“KÜLTÜR
nedir?” sualinin cevabına geçmeden önce, aklımıza gelen güzel bir Kelâm-ı
Kibarı kaydedelim. Diyor ki bir bilge akıl, “Kendi kültürünü kaybedenler,
başkalarının kültürleri arasında kaybolurlar”. Bu tespitten anlıyoruz ki kültür(ler),
üretildiği gibi kaybedilebilir de. Burada fertlerin ve toplumların “hayat dinamiği”nde
ortaya çıktığı için bir nev’i canlı sayılabilecek kültürün, zaman içinde
aşınması, hatta ortadan kalkmasından (ölmesi) söz etmiyoruz. Kaybedilmek başka
bir şey! Ve bir kültür için en kötüsü, kaybedilmeye gidecek yol üzerinden
başlayan/başlatılan süreç yani başka kültürler tarafından hedef hâline
getirilmesi.
Bu aşamada, bir bakıma “kültürel
av” gibi nitelenerek vurulan “hedef kültür(ler)” kendiyle birlikte ürünü olduğu
toplumların da yozlaşması, düşman saflara bölünmesi ve ölmesine gidecek süreci
tetiklemektedir. Kimliğini kaybederek değersizleşen kültürler, farkında olunmayan
bir köleliğe düçar etmekte sahiplerini. Tıpkı kısık ateşte ve ılık su içinde
haşlanan kurbağaların durumu misâli... Günümüzde istisnasız tüm orijinal kültürlerin
sorunu bu! O hâlde kültür, korunması gereken nadide insanlık varlıkları olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Temel olarak, Yüce
Allah'ın “tanışıp bilişmesi için kavim kavim yaptığı” insanlık ailesinin evlâdı
olan etnik kimlikler, kültürleriyle kendilerini resmetmekte, kendilerini büyük
“insanlık tablosu”na aktarmaktalar. Bir değer olarak kültür, insanlık ağacının
dallarından bir/birer dal, meyvelerinden bir/birer meyve olarak var oluyor ve
varlığını koruyor süreç içerisinde. Ama “sürekli korunması îcap eden bir meyve
olarak karşımıza çıktığını da eklemeliyiz üstteki örneğin öznesi anlamında. Sadece
korunması değil, “aynı zamanda da dil, din, edebiyat, sanat ve eğitim-öğretim
unsurlarıyla yayılması ve canlı tutulması da gerek”.
Kültür nedir?
Bir milletin bütün maddî
ve manevî değerlerinin aynı çatı altında toplanması ve tüm bu değerlerin tek
bir kelime ile özetlenmesidir “kültür”. Bu tarife göre, her şeyden önce bir
çatıdır. Kültürel parçalar/aparatları, altında topladığı kıymetleri koruyan bir
çatı…
Kendi şemsiyesinin
gölgesinde topladıklarıyla, ait olduğu milletin, tüm dinî ve din dışı inanç ve
düşüncelerini, zenaat ve sanatla ilgili bütün geçmiş tarihini, hayatı anlayış
biçimlerini, eylem ve davranış şekillerini ve kısaca varoluşunu özetleyen tüm özel
ve özgün unsurlarını bir bütün olarak ve birbiriyle uyumlu yapboz parçaları ile
oluşturduğu resim gibidir kültür. Ve bu anlama isnat eden işaret olarak, milletlerin
yaşam alanlarında asılı durur. Kanatlarının altında topladıklarını korur, çizer,
renklendirir ve benzerlerinden ayırt eder, özgün ve özel kılar.
Dememiz o ki, yukarıda
genel olarak tasnif ettiğimiz kültür ve kültürel yapboz parçaları, toplumların
manevî şahsiyetini biçimlendiren “vasıfsız kalabalıklara” kimlik ve kişilik
vererek, böylece oluşan toplumu ve toplaşan toplumları insicamlı bir şekilde
süsleyerek, onları millet/ulus yapar. Bu anlamda, milletlerin oluşma ya da
yapım aşamasında özgün malzeme olarak kültür, yüzyıllara uzanan geçmişiyle üzerinde
şekillendiği milletlerin yegâne “millî olma değerler bütünü” sayılmalıdır. İşte
bu nedenle milletler içerisinde bir kuşaktan diğer kuşağa özenle geliştirilerek
aktarılır ve böylece devamlılığı idame ettirilir.
