Medeniyet inşâsında ölçü (15)

Şahsiyet inşâ edilirken, insanın Yaratıcı’nın birliğini kabul etmesinden başka bir durum söz konusu olamaz. İnsan, ancak kul olarak yetiştirilebilir ve karakterle gelen fıtrat üzerine şahsiyet inşâsı ancak O’na doğru olabilir.

“ŞAHSİYET” ve “karakter” kelimeleri genelde aynı anlamda kullanılsa da önemli farklılıklarla birbirilerinden ayrılırlar. Bu farklılıklar sorumluluk sahibi olan insanoğlunun değer yargılarını öne çıkaran hazineleri barındırır. 

Karakter, sözlük anlamı olarak “ayırt edici nitelik” anlamına gelir. Felsefî olarak, “bireyin kendi kendisiyle uyum içinde bulunmasını, hareketlerinde tutarlı ve sağlam kalabilmesini sağlayan özellikler bütünü” olarak tanımlanır.

Kişilik ve belirgin özellikler ise bireyin şahsiyetini oluşturur. İnsanlar, şahsiyetlerine göre kendilerini inşâ ederler. Karakterin, insanın kalıtım yoluyla gelen ve olgunlaşmalar bütününü oluşturan özellikler bütünü olarak değerlendirilmesi daha doğrudur.

Şahsiyet ise kişi için doğuştan gelen ve çevreden sonradan kazanılan özellikleridir. Bu nedenle şahsiyette sonradan kazanılan durum ağır basarken, karakterde ise soydan gelme daha ön plânda yer alır. Bu nedenle şahsiyet, karakteri içine alan daha büyük bir çemberdir. Bazı Müslüman âlimler karakter yerine “seciye”  ve “hulk” kelimelerini kullanmışlardır. Ancak “hulk” kelimesinin seciye ile aynı anlamda kullanılması benimsenmemiştir.

İnsanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan mânevî nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konulan iradeli davranışlar bütünü “hulk” ile anlatılmıştır. Tabiat, huy ve karakter anlamları ise “seciye” ile ifade edilmiştir. Hulk ile seciyenin birbirleri yerine kullanılmamasının en önemli nedeni, yaratılıştan gelen “seciyenin” kötüsünün olmamasıdır. Yani yaratılış itibariyle hakiki mânâda kusurdan bahsedilemez. Bu nedenle “insan karakterinden bahseden ilim/bilim dalı” olarak “ahlâk ilmi/bilimi” gelişmiştir. Ancak bu bilim dalının yaygın olmadığı da bir vakıadır.

Modern psikoloji “şahsiyet” kelimesini kullanırken klasik İslâmî kaynaklarda daha çok “karakter” ifadesi tercih edilmektedir. Buradaki farklılık, bireyin kendisini gerçekleştirme ve kişilerde istendik davranış elde etme süreçlerinin müdahalesi olarak da görülebilir. Şahsiyeti modern zamanda kişinin “karakterine” bir müdahale olarak görmek yanlış olmaz ve bu nedenle medeniyet iddiasına sahip ve kadim kültürün korunmasında öncülük edecek toplumların eğitim-öğretim sistemlerinde insan “özünün” bozulmayacak şekilde sistem uygulanmasını gerekli kılar. Bu duruma en güzel örnek, “şahsiyetsiz” kelimesinin kullanılıyor olmasıdır. Şahsiyetin olumsuzu olarak kullanılan bu durum, jeolojik ve kozmolojik düzene birer başkaldırı olduğundan, kıyamet alâmetleri arasında görülebilir.

Bu kadar önemli bir konuma sahip durumda, bir insan için ekmek ya da su ne ise, eğitim-öğretim, kültür ve medeniyeti dokuyacak “şahsiyet” de odur!

Mânevî ve derunî hayat bakışıyla karakter ve şahsiyet ifadelerini de kapsayan ifade, “nefis” olarak görülebilir. Nefis bu ölçekte, kişi, zât, benlik ve şahıs gibi anlamlarda kullanılır. Bu kullanım tarzına göre kişilik, karakter ve şahsiyeti oluşturan bütün oluşumlar nefis ile ifade edilir.

Nefsin hâlleri ve çeşitlerinin yanında nefis psikolojisi de önem arz etmektedir. Bu durum detaylı bir odaklanmayı gerektirse de nefse asılı duran ego/benlik, şahsiyet oluşumunda at başı gitmektedir. Bu süreçte oluşumun mimarlarını şekillendiren ise nefis psikolojisidir.

Mânâ ve mizâc

İnsanın kişiliğinin farklı yönlerini anlatan mizâc, garîze ve şâkile gibi kelimeler de kullanılmaktadır. Mizâc, psikolojide şahsiyet tipleri için kullanılan bir terimdir. Antik Çağ ve Orta Çağ insanlarının psikolojik, ahlâkî ve biyolojik özelliklerini, kabul edilmiş dört sıvı maddenin belli orandaki karışımından oluşan “ahlât-ı erbaa” olarak nitelenen şahsiyet tiplemeleri için de “mizâc” kelimesi kullanılmıştır. Eski Mısır’da kan, balgam, kara safra ve sarı safra gibi dört sıvının kirlenmesinden doğan hâlleri, kişinin mizâcı olarak nitelemişlerdir.

