EVRENDE
her şey birbirini etkiler. Çünkü her şey birbiri ile irtibatlıdır. İlişkilerin
ölçüsü miktarında bu irtibat aşikâr olur. Maddî evrende, bir bakışa göre bu
etkileşim genel olarak elektromanyetik, güçlü nükleer, zayıf nükleer ve kütle
çekim kuvveti olarak sınıflandırılmıştır.
Bu etkileşimler maddelerin sırrını/hakikatini görmek için
kullanılır. Burada maddenin özüne inmek, gerçek mahiyetini idrak etmek için yol
aranır. Ayrıca bu kuvvetlerin teke indirilmesi üzerine ciddî çalışmalar devam
etmektedir. Amaç, yegâne bir etki ve buna karşılık gelen bir parçacık ile bütün
evreni anlamaktır.
Bu parçacık evrendeki her bir maddenin ağırlık merkezine
karşılık gelen bir parçacık ile temsil edilirse, onun, maddeleşerek farklılaşmış
evrenin temsili olmasında bir hatâ görülmez. Maddeleşmeden önceki parçacıklar
içinse cevher olarak görülmesi isâbetli olur.
Maddî âlemde cisimlerin bu kuvvetlerin etkisi ile hareket
ettikleri kabul edilir. Bu kuvvetler, bilim icra edebilmek için kullanılan
enstrümanlardır. Elektrik, ışık, hareket ve çekim/câzibe gibi özellikler belli
bir ortamda cevelandadırlar. Bu ortam üzerinde bilim adamları hemfikir
değillerdir. Ancak bir etkileşimin olduğu noktasında hemfikirdirler.
Maddî âlemin özü olan cevherin cevelanı ile evren, sınırsız
ilmeklerle binlerce nakşın nakşedildiği harika bir sanat eseri olarak seyri ve okunmayı bekliyor. Hiç
şüphesiz bu evrenin şaheseri de insandır.
Medeniyet kurma özelliği sadece insana ihsan edilmiştir
Maddelerin etkileşimi, enerjilerin dönüşüm-transferi ve
madde-enerji ilişkisi bilimin konusudur. Bazı parçacıklar elektromanyetik dalga özelliklerinden
dolayı maddelerin içerisine girebilirler. Madde ile etkileşime girdiklerinde de
enerji alışverişi yaşanır.
Kinetik ve
potansiyel enerji, klâsik çizgide incelendiği gibi ışık kuantum ölçekte
incelenir. Işık aynı zamanda elektromanyetik bir dalgadır. Bu dalgalar
birbirlerine doğru ilerlediklerinde birbirlerini bozmadan içlerinden geçebilirler.
Canlılar,
çevreyi göze gelen ışık/foton ile görürler. Bu ışık/foton, dalga özelliği ile
yol alırken, etkileşime girdiklerinde ise enerji transferi olur. Diğer bir
ifadeyle, “Canlıların gördükleri, yansıyan ışığın ta kendisidir, madde değildir”
desek yanlış olmaz. Detaylı bakıldığında “ışık enerji” de denilebilir.
Yüksek dağ ve
tepelerde karlar geç erirken, şehir merkezlerinde ve kaldırımlarda daha çabuk
erir. Bunun nedeni, kar parçacıklarını bir arada tutan etkinin dış etken tarafından
daha fazla kırılmasıdır. Dağ ve tepelerde ise sadece Güneş’ten gelen ışık
nedeniyle bir erime gerçekleşir.
Güneş ışığı/foton
kara çarptığında, ışıktaki enerji kar taneciklerine aktarılır. Bu enerjiyle kar
taneciklerini bir arada tutan etki kırılır, karların birbirinden kopmasıyla
birlikte çözülme ve erime başlar.
Işık ile farklı bir ışığın etkileşimi, birbirlerinin içinden
geçtiği için ancak ışıkların çarptığı yerlerde ortaya çıkar. Çarpışma olduğu
yerde ise enerji aktarımı olur. Maddeye çarpıp insan gözüne gelen ışık, sadece
o maddenin göz ile algılanmasını/görülmesini sağlar.
