“ŞAHSİYET” ve “karakter”
kelimeleri genelde aynı anlamda kullanılsa da önemli farklılıklarla birbirilerinden
ayrılırlar. Bu farklılıklar sorumluluk sahibi olan insanoğlunun değer
yargılarını öne çıkaran hazineleri barındırır.
Karakter, sözlük anlamı olarak “ayırt
edici nitelik” anlamına gelir. Felsefî olarak, “bireyin kendi kendisiyle uyum
içinde bulunmasını, hareketlerinde tutarlı ve sağlam kalabilmesini sağlayan
özellikler bütünü” olarak tanımlanır.
Kişilik ve belirgin özellikler ise
bireyin şahsiyetini oluşturur. İnsanlar, şahsiyetlerine göre kendilerini inşâ
ederler. Karakterin, insanın kalıtım yoluyla gelen ve olgunlaşmalar bütününü
oluşturan özellikler bütünü olarak değerlendirilmesi daha doğrudur.
Şahsiyet ise kişi için doğuştan
gelen ve çevreden sonradan kazanılan özellikleridir. Bu nedenle şahsiyette
sonradan kazanılan durum ağır basarken, karakterde ise soydan gelme daha ön plânda
yer alır. Bu nedenle şahsiyet, karakteri içine alan daha büyük bir çemberdir.
Bazı Müslüman âlimler karakter yerine “seciye”
ve “hulk” kelimelerini kullanmışlardır. Ancak “hulk” kelimesinin seciye
ile aynı anlamda kullanılması benimsenmemiştir.
İnsanın iyi veya kötü olarak
vasıflandırılmasına yol açan mânevî nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle
ortaya konulan iradeli davranışlar bütünü “hulk” ile anlatılmıştır. Tabiat, huy
ve karakter anlamları ise “seciye” ile ifade edilmiştir. Hulk ile seciyenin
birbirleri yerine kullanılmamasının en önemli nedeni, yaratılıştan gelen
“seciyenin” kötüsünün olmamasıdır. Yani yaratılış itibariyle hakiki mânâda
kusurdan bahsedilemez. Bu nedenle “insan karakterinden bahseden ilim/bilim
dalı” olarak “ahlâk ilmi/bilimi” gelişmiştir. Ancak bu bilim dalının yaygın
olmadığı da bir vakıadır.
Modern psikoloji “şahsiyet”
kelimesini kullanırken klasik İslâmî kaynaklarda daha çok “karakter” ifadesi
tercih edilmektedir. Buradaki farklılık, bireyin kendisini gerçekleştirme ve
kişilerde istendik davranış elde etme süreçlerinin müdahalesi olarak da
görülebilir. Şahsiyeti modern zamanda kişinin “karakterine” bir müdahale olarak
görmek yanlış olmaz ve bu nedenle medeniyet iddiasına sahip ve kadim kültürün
korunmasında öncülük edecek toplumların eğitim-öğretim sistemlerinde insan
“özünün” bozulmayacak şekilde sistem uygulanmasını gerekli kılar. Bu duruma en
güzel örnek, “şahsiyetsiz” kelimesinin kullanılıyor olmasıdır. Şahsiyetin olumsuzu
olarak kullanılan bu durum, jeolojik ve kozmolojik düzene birer başkaldırı
olduğundan, kıyamet alâmetleri arasında görülebilir.
Bu kadar önemli bir konuma sahip
durumda, bir insan için ekmek ya da su ne ise, eğitim-öğretim, kültür ve medeniyeti
dokuyacak “şahsiyet” de odur!
Mânevî ve derunî hayat bakışıyla
karakter ve şahsiyet ifadelerini de kapsayan ifade, “nefis” olarak görülebilir.
Nefis bu ölçekte, kişi, zât, benlik ve şahıs gibi anlamlarda kullanılır. Bu
kullanım tarzına göre kişilik, karakter ve şahsiyeti oluşturan bütün oluşumlar
nefis ile ifade edilir.