Şahsiyeti oluşturan etkenler arasında çevre ve toplum görülürken, mizâc için maddi iç etkenlerin ifade edilmiş olması dikkat çekicidir. Mizâc için burada şahsiyeti şekillendiren iç etken olarak görmek yanlış durmuyor.

Toplum içerisinde bazı insanlar için “sıcakkanlı” ya da “soğukkanlı” tâbirlerinin kullanılıyor olması, arka plânda mizâc kavramının yattığını gösterir. Detaylı bir bakışla, sıcakkanlı (mahrûr), soğukkanlı (mebrûd), kuru tabiatlı (yâbis) ve yaş tabiatlı (mertûb) gibi dört ifadenin olduğu görülür. Genelde yaş tabiatlı ifadesi ise olumsuz kişiler için kullanılır.  

Olayları olumlu karşılayan, bardağın dolu tarafından bakan ve iletişimi kuvvetli karakterde kişiler için sıcakkanlı (mahrûr) ifadesi kullanılır. Buradan hareketle, kişinin bulunduğu hâlin önemli bir duruma sahip olduğu kesindir. Diğer bir ifadeyle, “Kişinin bâtını, bulunduğu hâl üzeredir” denilebilir. Bu yönden bakıldığında, klasik İslâm toplumlarında neden ruhsal hastalıkların tedavisine Batı’dan çok önce başlanıldığı anlaşılır.

İnsanın doğasından ve fıtratından gelen eğilimlerine “garîze” denir. Bu yönüyle garîzenin karakter ile eşleşebileceği düşünülebilir. Kişinin hissî/mânevî görünüşü için ise “şâkile” ifadesi kullanılır. “Şâkile” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de sadece bir defa, İsrâ Sûresi’nin 84’üncü âyetinde geçer. Bu âyetteki şâkile, genelde “mizaç ve karakter” diye çevrilmektedir. Şâkile kelimesinin tabiat, âdet, din, ahlâk, niyet ve seciye gibi anlamlara vardır.

İsrâ 84 meali şöyle: “De ki, ‘Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar’. Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.

Âyetin devamında yer alan “doğru yol” ifadesinin “şâkile” (mizaç ve karakter) ile bir tercihin yapılmasına işaret edilmiş olması çok manidardır. Burada “doğru bir yol tercihinin” mânevî ve derunî hayat bakışıyla karakter ve şahsiyet ifadelerini de kapsayan nefs ile olabileceği doğru olandır. Burada nefs ile doğru tercihin yapılmasında ise ego/ene/benlik rol oynamıştır. Nefse takılı olan “ene”den, açıkça ifade edildiği gibi, ilgili âyetteki “en doğru” kelimesinden de bu görülebilir. Çünkü gerek ene, gerekse “en doğru” kelimeleri Arapçada “elif” ile başlamaktadır. Buradaki “elif” ise insan ve ondaki benlik/ego/ene için kullanılmaktadır. Demek ki insan her yönüyle “doğru olma” için kuşatılmıştır. Yani doğruyu ve hakkı tercih etmeyen insanların kıyamet sonrasında kendilerini savunabilecekleri bir durum olmayacağı açıkça söylenebilir.

Bu tercih yapılırken, sadece Allah (cc) rızâsının gözetilmesi bir zorunluluk göstermektedir. Bunun iki nedeni bu çerçeveden görülüyor: Birincisi, ilâh olarak sadece Allah’ın (cc) olması; diğeri ise “elif” harfinin metafizik yönü ve her şeyi kuşatması mânâsında yine sadece Allah (cc) ile mümkün olmasıdır. 

Kişilik ve karakter gibi kavramlar Batı dillerinde farklı anlayışlara göre değişik biçimde tanımlanabiliyor. Özellikle modern psikolojide özgül ağırlığı yüksek olan bir değer olarak görünen karakterin merkezinde maddî yön ön plândadır. Kişilik ve yetenek ile toplum içerisinde etkili olan insanı benzersiz bir varlık olarak dile getiren kavram (personality) ile nitelenmesi, Batı’nın insana bakışını ortaya koymaktadır.  

Özellikle sosyal medyanın gelişmesiyle birlikte üstünlük, önder olma ve beğenilme gibi durumların çıkış noktası olan ve Batı psikolojisinin omurgasını oluşturan kişiliğin (personality) merkezinde “kendini gerçekleştirme” melekesi yer almaktadır. Tam bu noktada birey kendini gerçekleştirirken, karakterin içerisinde olan nefse takılı ego/benlik/ene odaklı hâlde Allah’a (cc) kul olma bağlantısı kesilmek istenmesi gözlerden kaçmamalıdır. Günümüz eğitim-öğretim sisteminde bu noktanın gözden kaçtığını ve tek gözle kişilik odaklı bir sistem üzerinden yüründüğü bilinmelidir.


