BİR maddenin denge noktası etrafında
mekanik salınımına “titreşim”, uzayda yayılabilen ve enerji taşınmasına yol
açan titreşimine ise “dalga” denir. Madde taşınımı olmadan, sadece enerjinin
bir yerden başka bir yere taşınması dalga hareketiyle gerçekleşir. Tek başına “dalga”
hareketine bakarak yapılan çalışmaların, bilimin özgül ağırlığını oluşturduğu
görülür.
İnsanının maddî gözle çevresinde
gördüğü her şey, maddenin derinliklerinde küçük âlemlerin birlikteliğinin bir
yansımasıdır. İnsanın maddî gözü bu derinliklere nüfûz edebilecek düzeyde
değildir.
Maddenin dehlizlerinde aklın
gerçekten alamayacağı kadar bir evren bulunmaktadır. Bu âlemin içindeki
varlıklar çok farklı yöntem ve değerlerle birbirlerinden ayırt edilebildikleri
gibi, dalga hareketlerine göre de ayırt edilebilirler.
Simetrik dalgalara sahip olanlar “bozon”,
anti-simetrik dalgalara sahip olanlar ise “fermiyon” olarak adlandırılır. Işık
tanesi/foton ve madde içinde çiftler oluşturmuş elektronlar (Cooper çifti)
bozon safında yer alırlar. Tek başlarına elektron, proton ve nötron gibi parçacıklarsa
fermiyon tarafında bulunurlar.
Bozon ve fermiyonun yer
değiştirmesi, “süper simetri” olarak bilinir. Bu çerçeveden bakıldığında,
çevrede görülen maddelerin derinliklerinde yüzde 26 kara madde, yüzde 70 kara
enerji ve yüzde 4 ise bilinen madde olduğu anlaşılır. Sonuçta maddenin yüzde 96’sı
bilinmiyor.
Oysa 1900’lü yıllara kadar, “Bilime
dair her şey bulunmuş ve keşfedilecek bir şey kalmamış” görüşü, kuantumun
keşfiyle birlikte yerle yeksan olmuştu. Bu geçiş, insanların ne kadar bildiği
değil, ne kadar bilmediğinin de bir ölçüsünü ortaya koymuştu.
Gelinen durumda maddenin yüzde
96’sının bilinmediğini ifade eden “süper simetri” çalışanlarının haklılıklarının
giderek artmakta olduğu görülmektedir.
Max Planck, Newton’un evreninden
kuantum ile perdeyi araladığında yeni âlemler keşfedileli 120 yıl oldu. Maddenin
kuantum özelliğinin olduğu MR cihazlarının sağlık alanında kullanımıyla bu taçlandırıldı.
Benzer şekilde, bozon ve fermiyonların yer değiştirmesi de yeni bir perdeyi
aralıyor. Sicim Kuramı çalışan bu alandaki insanlar, henüz gözlenmemiş
parçacıkları öngörüyorlar.
Her zaman kolay olmayan akılcı
düşünmek, bakışın önemini her daim ortaya çıkarıyor. Madde perdesi arkasındaki
âlemi ve oradaki iradenin görülmesi, gözden öte ru’yet misâli oluyor.
Küresel ısınma, enerji sıkıntısı, kitlesel
imha yöntemleri, biyolojik silahlar ve salgın hastalıklar, insanların yüzünü güneş
enerjisi, rüzgâr panelleri ve organik tarım gibi alanlara çevirmiştir. Son
günlerde salgın hastalığın insanları hemhâl eylediği “dijital teknoloji”nin de
olumlu ve olumsuz yanları tartışılır hâle geldi.
5G, DNA ve kalıtım bilim gibi
alanlar hakkında insanların şüpheli yaklaşımları azımsanamaz. Burada dikkatlerden
kaçmaması gereken nokta, teknolojiden kaçmak değil, teknolojiyi insanlığın
yararına kullanmak olmalıdır. Yüksek teknolojiden yararlanmak, kulun görevidir.
Tam da bu aşamada, birileri boş duracak değildir!
Dijitali anlamak
Seküler mitler Hıristiyanlığın
apokaliptik anlatım biçimini dayatıyor. Özellikle “dijital teknoloji”
kullanımından kaçış, bir Müslümanın çözümü olamaz.
