Medeniyet inşâsında ölçü (11)

İnsan kulağı sadece 20 ilâ 20 bin Hertz (Hz) aralığındaki sesleri işitebilir. Göz 400 ilâ 700 nanometre (nm) aralığında ya da kızılötesi ve morötesi arasındaki ışıkları görebilir. Dil; acı, tatlı, ekşi ve tuzluyu algılar. Burun 1 trilyondan fazla kokuyu alabilir… Hayâlin, kalbin, aklın, sırrın ve ruhun sınırlarını siz düşünün!

EVRENDE her şey birbirini etkiler. Çünkü her şey birbiri ile irtibatlıdır. İlişkilerin ölçüsü miktarında bu irtibat aşikâr olur. Maddî evrende, bir bakışa göre bu etkileşim genel olarak elektromanyetik, güçlü nükleer, zayıf nükleer ve kütle çekim kuvveti olarak sınıflandırılmıştır.

Bu etkileşimler maddelerin sırrını/hakikatini görmek için kullanılır. Burada maddenin özüne inmek, gerçek mahiyetini idrak etmek için yol aranır. Ayrıca bu kuvvetlerin teke indirilmesi üzerine ciddî çalışmalar devam etmektedir. Amaç, yegâne bir etki ve buna karşılık gelen bir parçacık ile bütün evreni anlamaktır.

Bu parçacık evrendeki her bir maddenin ağırlık merkezine karşılık gelen bir parçacık ile temsil edilirse, onun, maddeleşerek farklılaşmış evrenin temsili olmasında bir hatâ görülmez. Maddeleşmeden önceki parçacıklar içinse cevher olarak görülmesi isâbetli olur.

Maddî âlemde cisimlerin bu kuvvetlerin etkisi ile hareket ettikleri kabul edilir. Bu kuvvetler, bilim icra edebilmek için kullanılan enstrümanlardır. Elektrik, ışık, hareket ve çekim/câzibe gibi özellikler belli bir ortamda cevelandadırlar. Bu ortam üzerinde bilim adamları hemfikir değillerdir. Ancak bir etkileşimin olduğu noktasında hemfikirdirler. 

Maddî âlemin özü olan cevherin cevelanı ile evren, sınırsız ilmeklerle binlerce nakşın nakşedildiği harika bir sanat eseri olarak seyri ve okunmayı bekliyor. Hiç şüphesiz bu evrenin şaheseri de insandır.

Medeniyet kurma özelliği sadece insana ihsan edilmiştir

Maddelerin etkileşimi, enerjilerin dönüşüm-transferi ve madde-enerji ilişkisi bilimin konusudur. Bazı parçacıklar elektromanyetik dalga özelliklerinden dolayı maddelerin içerisine girebilirler. Madde ile etkileşime girdiklerinde de enerji alışverişi yaşanır.

Kinetik ve potansiyel enerji, klâsik çizgide incelendiği gibi ışık kuantum ölçekte incelenir. Işık aynı zamanda elektromanyetik bir dalgadır. Bu dalgalar birbirlerine doğru ilerlediklerinde birbirlerini bozmadan içlerinden geçebilirler. 

Canlılar, çevreyi göze gelen ışık/foton ile görürler. Bu ışık/foton, dalga özelliği ile yol alırken, etkileşime girdiklerinde ise enerji transferi olur. Diğer bir ifadeyle, “Canlıların gördükleri, yansıyan ışığın ta kendisidir, madde değildir” desek yanlış olmaz. Detaylı bakıldığında “ışık enerji” de denilebilir.

Yüksek dağ ve tepelerde karlar geç erirken, şehir merkezlerinde ve kaldırımlarda daha çabuk erir. Bunun nedeni, kar parçacıklarını bir arada tutan etkinin dış etken tarafından daha fazla kırılmasıdır. Dağ ve tepelerde ise sadece Güneş’ten gelen ışık nedeniyle bir erime gerçekleşir.