Nefsin hâlleri ve çeşitlerinin yanında nefis psikolojisi de önem arz etmektedir. Bu durum detaylı bir odaklanmayı gerektirse de nefse asılı duran ego/benlik, şahsiyet oluşumunda at başı gitmektedir. Bu süreçte oluşumun mimarlarını şekillendiren ise nefis psikolojisidir.
Mânâ ve mizâc
İnsanın kişiliğinin farklı
yönlerini anlatan mizâc, garîze ve şâkile gibi kelimeler de kullanılmaktadır. Mizâc,
psikolojide şahsiyet tipleri için kullanılan bir terimdir. Antik
Çağ ve Orta Çağ insanlarının psikolojik, ahlâkî ve biyolojik özelliklerini,
kabul edilmiş dört sıvı maddenin belli orandaki karışımından oluşan “ahlât-ı erbaa” olarak nitelenen şahsiyet
tiplemeleri için de “mizâc” kelimesi kullanılmıştır. Eski Mısır’da kan,
balgam, kara safra ve sarı safra gibi dört sıvının kirlenmesinden doğan hâlleri,
kişinin mizâcı olarak nitelemişlerdir.
Şahsiyeti oluşturan etkenler
arasında çevre ve toplum görülürken, mizâc için maddi iç etkenlerin ifade
edilmiş olması dikkat çekicidir. Mizâc için burada şahsiyeti şekillendiren iç
etken olarak görmek yanlış durmuyor.
Toplum içerisinde bazı insanlar
için “sıcakkanlı” ya da “soğukkanlı” tâbirlerinin kullanılıyor olması, arka plânda
mizâc kavramının yattığını gösterir. Detaylı bir bakışla,
sıcakkanlı (mahrûr), soğukkanlı
(mebrûd), kuru tabiatlı (yâbis) ve yaş tabiatlı (mertûb) gibi dört ifadenin olduğu
görülür. Genelde yaş tabiatlı ifadesi ise olumsuz kişiler için kullanılır.
Olayları olumlu karşılayan, bardağın dolu tarafından bakan ve
iletişimi kuvvetli karakterde kişiler için sıcakkanlı (mahrûr) ifadesi kullanılır. Buradan hareketle, kişinin bulunduğu hâlin
önemli bir duruma sahip olduğu kesindir. Diğer bir ifadeyle, “Kişinin bâtını, bulunduğu hâl
üzeredir” denilebilir. Bu yönden bakıldığında, klasik İslâm
toplumlarında neden ruhsal hastalıkların tedavisine Batı’dan çok önce
başlanıldığı anlaşılır.
İnsanın doğasından ve fıtratından
gelen eğilimlerine “garîze” denir. Bu yönüyle garîzenin karakter ile
eşleşebileceği düşünülebilir. Kişinin hissî/mânevî görünüşü için
ise “şâkile” ifadesi kullanılır. “Şâkile” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de sadece bir
defa, İsrâ Sûresi’nin 84’üncü âyetinde geçer. Bu âyetteki şâkile, genelde “mizaç
ve karakter” diye çevrilmektedir. Şâkile kelimesinin tabiat, âdet, din, ahlâk,
niyet ve seciye gibi anlamlara vardır.
İsrâ 84 meali şöyle: “De ki, ‘Herkes kendi mizaç ve karakterine
göre iş yapar’. Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.”
Âyetin devamında yer alan “doğru yol” ifadesinin “şâkile” (mizaç
ve karakter) ile bir tercihin yapılmasına işaret edilmiş olması çok manidardır.