“Güçlü olanın hayatta kalması”
ifadesini ilk kullanan kişi olan Spencer’in, Comte’nin izinden giden bir
serbest piyasacı olduğunu hatırlamak gerekir. Bugün de salgın hastalık
bahanesiyle dijital teknoloji ve sosyal medya patronlarının ekonomiyi
kullanarak “tehdit” dillerine sarılmaları mânidardır.
Güvenilir olmak, özellikle de
güvenilir deliller ortaya koymak, bilimin işidir. Bu deliller evrene başka bir
açıdan bakmaktır. Bu bakış, bilinmeyeni elde etmek için bilinenleri “güvenilir”
şekilde ortaya koymak üzere belli bir düzene göre sıralamayı gerekli kılıyor.
Bu bakış “nazar” olarak bilinir ve “ehl” kelimesiyle birlikte kullanımı
yaygındır. Buradan maksat, bir işte yetkilinin işin erbâbı, “ehli” olması esâsındandır.
Seküler ve lâdinî bakışlara sahip
inkârcıların maddede gördüğü hakikat değil, kendi nefislerindeki
çirkinliklerdir. İç ve dış duyular arasında maddenin hakikati için “çirkin”
ifadesini kullanacak bir olgu yoktur. Şuurunu kaybedenlerin insan olma
yolundaki “iradelerine” ve “emanete” ihanetlerinden başka bir şey değildir.
“Tarafsızlık” denen kavram,
olayları “çıplak” olarak yani olduğu gibi ortaya koymayı esas alır. Bu durum
hem bilimsel veriler, hem de Müslümanlar açısından böyledir.
Bir maddenin ve bir olayın tam
anlamıyla ihata edilmesi, akılda hâsıl olması, insanlığın nihâî hedefidir.
Bunun için madde ve olayların hakikatine ait imaj ve fikirlerin insanının
zihninde özümsenmesi evrensel bir kabuldür.
Çevrede olup biten madde, enerji ve
olayların tanınması, kavranması ve bilinmesi, insan olmanın gereğidir. İnsan
merak eder çünkü. Bu kavramanın tam karşılığı, bilmenin bütün inceliklerini
fark eden “idrak” kelimesidir.
İdrak, kelime olarak “derk” kökünden
hareketle “derk etmek” anlamına da gelir. Diğer bir ifadeyle derk, “kavuşmak, olgunlaşmak, nihâî sınıra ulaşmak,
fark etmek, anlamak ve bilmek” gibi mânâları da içerir. Derk kelimesinin “bir
araya toplamak” gibi bir anlamı da bulunmaktadır.
Detaylıca bakıldığında, maddenin
var olan (yüzde 4) kısmı ile henüz bilinmeyen (yüzde 96) kısmının insan zihninde
aynı anda kavranması gerekiyor. Bu öyle bir kavramak olmalı ki çevrede, evrende
ve maddede olanların zamana bağlı olmaksızın anlaşılması gerekir. Bu tür mastar
olarak bilmenin “bilgi” anlamındaki isim karşılığı “marifet”tir. Burada “marifet” kelimesi, “ilim,
bilim ve irfânı kapsar”.
Her düşünür, çağının çocuğu olarak
doğar, yaşar ya da ölür. Hayatının bir mânâsı olmasını isteyen insanın,
gençliğindeki verileri doğru idrak etmesi gerekir. Aceleci gençlik, sera
kültürü, hemen nesli, tablet nesli ve bunalım gibi çağın alâmetlerinden
kurtulmak, gençliğin hedeflerinden olmalıdır.
Bunun gerçekleşmesi için doğru
kitapları doğru okumak gerekir. Ru’yet, bir pencereden marifet
aşamasına çıkış oluşmalıdır. Bunun için de sosyoloji yerine fıkıh, kültür
yerine sünnet ve modernleşme yerine hikmet inşâ edilmelidir. Bu sekülerleşme
prangalarından kurtulan gençlik, geleceğini ancak inşâ edebilir.