Canlıya çarpıp yansıdıktan sonra farklı bir canlı gözüne
enerji taşıyan ışık ise, iki canlı arasında iletişimi körükler. Canlılar
arasındaki bu etkileşim, maddî âlemde cevherin yaptığınının canlılar âleminde
yapılmasına da kapı aralar. İnsan hâricindeki canlılarda bu durum, doğuştan
sınırları çizilmiş bir sahada kalır. İnsanda ise en alt düzeyden en üst noktaya
kadar bütün durumlara fihrist niteliğindedir. İnsana bu durumun kontrolü
verilmiştir. Sadece ilk durum/bakış/etkileşim insanın elinde olmaz.
İnsan, evrendeki en nakışlı şaheser olmanın yanında, tercih
etme ve sorumluluk duygusu olan bir canlıdır. Batı medeniyeti, insanı sadece
maddî bir yazılım gibi görse de mânevî özelliklerin farkındadır ve bu
özellikleri işlevsel hâlden çıkarmak için her yola başvurmaktadır.
İşitme, dokunma, tat ve de koku alma ile görme, dış dünyanın
duyu organlarıdır. Bir de iç dünyanın duyu organları vardır. İşte Batı medeniyeti
tam da bu iç duyu organlarını köreltmenin derdindedir! Çünkü iç dünyanın cevherini
yok etmek istemektedir. Bu da bilerek ve kasıtlı olarak yapılmaktadır.
Hayâl, kalp (mânevî kalp), akıl, sır ve ruh, iç dünyanın duyu
organlarıdır. İnsan, dış ve iç dünyanın duyu organlarıyla âlemlerle bütünleşip
bir mânâ ifade edebilir özelliklere sahiptir. Bir mânâ ifade etmeyen durumlarda
insan, maalesef hayat süren leş olmaktan öteye geçemez.
İnsan, beş dış ve beş iç duyu organıyla her şeyi ölçer. Diğer
bir ifade ile “idrak eder”. Bu nedenle ışık ile ışığın etkileşimine geçmeden
önce bu on duyu organının anlamlarına bakmak isabetli olur.
Tanıma, kavrama, tasavvur etme, bilme ve farkına varma gibi
zihin faaliyetlerine “idrak” denir. Düşünme, anlama, kavrama gücü ve us, “akıl”
olarak bilinir. Aklı, insanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan
temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesi olarak anlamak da mümkündür. Böyle bir
akıl, gerçeklerin/hakikatlerin bütün derinliklerine/inceliklerine nüfûz
edebilir.
Düşünme, objektif gerçekleri algılama, yargılama, sonuç
çıkarma, dirayet, feraset ve akıl yürütme ise zekânın işidir. Akıl ile zekânın
irtibatı açıktır.
Göğüs orta boşluğunda, iki akciğer arasında, vücûdun her
yanından gelen kirli kanı akciğerlere, oradan gelen temiz kanı da vücûda
dağıtan organ “yürek”, vücûdun bir organı olan kalbi tanımlar. Bu yönüyle kalp,
sadece maddî özellik çerçevesinde kalır. Bilgi ve düşüncenin kaynağı olarak, Rabbânî
lâtife ve İlâhî cevher olarak da iç dünyanın bir duyu organı olarak “mânevî
kalp” şeklinde bilinir.
Gerek maddî, gerekse mânevî kalp, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek ve değiştirmek özelliğine sahiptir. Bu yönüyle kalp olmanın/kemâlâtın her türüne ait tohumlar taşır. Maddî âlemde zerre, parçacık, nokta ve cevher ne ise, ağaçtaki çekirdek ve insandaki mânevî kalp (İlâhî cevher) de odur.