Burada “doğru bir yol tercihinin” mânevî
ve derunî hayat bakışıyla karakter ve şahsiyet ifadelerini de kapsayan nefs ile
olabileceği doğru olandır. Burada nefs ile doğru tercihin yapılmasında ise
ego/ene/benlik rol oynamıştır. Nefse takılı olan “ene”den, açıkça ifade
edildiği gibi, ilgili âyetteki “en doğru” kelimesinden de bu
görülebilir. Çünkü gerek ene, gerekse “en doğru” kelimeleri Arapçada “elif” ile
başlamaktadır. Buradaki “elif” ise insan ve ondaki benlik/ego/ene için
kullanılmaktadır. Demek ki insan her
yönüyle “doğru olma” için kuşatılmıştır. Yani doğruyu ve hakkı tercih etmeyen
insanların kıyamet sonrasında kendilerini savunabilecekleri bir durum
olmayacağı açıkça söylenebilir.
Bu tercih yapılırken, sadece Allah
(cc) rızâsının gözetilmesi bir zorunluluk göstermektedir. Bunun iki nedeni bu
çerçeveden görülüyor: Birincisi, ilâh olarak sadece Allah’ın (cc) olması; diğeri
ise “elif” harfinin metafizik yönü ve her şeyi kuşatması mânâsında yine sadece
Allah (cc) ile mümkün olmasıdır.
Kişilik ve karakter gibi kavramlar
Batı dillerinde farklı anlayışlara göre değişik biçimde tanımlanabiliyor.
Özellikle modern psikolojide özgül ağırlığı yüksek olan bir değer olarak görünen
karakterin merkezinde maddî yön ön plândadır. Kişilik ve yetenek ile toplum
içerisinde etkili olan insanı benzersiz bir varlık olarak dile getiren kavram
(personality) ile nitelenmesi, Batı’nın insana bakışını ortaya koymaktadır.
Özellikle sosyal medyanın gelişmesiyle birlikte üstünlük, önder olma ve beğenilme gibi durumların çıkış noktası olan ve Batı psikolojisinin omurgasını oluşturan kişiliğin (personality) merkezinde “kendini gerçekleştirme” melekesi yer almaktadır. Tam bu noktada birey kendini gerçekleştirirken, karakterin içerisinde olan nefse takılı ego/benlik/ene odaklı hâlde Allah’a (cc) kul olma bağlantısı kesilmek istenmesi gözlerden kaçmamalıdır. Günümüz eğitim-öğretim sisteminde bu noktanın gözden kaçtığını ve tek gözle kişilik odaklı bir sistem üzerinden yüründüğü bilinmelidir.
İsrâ Sûresi 84’üncü âyette geçen “şâkile” kelimesinin “kişinin tercih ettiği yol” anlamını burada nüfuzlu şekilde
tahlil gerekiyor. Kişi hangi hâl ve ne tür bir “yol” seçtiği, diğer canlılardan
farklı olarak insana verilen tercih etme (cüz’î irade) imkânı tanıyan özgür
iradesinin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu pencereden
bakıldığında, hakkın yanında ve bâtılın karşısında yer almak, kişinin bilinçli
bir tercihidir ve sorumluluk insana aittir. Böyle bir şahsiyet durumunun
sorumluluk içermesi, ahlâkî eğitim-öğretimi gerekli kılıyor. Çünkü âyetin devamındaki
“kimin doğru yolda olduğu” ifadesi, tercihe sunulan iki yola işaret etmektedir.
Bu yolların hak ve bâtıl olduğu ise malûmun ilâmı olur. Lâkin bu tercihte
şahsiyetin payı Batı toplumlarında göz önünde bulundurulmaz. Şahsiyetin payının
göz önünde bulundurulmaması, aslında Batı’nın kişilik kavramının Müslüman
toplumlarda da etkin olduğunun bir göstergesidir.