İsrâ Sûresi 84’üncü âyette geçen “şâkile” kelimesinin “kişinin tercih ettiği yol” anlamını burada nüfuzlu şekilde tahlil gerekiyor. Kişi hangi hâl ve ne tür bir “yol” seçtiği, diğer canlılardan farklı olarak insana verilen tercih etme (cüz’î irade) imkânı tanıyan özgür iradesinin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu pencereden bakıldığında, hakkın yanında ve bâtılın karşısında yer almak, kişinin bilinçli bir tercihidir ve sorumluluk insana aittir. Böyle bir şahsiyet durumunun sorumluluk içermesi, ahlâkî eğitim-öğretimi gerekli kılıyor. Çünkü âyetin devamındaki “kimin doğru yolda olduğu” ifadesi, tercihe sunulan iki yola işaret etmektedir. Bu yolların hak ve bâtıl olduğu ise malûmun ilâmı olur. Lâkin bu tercihte şahsiyetin payı Batı toplumlarında göz önünde bulundurulmaz. Şahsiyetin payının göz önünde bulundurulmaması, aslında Batı’nın kişilik kavramının Müslüman toplumlarda da etkin olduğunun bir göstergesidir.

Buradan çıkan asıl mesele ise şahsiyetin Batı kültürünün kuvvetli etkisi altında olduğudur. Bazı hâller boşluk kabul etmez. Bu nedenle, şahsiyetin oluşumunda bir toplumun maddî ve mânevî değerleri etkin rol oynayamazsa diğer kültürler etkinliğini şiddetli bir şekilde gösterir. Bu toplumun gerçekçi bir yapısı vardır. Bu yapı daima mükemmel ve daima hakkı arayan bir yoldadır. Ancak bunun eğitim-öğretim ile yoğrulması kaçınılmaz bir hâl almıştır. Bilim, teknoloji ve yeni nesil ürünler özellikle ortaöğretim gençliğini yoğurmaktadır. Bu hamurdan medeniyet inşâ edecek ekmek çıkmasını beklemek ne derece doğru bir yol olur?

Yol ve mânâ

Sebîl, “yol” demektir.  İsrâ Sûresi 84’üncü âyette “sebîlen” kelimesi tam mânâsıyla işte bu yol için kullanılmıştır! Bu yolun ne olduğu noktasında genel kabulün en yüce mânâ olması akla da yatkındır. Bu yatkınlığın karşılığını verecek ve hedefe ulaştıran en kısa yol anlamında bir Kur’ân terimi olan “sevâü’s-sebîl” için “sırât-ı müstakîm” karşılık gelebilir. Buradan elde edilecek nihaî sonuç, İsrâ Sûresi 84’üncü âyette insana, gideceği yolun gösterilmiş olmasıdır. Aksi bir yol hiçbir yolculukta kula gösterilmemektedir. Gerçeğe götüren doğru yol, sadece “sırât-ı müstakîm”dir. Sırât-ı müstakîmden çıkan her kişinin Batı’nın kullanışlı birer aparatı hâline dönüşme potansiyeli oluşur.

İsrâ Sûresi 84’üncü âyette geçen “hüve” kelimesi, O’na işarettir. Buradaki Hüve/Hû/Hava, zamir olarak Allah’ın (cc) varlığı ve birliğini göstermektedir.

Elektromanyetik dalgalar günümüz teknolojisinin omurgalarından birini oluşturur. Bu durum gerçekleşmeden önce söz/teori ve öz/deney uyumu bulunmuyordu. Büyük bir sorun olarak görülen bu durum Maxwell tarafından Hüve/Hu/Hava özelliği tam olarak dikkate alınarak çözülür ve böylece Gauss, Faraday ve Amper yasaları, tarihe “Maxwell denklemleri” olarak geçer. Bu geçiş noktasında Hıristiyan Batı dünyasından ve Kilise’nin tutumundan çekinen Maxwell, Hüve/Hava bağlantısını dikkate aldı, ancak bu durumun derunî yönünü aşikâr edemedi. Fakat elektromanyetik dalgaların söz/teori ve öz/deney uyumu çözülerek Hüve/Hava ve nokta odaklı bilimsel verilerin bütün vazifeleri ortaya konuldu. Böylece “ânî sûrette görünmek” gibi, metafizik âlemin fizik yansımaları aşikâr edilerek mahlûkatın iplerinin ancak Allah’ın (cc) irade etmesiyle var veya yok olacağı, şüpheden uzak bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Bu durumla Allah’ın (cc) bir şerikinin imkânsız olduğu taçlandırılmıştır. Böyle bir durumun Batı bilim adamlarınca bu kadar anlaşılır olduğunu söylemek ise güçtür. Allah(cc), istediğinde ve dilediğinde dinini bazen zalimlerin eliyle bile yüceltiyor. Böyle bir netice ise, “şâkile” kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de sadece bir âyette (İsrâ, 84) geçmesi ile Allah’ın (cc) “Yek” olduğunun bir delilidir.

Şahsiyet inşâ edilirken, insanın Yaratıcı’nın birliğini kabul etmesinden başka bir durum söz konusu olamaz. İnsan, ancak kul olarak yetiştirilebilir ve karakterle gelen fıtrat üzerine şahsiyet inşâsı ancak O’na doğru olabilir.