Güneş ışığı/foton kara çarptığında, ışıktaki enerji kar taneciklerine aktarılır. Bu enerjiyle kar taneciklerini bir arada tutan etki kırılır, karların birbirinden kopmasıyla birlikte çözülme ve erime başlar.

Işık ile farklı bir ışığın etkileşimi, birbirlerinin içinden geçtiği için ancak ışıkların çarptığı yerlerde ortaya çıkar. Çarpışma olduğu yerde ise enerji aktarımı olur. Maddeye çarpıp insan gözüne gelen ışık, sadece o maddenin göz ile algılanmasını/görülmesini sağlar.

Canlıya çarpıp yansıdıktan sonra farklı bir canlı gözüne enerji taşıyan ışık ise, iki canlı arasında iletişimi körükler. Canlılar arasındaki bu etkileşim, maddî âlemde cevherin yaptığınının canlılar âleminde yapılmasına da kapı aralar. İnsan hâricindeki canlılarda bu durum, doğuştan sınırları çizilmiş bir sahada kalır. İnsanda ise en alt düzeyden en üst noktaya kadar bütün durumlara fihrist niteliğindedir. İnsana bu durumun kontrolü verilmiştir. Sadece ilk durum/bakış/etkileşim insanın elinde olmaz.

İnsan, evrendeki en nakışlı şaheser olmanın yanında, tercih etme ve sorumluluk duygusu olan bir canlıdır. Batı medeniyeti, insanı sadece maddî bir yazılım gibi görse de mânevî özelliklerin farkındadır ve bu özellikleri işlevsel hâlden çıkarmak için her yola başvurmaktadır.

İşitme, dokunma, tat ve de koku alma ile görme, dış dünyanın duyu organlarıdır. Bir de iç dünyanın duyu organları vardır. İşte Batı medeniyeti tam da bu iç duyu organlarını köreltmenin derdindedir! Çünkü iç dünyanın cevherini yok etmek istemektedir. Bu da bilerek ve kasıtlı olarak yapılmaktadır.

Hayâl, kalp (mânevî kalp), akıl, sır ve ruh, iç dünyanın duyu organlarıdır. İnsan, dış ve iç dünyanın duyu organlarıyla âlemlerle bütünleşip bir mânâ ifade edebilir özelliklere sahiptir. Bir mânâ ifade etmeyen durumlarda insan, maalesef hayat süren leş olmaktan öteye geçemez.

İnsan, beş dış ve beş iç duyu organıyla her şeyi ölçer. Diğer bir ifade ile “idrak eder”. Bu nedenle ışık ile ışığın etkileşimine geçmeden önce bu on duyu organının anlamlarına bakmak isabetli olur.

Tanıma, kavrama, tasavvur etme, bilme ve farkına varma gibi zihin faaliyetlerine “idrak” denir. Düşünme, anlama, kavrama gücü ve us, “akıl” olarak bilinir. Aklı, insanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesi olarak anlamak da mümkündür. Böyle bir akıl, gerçeklerin/hakikatlerin bütün derinliklerine/inceliklerine nüfûz edebilir.  

Düşünme, objektif gerçekleri algılama, yargılama, sonuç çıkarma, dirayet, feraset ve akıl yürütme ise zekânın işidir. Akıl ile zekânın irtibatı açıktır.

Göğüs orta boşluğunda, iki akciğer arasında, vücûdun her yanından gelen kirli kanı akciğerlere, oradan gelen temiz kanı da vücûda dağıtan organ “yürek”, vücûdun bir organı olan kalbi tanımlar. Bu yönüyle kalp, sadece maddî özellik çerçevesinde kalır. Bilgi ve düşüncenin kaynağı olarak, Rabbânî lâtife ve İlâhî cevher olarak da iç dünyanın bir duyu organı olarak “mânevî kalp” şeklinde bilinir.

Gerek maddî, gerekse mânevî kalp, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek ve değiştirmek özelliğine sahiptir. Bu yönüyle kalp olmanın/kemâlâtın her türüne ait tohumlar taşır. Maddî âlemde zerre, parçacık, nokta ve cevher ne ise, ağaçtaki çekirdek ve insandaki mânevî kalp (İlâhî cevher) de odur.    