Buradan çıkan asıl mesele ise şahsiyetin
Batı kültürünün kuvvetli etkisi altında olduğudur. Bazı hâller boşluk kabul
etmez. Bu nedenle, şahsiyetin oluşumunda bir toplumun maddî ve mânevî değerleri
etkin rol oynayamazsa diğer kültürler etkinliğini şiddetli bir şekilde
gösterir. Bu toplumun gerçekçi bir yapısı vardır. Bu yapı daima mükemmel ve
daima hakkı arayan bir yoldadır. Ancak bunun eğitim-öğretim ile yoğrulması
kaçınılmaz bir hâl almıştır. Bilim, teknoloji ve yeni nesil ürünler özellikle
ortaöğretim gençliğini yoğurmaktadır. Bu hamurdan medeniyet inşâ edecek ekmek
çıkmasını beklemek ne derece doğru bir yol olur?
Yol ve mânâ
Sebîl, “yol” demektir. İsrâ Sûresi 84’üncü
âyette “sebîlen” kelimesi tam
mânâsıyla işte bu yol için kullanılmıştır! Bu yolun ne olduğu noktasında genel
kabulün en yüce mânâ olması akla da yatkındır. Bu yatkınlığın karşılığını
verecek ve hedefe ulaştıran en kısa yol anlamında bir Kur’ân terimi olan “sevâü’s-sebîl”
için “sırât-ı müstakîm” karşılık gelebilir. Buradan elde edilecek nihaî sonuç, İsrâ
Sûresi 84’üncü âyette insana, gideceği yolun gösterilmiş olmasıdır. Aksi bir
yol hiçbir yolculukta kula gösterilmemektedir. Gerçeğe götüren doğru yol,
sadece “sırât-ı müstakîm”dir. Sırât-ı müstakîmden çıkan her kişinin Batı’nın
kullanışlı birer aparatı hâline dönüşme potansiyeli oluşur.
İsrâ Sûresi 84’üncü âyette geçen “hüve” kelimesi, O’na
işarettir. Buradaki Hüve/Hû/Hava, zamir olarak Allah’ın (cc) varlığı ve
birliğini göstermektedir.
Elektromanyetik dalgalar günümüz teknolojisinin
omurgalarından birini oluşturur. Bu durum gerçekleşmeden önce söz/teori ve
öz/deney uyumu bulunmuyordu. Büyük bir sorun olarak görülen bu durum Maxwell
tarafından Hüve/Hu/Hava özelliği tam olarak dikkate alınarak çözülür ve böylece
Gauss, Faraday ve Amper yasaları, tarihe “Maxwell denklemleri” olarak geçer. Bu
geçiş noktasında Hıristiyan Batı dünyasından ve Kilise’nin tutumundan çekinen Maxwell,
Hüve/Hava bağlantısını dikkate aldı, ancak bu durumun derunî yönünü aşikâr
edemedi. Fakat elektromanyetik dalgaların söz/teori ve öz/deney uyumu çözülerek
Hüve/Hava ve nokta odaklı bilimsel verilerin bütün vazifeleri ortaya konuldu. Böylece
“ânî sûrette görünmek” gibi, metafizik âlemin fizik yansımaları aşikâr edilerek
mahlûkatın iplerinin ancak Allah’ın (cc) irade etmesiyle var veya yok olacağı,
şüpheden uzak bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Bu durumla Allah’ın (cc) bir şerikinin imkânsız olduğu
taçlandırılmıştır. Böyle bir durumun Batı bilim adamlarınca bu kadar anlaşılır
olduğunu söylemek ise güçtür. Allah(cc), istediğinde ve dilediğinde dinini
bazen zalimlerin eliyle bile yüceltiyor. Böyle bir netice ise, “şâkile”
kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de sadece bir âyette (İsrâ, 84) geçmesi ile Allah’ın
(cc) “Yek” olduğunun bir delilidir.
Şahsiyet inşâ edilirken, insanın Yaratıcı’nın birliğini kabul
etmesinden başka bir durum söz konusu olamaz. İnsan, ancak kul olarak
yetiştirilebilir ve karakterle gelen fıtrat üzerine şahsiyet inşâsı ancak O’na
doğru olabilir.