Bu anlamda kültür
aktarımı, yaşamın değişen koşullarına rağmen özünde değişmemeyi sağlayan bir
hususiyete de sahiptir. Ancak kültürün her devirde aynı olmayan canlı bir
“sosyolojik ruh” olma hâlinden bahisle, içsellik açısından sembolik bir anlam
taşıdığını da söyleyebiliriz. Kısacası kültürü, birbirinden farklı olması gayet
doğal olan her kuşakta, kendini bir önceki kuşağın devamı olma özelliği
şeklinde gösteren bir köprü gibi, var olan bütünden gelecek bütüne geçerken
görmekteyiz.
Tarif
Her toplumdaki envanteri
farklı olması doğal olan kültürlerin benzer olan tek yanı, tanımı olsa
gerektir. Bu anlamda sözü edilen tanımın tarihçesine bir göz atmak gerekir ki
bunda yarar vardır.
Ne yazık ki “kültür”
kelimesi Türkçe değil ve bir ara Türkçe karşılık olarak “ekin” ve “ekinç”
kelimeleriyle izaha çalışıldı. Lâkin bir zamanların dilci aydınlarının “öz
Türkçe” merakından hareketle masa başında oluşturdukları bu sözcüklerin halk
ağzında tuttuğunu söyleyemeyiz.
Bidayette ecnebî bir
sözcük olarak Türkçeye girmiş olan “kültür”ün, ilk kullanılışı esnasında Lâtince
bir terimden meydana getirilmiş olduğu kayıtlı edebiyat tarihinde. Bu terimi ilk
kullanan kişinin de Alman sosyolog Samuel von Pudenhorf olduğu söylenmekte. Bu
arada, ilk önce 17’nci yüzyılda kullanıldığı da biliniyor ki bu tarihinde daha
evveli ise yok.
Pudenhorf’tan sonra durumu
tarif noktasında “kültür” kavramı benimsenmiş olmalı ki varlığının bu sözcük
üzerinde sabitlendiğini görmekteyiz. Ve neredeyse tüm Batılı ve bir kısım
Doğulu milletlerin teorik tarihinde bu adla ortaya çıkıyor. Tanımın babası sayılan
Pudenhorf’un görüşüne göre kültür, “insanların doğaya karşıt olarak ve belirli
bir toplumun ortak hayatının içinde var ettikleri eserler bütünü”. Sözü edilen
tarifteki “doğaya karşıtlık” ve “eserler bütünü” deyimi, bize biraz anlamsız
gelmekte. Çünkü kültür, tıpkı üstüne yakıştığı, efendisi insan gibi doğaya
uyumlu olarak yaşayabilir ancak. Ve kültür, eser olmaktan çok davranışlar ve
davranışların teorik olarak ortaya konulmuş sınırları belli hâllerinin pratiği
gibi geliyor. “Eser” deyince ise aklımıza gelen “medeniyet”…
Kültür konusunda anlam
üreten Batılılardan biri de ünlü filozof Immanuel Kant. Kant’ın ilk tariften
yüz küsur yıl sonra doğru kültür terimini, “insanların mantık ideasına bağlı
olarak, özgür bir biçimde hayata geçirebildikleri amaçların bir bütünü olarak”
ele aldığını görüyoruz. Bize göre bu tarif, daha iyi ve anladığımız mânâda.
Lâkin bu tarifte ifade edilen “mantık ideası”, her zaman kültürün oluşmasında
bir temel argüman olarak algılanabilir mi? Zira hemen hemen her kültürde
zamanın mantığıyla çelişebilen davranış biçimlerine rastlandığı da oluyor. Bu
iki Batılı düşünce adamının temel tariflerinde, kültürü anlatmaya yetmeyen bir
başka taraf daha var. Dinî anlayışımıza göre tek bir kültür tarifi yapmanın çok
doğru olduğu kanaatinde değiliz. Hatta her toplumun kendine has bir kültürü
olduğu gibi, bir kültür tarifi de olsa gerektir.