Lütuflar içinde…

İnsan kulağı sadece 20 ilâ 20 bin Hertz (Hz) aralığındaki sesleri işitebilir. Göz 400 ilâ 700 nanometre (nm) aralığında ya da kızılötesi ve morötesi arasındaki ışıkları görebilir. Dil; acı, tatlı, ekşi ve tuzluyu algılar. Burun 1 trilyondan fazla kokuyu alabilir… Hayâlin, kalbin, aklın, sırrın ve ruhun sınırlarını siz düşünün! İç duyular, dış duyulara göre daha geniş ve daha çok iletiyi alma kapasitesine sahiptir. Yani Allah (cc), kullarına gözün vardığı miktar ve hayâlin gittiği yer kadar koca bir dünya sunuyor.

“İnsanın bilgi işlem sistemi beyindir” dense yanlış olmaz. Çevreden duyu organları vâsıtasıyla alınan veriler beyne iletilir. Bu veriler beyinde hormonal yapılara göre bilgiye dönüşür. Endokrin sisteminde komutlar şeklinde yorumlanan veriler hipotalamusa gönderilir. Burada gerekli işlemler sonrasında hipofize aktarılarak kan dolaşımı ile vücût turu atan bilgiler, sinir uçlarına kadar ulaşır. Reseptörler ile tanınan bilgiler hormona dönüştürülür. Hormonlar, geri bildirim olarak beyne bilgiyi yeniden iletir.  

On duyu organı birbiriyle irtibatlıdır. Bazıları diğerlerine göre daha yakın ilişki içindedir. Göz ve ruh, bunlardan sadece iki tanesidir. Beden kafesinde bulunan ruh, evreni bu göz ile seyreder. Gerek maddî, gerekse mânevî kalp, ruh ile çalışır. Mânevî kalp, maddî kalp ile alınan hormonal verilerin işlenmesi sonucunda, akıldan önde giden lâtife-i Rabbâniye hükmüne hâizdir.

Göz ve kalp ilişkisine odaklanmak, insanın cevheri açısından önem arz eder. Çünkü insandaki İlâhî cevher (Rabbânî latife, fuâd, sadr, lüb, nühâ, gönül ve rû), mânevî kalpte bulunmaktadır. Göz, karanlıkta görmez. Aydınlık olması durumunda Güneş’ten gelen ışınlar, evrenin her yerine çarpar ve yansır. Bunlardan en orijinal olanı, gözler arasında iletişim kuran ışıktır/fotondur.

Bir göze çarpan ışık/foton hareket ederken diğer gözden gelen ışık/foton ile birbirlerinin yapılarını ve özelliklerini bozmadan içlerinden geçerek diğer göze çarpar. Karşılıklı ışıklar/foton, kişiler hakkındaki verileri/bilgileri gören gözlere aktarır. Buradan fiziksel olarak yukarıda izah edildiği gibi maddî kalpte çarpıntıya ve kan basıncının artmasına neden olur. Bu durum beyne de iletilir ve kontrol edilmiş olur. Aynı zamanda ortadaki bilgi, ruh vâsıtasıyla mânevî kalbe de ulaşır. “Elektrik aldım” denen olay budur. “Aşk” denen olay da budur. İşte başka biriyle ilişki kurulmasını sağlayan uyarıcılar-tepkiler bu şekilde gerçekleşir! Bütün duyu organları açık olsa ve çevreden iletileri alıp insana aktarsa bile göz göze temas olmadan bu minvâlde aşk oluşmaz. 

Her gören gözde de bu durum gerçekleşmez. Bunların üst ve alt katları mevcûttur. Göz ile evreni seyreden ruh, bilgileri mânevî kalbe ulaştırdığında, bünyesinde bulunan verilerle karşılaştırma yaparak etkileşimin eşik değerinden en uyumlu olanı seçer. Kişiler arasındaki bu seçicilik, çekim etkisi olarak görülür.