Lütuflar içinde…
İnsan kulağı sadece
20 ilâ 20 bin Hertz (Hz) aralığındaki sesleri işitebilir. Göz 400 ilâ 700
nanometre (nm) aralığında ya da kızılötesi ve morötesi arasındaki ışıkları
görebilir. Dil; acı, tatlı, ekşi ve tuzluyu algılar. Burun 1 trilyondan fazla
kokuyu alabilir… Hayâlin, kalbin, aklın, sırrın ve ruhun sınırlarını siz
düşünün! İç duyular, dış duyulara göre daha geniş ve daha çok iletiyi alma
kapasitesine sahiptir. Yani Allah (cc), kullarına gözün vardığı miktar ve hayâlin
gittiği yer kadar koca bir dünya sunuyor.
“İnsanın bilgi işlem sistemi beyindir” dense yanlış olmaz. Çevreden
duyu organları vâsıtasıyla alınan veriler beyne iletilir. Bu veriler beyinde
hormonal yapılara göre bilgiye dönüşür. Endokrin sisteminde komutlar şeklinde
yorumlanan veriler hipotalamusa gönderilir. Burada gerekli işlemler sonrasında
hipofize aktarılarak kan dolaşımı ile vücût turu atan bilgiler, sinir uçlarına
kadar ulaşır. Reseptörler ile tanınan bilgiler hormona dönüştürülür. Hormonlar,
geri bildirim olarak beyne bilgiyi yeniden iletir.
On duyu organı birbiriyle irtibatlıdır. Bazıları diğerlerine göre
daha yakın ilişki içindedir. Göz ve ruh, bunlardan sadece iki tanesidir. Beden
kafesinde bulunan ruh, evreni bu göz ile seyreder. Gerek maddî, gerekse mânevî
kalp, ruh ile çalışır. Mânevî kalp, maddî kalp ile alınan hormonal verilerin
işlenmesi sonucunda, akıldan önde giden lâtife-i Rabbâniye hükmüne hâizdir.
Göz ve kalp ilişkisine odaklanmak, insanın cevheri açısından
önem arz eder. Çünkü insandaki İlâhî cevher (Rabbânî latife, fuâd, sadr, lüb,
nühâ,
gönül ve rû), mânevî
kalpte bulunmaktadır. Göz, karanlıkta görmez. Aydınlık olması durumunda Güneş’ten
gelen ışınlar, evrenin her yerine çarpar ve yansır. Bunlardan en orijinal olanı,
gözler arasında iletişim kuran ışıktır/fotondur.
Bir göze çarpan ışık/foton hareket ederken diğer gözden gelen ışık/foton ile birbirlerinin yapılarını ve özelliklerini bozmadan içlerinden geçerek diğer göze çarpar. Karşılıklı ışıklar/foton, kişiler hakkındaki verileri/bilgileri gören gözlere aktarır. Buradan fiziksel olarak yukarıda izah edildiği gibi maddî kalpte çarpıntıya ve kan basıncının artmasına neden olur. Bu durum beyne de iletilir ve kontrol edilmiş olur. Aynı zamanda ortadaki bilgi, ruh vâsıtasıyla mânevî kalbe de ulaşır. “Elektrik aldım” denen olay budur. “Aşk” denen olay da budur. İşte başka biriyle ilişki kurulmasını sağlayan uyarıcılar-tepkiler bu şekilde gerçekleşir! Bütün duyu organları açık olsa ve çevreden iletileri alıp insana aktarsa bile göz göze temas olmadan bu minvâlde aşk oluşmaz.
Her gören gözde de bu durum gerçekleşmez. Bunların üst ve alt
katları mevcûttur. Göz ile evreni seyreden ruh, bilgileri mânevî kalbe
ulaştırdığında, bünyesinde bulunan verilerle karşılaştırma yaparak etkileşimin
eşik değerinden en uyumlu olanı seçer. Kişiler arasındaki bu seçicilik, çekim
etkisi olarak görülür.
Kalp ile akletmek
Seçicilik özelliği, ışık/foton enerjisine bağlıdır. En
azından gözler arasında iletişimi sağlayan ışık/foton, ruh ile yolculuğa
çıktığında ruh terazisinde tartılır. Burada geçerli ölçü, karşılıklı ruhların
birbirlerine benzer durumudur. Ruhlar ne derece birbirine benzer ise, etkileşim
de o derece olur ve eşik değerden sonra aşk oluşur. Bir annenin çocuklarını
kokularından tanıması, buna en güzel misâli teşkil eder.