İnsanda amel ve ilim gibi iki hikmet bulunmaktadır. İlim ve
amelin buluşmasıyla hikmetin kapıları insana açılabilir. Bunun için ilmin amele
dönüşmesi gerekir. Orta yaşlarda ilim-amel dengesi varken, gençlik çağında ilim
daha zayıf, amel ise daha yüksektir.
İlmin amele dönüşmüş hâli olan irfan, marifetin delili
hükmündedir. Mesnevî’de Mevlâna Hazretleri, insanın doğru yolunun, su, hava ve
ziyada yürümek ve yüzmek gibi kolay ve zahmetsiz olduğunu ifade eder. Bu
durumların katı, sıvı ve gaz gibi maddenin hâlleri oldukları, bunların da
dalganın hengâmesi olduğu söylenebilir. Günümüzde maddenin hallerine plâzma ve
sıvı-kristal durumunu da katmak gerekir.
Buradan çıkacak durum şudur: Madde, hangi hâl ve şartta
olursa olsun, Marifetullah’a şâhitlik eder. Sadece katı hâlde bile fizik
evrendeki bütün maddeler, hangi şartta olursa olsun, 14 farklı yapıya girebilirler.
Bu yapılar da bilimsel olarak tamamen bilinmektedir. Benzer şekilde diğer bütün
hâllerdeki maddenin fiziksel hâlleri ise malûmun ilâmıdır.
Evrendeki her maddenin her hâline dair bilgileri toplama ve
onların derinliklerine nüfûz etme seviyesindeki marifet, insanı sonsuz bir aydınlığa
eriştirir. Pozitif akıl mâkâm ve parada görülen güce dayalı şahsî, sosyal veya
millî çıkarları benimserken, marifet ile akleden kalp, insan ve lâyık bir kul
olabilmeyi gâye edinir.
“Fark etmek” kolay bir iş değildir. İç-dış duyu gücün bir maddenin/nesnenin, insan zihnindeki kavramında oluşan marifeti fark etmesi, “kimsenin hatırına, gönlüne” göre lâf söylemeyen bilgi düzeyi yüksek idrak anlayışıyla mümkündür. İlimsiz marifet muhâl olduğu gibi, marifetsiz ilmin de vebâli vardır.
Marifeti anlamak
Marifet düzeyine yaşayarak/deney, bilim/kıyas ya da her
ikisiyle birlikte erişilir. Evrende bu düzeyinden daha şerefli bir ilim düzeyi
yoktur. İnsan hem kendisindeki nefse takılı ego, hem de âlem/evren ile Marifetullah’a
erişme imkânına sahiptir.
Burada marifetin de hâlî (amel) ve ilmî gibi iki yönü ortaya
çıkıyor. Yukarıda da bahsedildiği üzere, marifetin ilmî yönünün hâlî yöne
intikali söz konusu. Bu hâl, insanın Yaradan’a karşı tutum ve duruşunun
sağlıklı olmasını gerektirir. Bu düzeyde, “lîsan” dilinin zorunlu olmadığı yeni
bir dil düzeyine çıkılmıştır.
MR cihazlarının temelinde, aynı düzeyde bulunan maddenin
enerji seviyeleri arasındaki fark yatmaktadır. Burada maddenin maddî ve enerji
düzeyleri gibi iki durumu söz konusudur. Enerji düzeyleri maddenin ikinci üst
“hâlî” durumudur. Buradaki enerji farkının kaynağı da simetrik ve anti-simetrik
seviyeler arasındaki ölçülebilir fotonlardır.
Maddenin bu “hâli”, insanlardaki marifetin katmanlarına
işâret eder. Evrendeki her marifetin “hâl” düzeyleri; hâlîn isim (Esmâ-i Hüsnâ)
marifeti, hâlin sıfat/vasf marifeti, hâlin şe’n/(yeni hâl) marifeti ve hâlin
İlâhî ilim marifeti şeklinde ayrışır. Aslında buradaki hâli, dört adet marifet
düzeyi ve ikinci lîsan düzeyinin basamakları olarak algılamak en doğrusudur.
Marifetin birinci düzeyinde sanat eseri ve fiiller
bulunmaktadır. Marifetin “hâl” seviyeleri, marifetin susarak anlaşılan bir
kavram olduğunu ortaya çıkarıyor.