Yani dememiz o ki, dünyadaki
toplum çeşitliliği üzerinden her seferde ve farklı şekillerde ortaya çıkacağı
ve değişik unsurlara sahip olacağı için her bir toplumun birbirinden farklı
olabilmesi durumu doğacaktır. İşte bu nedenle her bölgede ayrı ayrı “toplumsal
kimliklere” rastlanmakta, her bölgede ayrı ve farklı toplumlar doğmakta ve
kendilerine küçücük de olsa yaşam alanı bulmaktalar. Yan yana olup biyolojik
benzerliklerine rağmen farklılıklarıyla yaşıyor olmaları anlamında görünen bu durum
ve görüneni belirleyenin şifresi “kültür”...
Bir toplumdaki düşünce
istikametinin ve yaşam tarzının ana unsuru olarak kültür, aynı zamanda Yüce
Allah'ın, “Biz sizi kavim kavim yarattık” hakikatinin dinamiği gibi durmakta.
Bu nedenle kültürlerin bir “kültürel dokunulmazlığından” da söz edebiliriz.
Zira derinlikli düşünüldüğünde, kültürlerin binasında bir “İlâhî el”in varlığı da
sezinlenmekte. Yani şu an değişik kültürler olmasa bile, olması mukadder kültürleri
oluşturan murâdın bir “İlâhî ustalığı” ve bu anlamda şükrü hak eden saygınlığından
söz ediyoruz. O hâlde, İslâmiyet'in çok değer verdiği bazı bütünlüklerin
dokunulmazlığı içerisine kültürel bütünlüklerin dokunulmazlığı”nı da eklemek lâzım
gelir.
Çağın sorunu
Buraya kadarki
anlatımlarımızda kültürün “kalabalıkları toplum, hatta kavim, hatta millet/ulus
yapma” özelliğinden söz ettik. Oysa kültür kavramını toplum içindeki bir başka
katmana yani kişiyi ve kişiselliği anlamak açısından daha özele indirgemek ve
meseleye oradan başlamak da mümkündür. Zaten pek çok sosyolog böyle yapıp bireysel
bir terim olarak da kullanabiliyor. Halk arasında kullanılan avamî bir tabir
olarak, “sıfır kilometre” ölçeğiyle asgarî müşterekte birleşmiş olan insanlar
grubuna üflenen bir ruh olarak kültür, nasıl ki onları anlamlı kılıyor ve de total
ve özgün bir kimlikle tarifini mümkün hâle getiriyorsa, bunun gibi, bir bireyin
hayat konusunda sahip olduğu donanımla yine “sıfır kilometre”deki o şahsı
“nev’i şahsına münhasır” bir varlık şekline sokarak, bir “kişisel” tarifi
mümkün hâle getiriyor. Böylece sosyal bir çerçeve içerisinde yaşayan insanların
asgarîde değil, birleştikleri azamî müşterekteki özellikleri, o çerçeveyi bir
toplum sınırı içine ve benzeşir şekle sokuyor ve bu da “toplumsal kültür”ün doğmasına
neden oluyor.
Kültür teriminin, kendi içerisinde
temel olarak iki farklı ana gruba ayrıldığından da söz ediliyor. Bunlara “maddî
kültür” ve “manevî kültür” denildiği görülüyor. Toplum cihazının aparatları sayabileceğimiz
bireylerin hayat tarzları, kılık kıyafetleri, iş ve meslek aletleri, çeşitli
eşyaları, ev barkları ve tanzimleri, yedikleri içtikleri ve beslenme biçimleri,
oyun ve eğlenceleri gibi uğraşlarına dâhil olan her şey maddî; gelenek ve
görenekler, lisan ve şive, ahlâkî değerler gibi öğeler de manevî kültürü
oluşturuyor. Gerek maddî, gerek manevî kültürü oluşturan tüm unsurların melodik
bir insicam içerisinde (yani standart mamul bir zincirin benzeş lokmaları gibi)
birbirine uyumlu olması gerekiyor. Zaten uyumlu da…
“Zincir” metaforundaki
lokmalar arasına giren geometrik anlamda uyumsuz toka ve halkaların kolaylıkla
sezinlendiği ve bir bakıma “düşük” ilân edilerek ayıklandığını da görüyoruz. Bu
anlamda kültürün kendi kendini temizleme özelliğinden de söz etmiş olalım. Bu
sebeple korunabiliyor kültürlerin saf özgünlüğü. Lâkin bazı durum ve
zamanlarda; özellikle Batı medeniyetinin mer’i olduğu son üç yüzyıldan beri kültürlerin
kendi kendini yıkama özelliğinde bir erozyondan söz edebiliriz. Bu yüzden yukarıda
yaptığımız zincir metaforunun insicamlı melodisi gide gide kayboluyor. Bu
durumdan “kanserleşmiş kültür/kültürler” şeklinde söz etmek de mümkün. Çağın
sorunu bu işte!