Kalp ile akletmek

Seçicilik özelliği, ışık/foton enerjisine bağlıdır. En azından gözler arasında iletişimi sağlayan ışık/foton, ruh ile yolculuğa çıktığında ruh terazisinde tartılır. Burada geçerli ölçü, karşılıklı ruhların birbirlerine benzer durumudur. Ruhlar ne derece birbirine benzer ise, etkileşim de o derece olur ve eşik değerden sonra aşk oluşur. Bir annenin çocuklarını kokularından tanıması, buna en güzel misâli teşkil eder.

Aşk kalpte hâsıl olunca, aslında ciddî bir sınav başlar. Kişi iki tercih arasında kalır. Biri karşı gözün sahibi, diğeri ise beden kafesindeki gözden elektrik alan mânevî kalbin sahibidir. Karşı gözün sahibinin bir suçu olduğu söylenemez. Bakışın tekrarından insan sorumludur. Bu sorumluluk o derecedir ki, “Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır. Allah (cc) onların bütün yaptıklarından haberdardır” (Nûr, 30) âyeti ile sınır çizilmiştir. Burada öncelik erkekler için ifade edilmişken, hemen akabinde kadınlar için de bir sınır belirtilir: “Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar.” (Nûr, 31)

Burada çok harika bir ölçü ortaya çıkıyor. Aşktan korunmanın yolu, karşılıklı ışık/foton iletişimini kesmektir. Bunun uygulama ayağı ise karşı göze bakmamak ve gözün karşı gözden sakınılması gerçeğidir. İnsan sosyal varlık olduğu için, kendisine zarar veren ve kendisini koruyan ölçü de bu sakınmanın yapılıp yapılmamasına bağlıdır.

Erkek ve kadına ayrı ayrı bu durumun bildirilmesi, meselenin ehemmiyetine binaen olsa gerek. Aşk, kalbe düştüğünde her şeyi altüst eder. Kalpte bir şeyi başka bir şeye dönüştürme özelliği harekete geçer. Âşık, eskisi gibi olamaz. Bunun için iki yoldan birini tercih etme sırası gelmiştir: Ya olacak ya da ölecek!

Beşerî aşk “ölmek”, İlâhî aşk ise “olmak” olarak görülebilir. Pişmek işte budur! İstem dışı göz temasıyla mânevî kalbe dokunan ışık enerjisi eğer aşka neden olur ve insan bu durumu ölünceye kadar gizlerse, şehit mertebesine erişebilir.   

İç duyguların merkezi, duyguların ve ruhun yönetildiği emir komuta zincirinin başı olan kalp, gözün vardığı miktar ve hayâlin gittiği yerden daha geniş bir dünya sunar. Kalp önce koşarken, akılsa kalpten gelen emirler zincirini yollara döşemeye çalışır.

Kalp o kadar geniş bir dünya ister ki, bunu karşılayacak olan, sadece hiçbir şeye muhtaç olmayan ve ancak herkesin muhtaç olduğu Es-Samed olabilir. Kişi bu Samed’i tercih edecek donanıma sahiptir. Ancak bir tarafta da beşerî âşık olduğu kişi var. Burada hâtâ yaparsa (mânâyı-ismi) işi zora girer. Bâtın-ı kalbi âyine-i Samed olarak işleten kişi hem Rabbine erişir, hem de beşerî aşkına Yaratan’dan ötürü ulaşabilir. Sadece beşerî aşk olarak yola devam edilirse, yüzde seksen oranında hüsranla sonuçlanan bir durum yaşanır. 

Rabbine erişen kalbin sahibi olan âşık ve maşuk, bedensel arzulara da sahiptir. Bu arzuların iki temel özelliği vardır. Birincisi neslin devamı, diğeri ise peşin ücrettir. Bu yönüyle dişiler niteliğe, erkekler ise niceliğe yatırım yaparlar. Hormonlara bağlı bazı moleküllere karşı duyarlılığın normalden beş kat daha fazla olması, sınanmanın/imtihanın ne derece şiddetli olduğunu gösterir. Beynin bilinçdışı fonksiyonları ile bu tür hormonal duyarlılık arasında ayrıcalıklı bir bağ vardır.