Aşk kalpte hâsıl olunca, aslında ciddî bir sınav başlar. Kişi
iki tercih arasında kalır. Biri karşı gözün sahibi, diğeri ise beden kafesindeki
gözden elektrik alan mânevî kalbin sahibidir. Karşı gözün sahibinin bir suçu
olduğu söylenemez. Bakışın tekrarından insan sorumludur. Bu sorumluluk o
derecedir ki, “Mümin erkeklere söyle,
gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu onlar için daha
arındırıcıdır. Allah (cc) onların bütün yaptıklarından haberdardır” (Nûr, 30)
âyeti ile sınır çizilmiştir. Burada öncelik erkekler için ifade edilmişken,
hemen akabinde kadınlar için de bir sınır belirtilir: “Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve
iffetlerini korusunlar.” (Nûr, 31)
Burada çok harika bir ölçü ortaya çıkıyor. Aşktan korunmanın
yolu, karşılıklı ışık/foton iletişimini kesmektir. Bunun uygulama ayağı ise
karşı göze bakmamak ve gözün karşı gözden sakınılması gerçeğidir. İnsan sosyal
varlık olduğu için, kendisine zarar veren ve kendisini koruyan ölçü de bu
sakınmanın yapılıp yapılmamasına bağlıdır.
Erkek ve kadına ayrı ayrı bu durumun bildirilmesi, meselenin
ehemmiyetine binaen olsa gerek. Aşk, kalbe düştüğünde her şeyi altüst eder. Kalpte
bir şeyi başka bir şeye dönüştürme özelliği harekete geçer. Âşık, eskisi gibi
olamaz. Bunun için iki yoldan birini tercih etme sırası gelmiştir: Ya olacak ya
da ölecek!
Beşerî aşk “ölmek”, İlâhî aşk ise “olmak” olarak görülebilir.
Pişmek işte budur! İstem dışı göz temasıyla mânevî kalbe dokunan ışık enerjisi
eğer aşka neden olur ve insan bu durumu ölünceye kadar gizlerse, şehit
mertebesine erişebilir.
İç duyguların merkezi, duyguların ve ruhun yönetildiği emir
komuta zincirinin başı olan kalp, gözün vardığı miktar ve hayâlin gittiği yerden
daha geniş bir dünya sunar. Kalp önce koşarken, akılsa kalpten gelen emirler
zincirini yollara döşemeye çalışır.
Kalp o kadar geniş bir dünya ister ki, bunu karşılayacak olan,
sadece hiçbir şeye muhtaç olmayan ve ancak herkesin muhtaç olduğu Es-Samed
olabilir. Kişi bu Samed’i tercih edecek donanıma sahiptir. Ancak bir tarafta da
beşerî âşık olduğu kişi var. Burada hâtâ yaparsa (mânâyı-ismi) işi zora girer. Bâtın-ı kalbi
âyine-i Samed olarak işleten kişi hem Rabbine erişir, hem de beşerî aşkına Yaratan’dan
ötürü ulaşabilir. Sadece beşerî aşk olarak yola devam edilirse, yüzde seksen
oranında hüsranla sonuçlanan bir durum yaşanır.
Rabbine erişen kalbin sahibi olan âşık ve maşuk, bedensel arzulara da
sahiptir. Bu arzuların iki temel özelliği vardır. Birincisi neslin devamı,
diğeri ise peşin ücrettir. Bu yönüyle dişiler niteliğe, erkekler ise niceliğe yatırım
yaparlar. Hormonlara bağlı bazı moleküllere karşı duyarlılığın normalden beş
kat daha fazla olması, sınanmanın/imtihanın ne derece şiddetli olduğunu
gösterir. Beynin bilinçdışı fonksiyonları ile bu tür hormonal duyarlılık arasında
ayrıcalıklı bir bağ vardır.