Kültür, bir ihtiyaç mı?
Kültür bir ihtiyaç mıdır?
Bu suale lâfı uzatmadan verilecek cevap, “Evet!” olmalıdır. Çünkü insanlar,
hayatlarını mübrem ihtiyaçlarının gereği olarak bina ederken, bir yandan da
“şahsî kültür”lerini örmüş oluyorlar. Bu anlamda toplumsal ölçekteki kültürel
değerler, bir toplumu oluşturan insanların sosyal ihtiyaçlarına cevap vermekle
vazifelidir. Toplumsal ihtiyaçlara cevap vermemek üzere ortaya çıkartılan
çeşitli davranış şekillerine de rastlamak mümkün. Ancak onlar için “Toplumun kültürel
yapboz parçalarından biri” şeklinde bir tarif yapılamaz. Zaten ekstrem bir
anlayıştan topluma muhalif anlamda çıkartıldığı anlaşılan bu kabil davranış
şekilleri, hâkim kültüre eklemlenemeden mucidi ile birlikte ortadan kalkar ve
uzun vadeli bir zenginlik oluşturmaz. Her kültürel yapboz parçasının, toplumun
teorik ve pratik zenginliğine katkı sağlaması ve “kültürel servet”le
bütünleşerek o toplumun tüm kesimleriyle gelişmesine imkân sağlayacak bir
hususiyete sahip olması istenir.
Burada bahsettiğimiz konu,
“kültürel bilinç” olmalı. Kültürün şekillenmesinin bidayeti diyebileceğimiz
“kişisel bilinç” ve onun devamı olarak “toplum bilinci” kavramının tarifini bu
makaleye has olmak üzere ortaya koyacağımız “kültürmetre” kavramsalı ile izah
etmemize müsaade edilirse, bu kavramsal, burada olduğu gibi bir oldubitti ile
meydana çıkmaz toplumlarda. Bir anlamda, genetik olarak da vardır. Gerek
“kişisel kültür”, gerek “toplumsal kültür” ve bilinçleri olarak bu görünmez
metrenin endazesine uyarak geliştirilen kültür kavramı, nihayet “ulusal bilinç/millî
şuur” ölçeği ile “ulusal kültür/millî kültür” olarak sonuca erer. Bu nihayette kültürün
en anlamlı tanımı ortaya çıkar. Zaten ona göre kültür, bir toplumdaki düşünce
icabının ve yaşam tarzının ana unsurudur. Böylece ayrı ayrı “yaratılma murâdı”
tamamlanmıştır vakt-i zamanında. Artık “tanıştırma ve biliştime” için ortak bir
zemin kurulmuş demektir: Ortak kültürel zemin…
Bu devinim, bir toplumu
bireyler bütünü olmaktan çıkartıp önce toplum, sonra kavim ve sonra da bir
millet olarak bir “kollektif ruh” etrafında kenetlenmeye önayak oluyor.
Millî kültür, milletlerin
kendi sınırları içinde oluşmuş temel yaşam unsurları olarak
değerlendirilebilir. Aslında millî kültürlerin zenginliğinin göreceli olduğuna
inanan biriyiz. Ama kültürel zenginlik, zaman zaman milletlerin maddî zenginlik
ve teknolojik gelişmişlik derecesine de bağlı olabiliyor. Yani deniliyor ki,
toplumsal kalkınma seviyesi, toplumun kültür seviyesinin de yüksek olduğu
sonucunu getiriyor. Ancak bu tür zengin kültürlerin kendine özgü olma
özelliklerini izale ettiğini de fark etmek olası. En kötüsü de, maddî kalkınma
ve kültürel zenginleşmenin de sebebi olmayabildiği gözlemleniyor. Hatta burada
bir kültürel yozlaşmayı tetikleyerek, toplumun kimliğinin erozyona uğramasına
da neden oluyor.