Allah (cc), kişi ile kalbinin arasına girer. Yani bâtın-ı kalp sadece O’na ait olabilir. Mânevî kalp de ruhânî duyguların tamamını hakikî bir nur ile canlandırır.

Ruhlar ne derece birbirine benzer ise, etkileşim de o derece olur ve eşik değerden sonra aşk oluşur. Bir annenin çocuklarını kokularından tanıması, buna en güzel misâli teşkil eder.

Ve aşk…

Akıl, ruh, sır, nefis ve hayâl gibi mânevî merkezlerin ve bunların ipini elinde tutan mânevî kalbin yüzleri âhirete çevrilirse, hakikî terakki olur. İşte bu nedenle hakikî terakki, insanları kul elbisesiyle Rabbine eriştirme donanımına sahiptir! Batı medeniyeti bu bağı koparmak ve insanları sadece sâbit birer canlı derecesinde tutmak istiyor. 

Bu mânevî kalp, evrenin her tarafına ulaşmak ister. Bu yönüyle kalp Allah’ın (cc) Es-Samed İsmine âyinelik eder. Ben yere göğe sığmadım; mümin kulumun kalbine sığdım” hadîs-i kutsîsi böyle anlaşılabilir. Bu anlayış aşikâr olduğunda, Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur”. Bu tür bir mânevî kalp, evrenin özüyle/cevheriyle beslenir ve maddeyi/bedeni/vücûdu ayakta tutan mânâsıyla ilgilenir.

Bu âşıklık hâli bir imtihandır. Bir başkasına olan arzu ve duyguların sınanmasıdır. Bu duygular Asıl Sahibine mi yönelecek, yoksa fâni birine mi? İnsanın bir kul olarak hakikati terakki etmesi dış duyularla değil, iç duyularla ilgilidir. Batı, kendisindeki maddeci anlayışta bu iç duyular anlaşılmadığı ve gelişmediği için insanı konuşan bir hayvan gibi göstermekte ısrarcıdır.  

Gözler arasındaki ışık/foton enerjisinin mecâzî aşk ateşini yakmadan hakikî aşka gidilmesi pek olası görünmez. İlâhî aşk, mecâzî aşk ateşinin tutuşturucusu hükmündedir. Mecâzî aşkta istek ve arzular olarak ifade edilebilen “menfaat” vardır. İlâhî aşk tamamen saf ve pâktır. Bu yönüyle şefkât ile özdeşleşir. Bu durumdaki İlâhî aşk, Rahmân ve Rahîm İsimlerinde şefkât duygusunun kaynağını bulan İlâhî bir rahmettir.

Bu rahmet kesintisiz ve süreklidir. Çünkü iman devreye girmiştir. Oysa mecâzî aşkta çekicilik doyuma ulaştığında aşk da ortadan kalkar. Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu aşk, neslin devamı ve peşin ücretten başka bir özelliğe sahip değildir. Kıskançlığın dipsiz ve zehirli kökleri hormonlar ve feromonlar ile canlı tutulması, nefsin uğrak yeri olur. 

Aşk, genelde beklenmedik bir anda ortaya çıkar. Karşılıklı olarak gözlerden gelen ışıkların/foton bir ajan misali birbirine çeken uyarıcılara dönüşerek beyine devamlı sinyaller gönderip ortalığı yangın yerine çevirmesine neden olur.

İnsanın yapması gereken en doğru ve en kolay yol, gözlerin haramdan sakınılmasıdır. Ajanlık yapan ışık/foton, gözlerden içeri girip ruh vâsıtasıyla mânevî kalbin kapısını çalamaz. Beklenmedik anda ve istem dışı bir durum müstesna olabilir. Birbirlerinin varlığından haberdar olan âşık ve maşuk, artık bireysel olarak hareket etmezler. Morfik tınlaşım alan içerisinde birbirleri ile irtibatlı olarak hayat sürerler. Âşık ve maşuk ya zikir çekip ya da mecnûn olup ölerek yaşar...