya
çıkar. Bu duruma, konunun işleyişi açısından yaklaşmak gerekir.
Atmosfer, Dünya ile birlikte
hareket etmektedir. Canlının yaşadığı hava ortamının mahiyetine de insan
merkezli odaklanmak önemlidir. Hava, yaklaşık yüzde 78 azot, yüzde 21 oksijen
ve yüzde 1 argondan oluşur. Bu oran bozulursa canlı hayatı da bozulur. Havadaki
azot miktarı değişirse çok ciddi sorunlar yaşanır.
Nebe Sûresi’nin yedinci ayetinde
“dağların direk” olarak ifade edilmesinin farklı anlamları bulunmaktadır. Ancak
“direk” kelimesinin Arapçası olan “evtaden” ifadesi, “âlemin mânen idare
edilmesi” anlamıyla düşünülebilir. Buradan hareketle, maneviyatın kıblesi olan
kalbin sahibi insan, maksat olmalıdır. Bu nedenle, havadaki azot miktarı
değiştiğinde etkilenecek en önemli canlı, insandır. Bu azotun dengelenmesi ve
canlıların ve de dolayısıyla insanın hayatının idare edilmesi gerekmektedir. Bu
azot miktarını dengeleyen ilk sıradaki etki, yanardağlardır.
Yanardağlar aktif durumdayken
atmosfere azot yayarlar. İşte bu azot, havadaki değişen azot miktarının
dengelenmesinde aktif rol oynar. Bu nedenle Nebe Sûresi yedinci ayette geçen
“dağların direk” olmasını, insan hayatının devamı için bir direk olarak anlamak
yanlış olmaz. Neticede her şeyin insan için olduğu açıkken, insanın ne için
hareket ettiğini aklından çıkarmaması gerekir.