Çeşit çeşit tanımı da olsa
kültürün, bazı temel özelliklerinden söz etmek mümkün; bu anlamda, meselâ tüm kültürlerin
bütünleştirici bir etkisi bulunuyor. Belki bidayette kültürün bir ihtiyaç
olarak meydana çıkmış olması, bütünleşmiş bir toplum sistemi yaratma
durumundandı. Burada “belki”si fazla, tamamen bu sebeple ortaya çıkmış olmalı kültürel
değerler.
Diyelim ki, “Ya çıkmasaydı?”…
Bunun tek tarifi var: Toplumda kültürel anlamda bütünleşme sağlanamazdı! Toplum,
toplum olamaz ve kalabalık olarak kalırdı. Kalabalıklar arasında sosyo-kültürel
konularda büyük farklılıklar oluşur, bu da kaos düzenine yol açardı. Öyleyse
şunu kayda geçmek lâzım: Kültürler, birbirine uyumlu parçalardan oluşan
bütünlüğün insicamlı işleyişinin temel argümanları olarak el üstünde tutulması
gereken birer değer olarak, her zaman varlığını hissettirdi, bundan sonra da
aynı şekilde işini/işlevini yapmaya devam edecektir.
Hani bazı milletlerin anayasaları
yazılmış değildir ya İngiltere örneğinde olduğu gibi, “İşte böyle bir toplum,
yüzyıllara uzanan uyumlu birlikteliğin ortaya koyduğu yönelimle idare edilir”
denir ya, kültürel kurallar da kayda geçmiş değillerdir. Bu nedenle bağlayıcılıkları
yoktur, ancak görünmez bir bağın da sahibidirler. Dolayısılyla kültür, bazen
“vicdan”, bazen “mahalle baskısı” ve bu gibi teorik istikamet ölçüleri ile
insanların “toplum standardı” içerisinde yaşayabilmesinin de temel zorunluluğu
olabilir.
Bir “sosyal miras” olarak
kuşaktan kuşağa aktarılıyor olması, görünen kültür kökünün toplumsal
canlılığın bir parçası olarak bir “kültürel canlılığı” da ortaya çıkarıyor ve
bunu gözlemlemek mümkün. Bu anlamda kültür ölümlerinden söz edilebilir, lâkin “kültürel
kök” mezarlarından söz edilemez. Çünkü “ruh ölmez”! Bu yüzden ölmeyen bir “kültür
ruhu” da kendini hissettirir toplumların hayatlarında. Son zamanlarda yükselen
at ve okçuluk merakı buna misâldir.
Evrensellik
Buraya kadar, kişilerden
başlayıp topluma, oradan millete uzanan bir kültürel genleşmeden söz ettik ve
bu genleşmeyi sağlayan kültür parçalarının benzeşmesinin de altını çizmiş olduk.
Hatta “millî kültür” adını verdik.
Bununla birlikte, gelişen toplumlarda “millî kültür”ün zamanla sınırlarının aşındığı ve coğrafî olarak koşu olan “millî kültürler”in birbirine sızdığı ve hatta bu sızmada teknolojik üstünlüğü elinde tutan milletlerin daha şanslı olduğunu îmâ ettik. İşte böyle bir gelişme ile ortaya çıkan bir kültür özelliğinden söz edelim şimdi de: Evrensellik...
Gerçekten de kültürün eleştirilemez bir özelliği vardır. Olmalıdır da... Hatta bu özellik özenle korunmalıdır; çünkü kültür korumacılığı, milletlerin millet, toplumların toplum, kişilerin kişi olarak kendi kimlikleriyle var olmalarının yegâne şartıdır.
Artan zenginlik, gelişen
ticaret ve iletişimdeki başarı, dünyadaki tüm kavimlerin kendine haslığı ve millîliğin
devamlılığını sağlama konusunda bir garanti vermiyor. Böylece ortaya yeni bir
“evrensel kültür” çıkıyor. Elbette yukarıda sözünü ettiğimiz “tanışıp bilişmek”
için “kavim kavim yaratma”nın doğal sonucuyla evrensel olarak birleşen ya da
birleşen kaplar gibi karışan kültürden söz edebiliriz. Ortaya çıkan “evrensel kültür”
için, “tanışıp bilişmiş toplumların ortak alanı” demek de mümkün. Hatta bu
ortak alan için “murâd edilen tanışıp birlişmenin hayata geçmiş hâli” gözüyle
de bakılabilir. Fakat Batı medeniyetinin tanışıp bilişme eylemini kendi hâline
bıraktığı kanaatinde değiliz. Sanki “Tanışıp bilişiniz!” diyen Güce karşı bir
meydan okuma, O’nu alt etme ve O’nun kurallarını bozma şeklinde okunabilecek
birtakım gizli projeleri varmış gibi geliyor.