Marifetin hâl düzeyi, hayretler içeren bir olaylar
halkasıdır. İnsanın fizik evrende gördüğü her şeye ait isimlerinin mâhiyetini
ve detayını apaçık görmek ve anlamak noktasında marifet, ledün ilmini
kapsar. Bu ve benzer nedenlerden dolayı marifet,
kerâmetten daha faziletlidir. Marifet bu çerçevede anlaşılırsa uzaklar yakın, anlaşılmazsa
yakınlar uzak olur. Yakınlar ırak olursa, kişi bu durumda kendinden uzaklaşmış
olur. Kendinden uzaklaşan kişilikse istenen bir durum değildir. Bu şekildeki
bir yaklaşım, “ben merkezli” hâle gider.
Oysa istenen düzeydeki bir Müslüman, “öteki” merkezli olup
vermek esâsına dayanır. Bu “vermek” durumu, olumlu olarak, madde için
pozitiflik, insan içinse bir pâk olmak şeklinde tezâhür eder. Marifetin ilmi
yönünde bu dünya ağır basarken, hâl/amel yönünde uhrevî taraf önde gider.
Yukarıda
da belirtildiği üzere, marifetin çeşitli hâlleri vardır. Bunların her birinden
Yaradan’a bir iz vardır. Kul bu izleri takip eder. Bu nedenle Allah (cc)
sevgisinin kaynağı sonsuzdur.
Maddenin
“kudret kaleminin ucu” olduğu hakikatinden hareketle, “her şeyin devamlılığını
sağlayan ve birer ‘nefes’ olarak idrak edilen, canlılarda da hayatı sağlayan
unsur” şeklindeki marifetin bu boyutu, rûh olarak
da anlaşılır. Bu ölçüde sevgi, rûh ile
görmektir.
Kim galip?
Hisler egoya, ego da nefse yön verir. Eğer his, akıl
kullanmadan kendisini mâlik bilirse, inkâra kadar gidebilir. Bu nedenle şeytanî
nefsi besleyen hislerle Rabbin sıfatları idrak edilemez.
Marifetin
hâl düzeylerinde, insanın idrak edici ve bilici hakikati, insanın akıl, bilinç,
canlılık, irade ve hayata sahip bir özü aşikâr eder. İnsanlardaki bu öz,
insandan insana farklılık gösterirken aynı cins hayvanlarda sâbittir. Bu
nedenle bir insan için şifâ olan bir ilâç, başka biri için zehir olabilir. Tam
da bu aşamada insanlığın nanoteknoloji ve dijital dönüşüm ile kişiye özel ilâç
üretmeye odaklanması isâbetli olmuştur. Ancak, özellikle Müslüman ülkelerde
kişiye özel ilâçtan imtina edilmesi, kabul edilebilir bir durum değildir.
Bunun
tek geçerli nedeni olabilir: Kişiye özel ilâçlarda üretici firmanın kasıtlı
olarak istenmedik maddeleri ilâca katması… Bu mümkündür. Burada yerel
üretimlerin önemi ise giderek artmıştır. Gelinen noktada nanoteknoloji ve
dijital dönüşümün güvenilir, yerli ve millî olması zorunlu hâl şeklinde kabul
edilmiştir.
Seyir
Marifetten
yoksun insan, kendisinden uzağa düşmüş demektir. “An”, sadece ve sadece marifetin
“hâl” seviyelerindeyken seyredilir.
Hakikate
kalben yönelen kişi, fikrî olarak yoğunlaşmalı, zihnini bu uğurda meşgul etmeli
ve muhakeme kabiliyetini içselleştirmelidir. Çünkü vicdan, akıldan daha eftâldir.
İrâdeli
kişilik, olgun bir zihin yapısı, tercih edilir his dünyası ve lâtif duyuların
aşikârlığı, vicdanın sesidir. Vicdanın susması, marifeti de yok eder. Marifetsiz
insan, “düşmüş” insandır. Düşmüş insansa İslâm Medeniyeti’ni inşâ edemez.
Özde ısrar edemeyen, sözde kalır. Diğer bir ifadeyle, söz kördür, insana yol gösterense idrak eylemidir. İlim, sabır, kanaat ve hakkaniyet ölçüsündeki marifet çemberi ise insanı şah eyler.