Allah (cc), kişi ile kalbinin arasına girer. Yani bâtın-ı kalp sadece O’na ait olabilir. Mânevî kalp de ruhânî duyguların tamamını hakikî bir nur ile canlandırır.
Ruhlar ne derece birbirine benzer ise, etkileşim de o derece olur ve eşik değerden sonra aşk oluşur. Bir annenin çocuklarını kokularından tanıması, buna en güzel misâli teşkil eder.
Ve aşk…
Akıl, ruh, sır, nefis ve hayâl gibi mânevî merkezlerin ve
bunların ipini elinde tutan mânevî kalbin yüzleri âhirete çevrilirse, hakikî terakki
olur. İşte bu nedenle hakikî terakki, insanları kul elbisesiyle Rabbine
eriştirme donanımına sahiptir! Batı medeniyeti bu bağı koparmak ve insanları
sadece sâbit birer canlı derecesinde tutmak istiyor.
Bu mânevî kalp, evrenin her tarafına ulaşmak ister. Bu
yönüyle kalp Allah’ın (cc) Es-Samed İsmine
âyinelik eder. “Ben yere göğe
sığmadım; mümin kulumun kalbine sığdım” hadîs-i kutsîsi böyle
anlaşılabilir. Bu anlayış aşikâr olduğunda, “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur”.
Bu tür bir mânevî kalp, evrenin özüyle/cevheriyle beslenir ve
maddeyi/bedeni/vücûdu ayakta tutan mânâsıyla ilgilenir.
Bu âşıklık hâli bir imtihandır. Bir başkasına olan arzu ve
duyguların sınanmasıdır. Bu duygular Asıl Sahibine mi yönelecek, yoksa fâni
birine mi? İnsanın bir kul olarak hakikati terakki etmesi dış duyularla değil,
iç duyularla ilgilidir. Batı, kendisindeki maddeci anlayışta bu iç duyular
anlaşılmadığı ve gelişmediği için insanı konuşan bir hayvan gibi göstermekte
ısrarcıdır.
Gözler arasındaki ışık/foton enerjisinin mecâzî aşk ateşini
yakmadan hakikî aşka gidilmesi pek olası görünmez. İlâhî aşk, mecâzî aşk
ateşinin tutuşturucusu hükmündedir. Mecâzî aşkta istek ve arzular olarak ifade
edilebilen “menfaat” vardır. İlâhî aşk tamamen saf ve pâktır. Bu yönüyle şefkât
ile özdeşleşir. Bu durumdaki İlâhî aşk, Rahmân ve Rahîm İsimlerinde şefkât
duygusunun kaynağını bulan İlâhî bir rahmettir.
Bu rahmet kesintisiz ve süreklidir. Çünkü iman devreye
girmiştir. Oysa mecâzî aşkta çekicilik doyuma ulaştığında aşk da ortadan
kalkar. Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu aşk, neslin devamı ve peşin
ücretten başka bir özelliğe sahip değildir. Kıskançlığın dipsiz ve zehirli
kökleri hormonlar ve feromonlar ile canlı tutulması, nefsin uğrak yeri
olur.
Aşk, genelde beklenmedik bir anda ortaya çıkar. Karşılıklı
olarak gözlerden gelen ışıkların/foton bir ajan misali birbirine çeken
uyarıcılara dönüşerek beyine devamlı sinyaller gönderip ortalığı yangın yerine
çevirmesine neden olur.
İnsanın yapması gereken en doğru ve en kolay yol, gözlerin
haramdan sakınılmasıdır. Ajanlık yapan ışık/foton, gözlerden içeri girip ruh
vâsıtasıyla mânevî kalbin kapısını çalamaz. Beklenmedik anda ve istem dışı bir durum
müstesna olabilir. Birbirlerinin varlığından haberdar olan âşık ve maşuk, artık bireysel olarak hareket etmezler. Morfik tınlaşım alan
içerisinde birbirleri ile irtibatlı olarak hayat sürerler. Âşık ve maşuk ya zikir çekip ya da mecnûn olup ölerek yaşar...