Buna bağlı olarak,
insanların insanlara, toplumların toplumlara, milletlerin milletlere kültür
dayattığı bir dönemden geliyor ve geçiyor sanki insanlık. Bunun sonunda oluşan
evrensel kültür kutsanıyor. Oysa söz konusu o evrensel kültürün doğal bir
netice olarak durmadığını, obez ve yapay “kültür yamyamları”nın dünyayı
kapladığını görebiliyoruz. İşte bu, inancımız açısından tamamen yanlış! Sözü
edilen yanlışlık, bu yazıyı alır ve ilk paragrafta sözü edilen kelâm-ı kibara
bağlar: “Kültürlerini unutanlar, diğer kültürlerin içerisinde unutulmaya
mahkûmdurlar.”
İnsanlığın kültürlere bakışında
temel değer şu olmalıdır: Kültürleri eleştirmek çok da doğru değildir!
Gerçekten de kültürün
eleştirilemez bir özelliği vardır. Olmalıdır da... Hatta bu özellik özenle
korunmalıdır; çünkü kültür korumacılığı, milletlerin millet, toplumların toplum,
kişilerin kişi olarak kendi kimlikleriyle var olmalarının yegâne şartıdır. Fakat
yukarıda söylediğimiz, “obez evrensel kültür” anlayışı, çoktan beri bu şartı
yıkmış ya da hedefine koymuş görünüyor. Bu anlamda Batı kültürü, agresif bir
münekkit gibi kendinden başka yeryüzünde var olan tüm kültürleri eleştirmeden,
onları aşağılamadan, hatta yok oluşlarını tetiklemeden rahat edemiyor. İşte
sorun burada!
Bu soruna çare olacak
kararlarınsa milletlerin kendi içlerine dönük olarak öz kültürü koruma
politikalarını ortaya koymalarından geçiyor. Lâkin toplumların bu konuda çok başarılı
olduğunu söyleyemeyiz. Buna bağlı olarak milletler, her daim temel kültür
merkezleri sayabileceğimiz mezra ve köy kültürünü hızlı bir şekilde kasaba,
oradan şehir, oradan da ülke kültürüne evirip, kültürel zenginlik olarak
algılanabilecek yapboz parçalarının sınırlarını geçirgen hâle getirerek yekpare
bir yoksulluğun parçasına çeviriyor kendilerini.
Ancak durmak yok! Önlenemez
bu “benzeşme oburluğu”, milletlerin sınırlarını da eriterek bir milletin öteki millete,
öteki milletlerin de Batılı zengin milletlere özenti sorununu dayatıyor.
Üstelik bu durum yeni değil, mazisi birkaç yüzyıla uzanan bir proje. Bu
sebeple, gide gide yekpare bir dünya kültürü ortaya çıkıyor karşımıza.
Günümüzde, dünyanın hemen hemen her noktasında, “blue jean” pantolon giyen insanların saçlarını aynı renge boyamaları ve aynı stilde kesmelerini gözlemlemek mümkün. Bu durum, her ne kadar kutsanırsa kutansın ve yapay kültürel renklerle boyanarak göz alan bir canlılığa dönüşürse dönüşsün, durum vahim yine de. Böylece ortaya çıkan insanlığın naylon dünya resmi, neticede tablonun gri bir tonlamaya dönmesinin işareti olarak orta yerde duruyor ve göz yoruyor. Bu örneği her alanda çoğaltmak mümkün…
Yeni kültür vizyonu
Bir başka açıdan kültür,
iki temel katmanda değerlendirilebilir: Üst kültür, alt kültür…
Bu değerlendirme, aynı kültür
ortamında ya da bir milletin ve devletin bütünleşik yapısı içerisinde ortaya
çıkan tabloyu tarif için yapılıyor. Aslında iki ya da birden çok kültürün değerlendirmesi
değildir burada sözü edilen. Bir ülkenin geneline şâmil olan üst kültür; tek
çember içindeki kültür bölgesinin kültürel tarifinin bir alt kümesi niteliğinde
olan alt kültür… Tabiî ki bir ayrışma ve yabancılaşmanın resmi değildir
buradaki kültürün renk tonlaması. Aksine, çember içi kültürel zenginliğe işaret
sayılabilir. Sözü edilen alt kültürü oluşturan öğeler ise, tıpkı toplumdaki
bireylerin dil, din, etnik köken ya da töre unsurlarının birer yansıması olarak
ortaya çıkıyor.
Konuyu Türkiye çerçevesi
içerisinde ve yüzyıllardan beri aynı milletin birer parçası olarak yaşayan
toplumlar üzerinden örneklemek gerekirse… Çeşitli Türk ve Türkmen boyları başta
olmak üzere Kürtler, Çerkezler, Anadolu Arapları ve benzeri etnik unsurlar bu
tarife giriyor. Bunun gibi, Anadolu inançları bağlamındaki çeşitlemelerle
ortaya çıkan Sünnîler, Alevîler, Ermeni ve Rumlarla birlikte, İslâm inancının
çeşitli tasavvufî unsurları da bu kültürün içerisinde değerlendirilebilir. Bu
minvâlde, bir imparatorluk bakiyesi olarak Anadolu üzerinde yaşayan insanlar o
kadar çok çeşitli ki, neredeyse her şehrin, her kasabanın ve her köyün kendine
has bir kültürel değerler manzumesinden söz edebiliriz.
Yüzyıllar içerisinde gerek
etnik, gerek dinsel, gerek bölgesel farklarla ortaya çıkmış olan kültürel
çeşitliliğin insanî parçalarının hiçbir zaman birbirinin düşmanı gibi hareket
etmediğini görüyoruz. Eğer bu tespiti çelen birtakım olaylar varsa, işte o
olayların müsebbibi, bizâtihî alt kültürlerin ve onların sahiplerinin ortaya
koyduğu bir hareket ve hakaret olarak değerlendirilemez. Değerlendirilmemeli
de... Çünkü böylesi münferit olayların, yazının müktesebatı içerisinde sözünü
ettiğimiz topyekûn ve plânlı siyâsî saldırının eseri olarak ve provakatif
eylemler şeklinde ortaya çıktığını biliyoruz. Tecrübesizlik nedeniyle yakın
tarihte bu tür oyunlar birkaç kez tuttu, lâkin bundan sonra zor! Bir delikten
üçüncü kez sokulmak yok!
Tarihteki tüm zamanlarında
imparatorluklar kurmuş ve bu imparatorlukların yayıldığı geniş kültürel
coğrafyalarda zengin kültürler arasında kardeşçe yaşamanın sırrına ermiş olan
bu memleketin öz evlâtları olarak Türkler, tecrübelerinin ortalamasından
çıkardıkları, kendilerine has bir şekilde biçimlendirmeyle bina ettikleri ve
tarifini “imparatorluk kültürü” diyebileceğimiz bir standart içerisinde, belki
de dünyanın en hoşgörülü toplumlarından biri hâline getirmişler. Lâkin yakın
tarihte yani yüz yıl evvel, “imparatorluk kültürü” anlayışının kendi ayağına
bağ olduğunu görünce, onu yok etmeye karar vermiş bir “kara aklın”, hedef
tahtasına koyduğu Osmanlı'yı devirme aşamasında “kültürlerarası düşmanlığı” en
büyük silah olarak kullandığını gördük. Ne yazık ki, hedefi tutturmada başarılı
olan mevzubahis silahın tetiğini çeken elin, amacını başarıyla hayata
geçirmesine de şahit olduk. Böylece 20’nci yüzyılın başında ortaya “ulus devletler”
anlayışı çıkmış oldu. Bu operasyonun nihayetinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun çok
kültürlü hayatından onlarca devlet doğdu.
Başlangıç noktası Fransız
Devrimi olan bu anlayışın, imparatorluğumuzu getirip bıraktığı hâdise ise, ne
yazık ki “kardeş kültürler”in düşman devletler ve kültürler hâline dönmesi
konusunda çok bereketli bir zemin oluşturdu.
Girdiğimiz 21’inci yüzyılın
eşiğindeki savaşların Osmanlı coğrafyasında yaşanıyor olduğunu da görüyoruz. Ne
yazık ki, bu savaşlarda karşı kutuplar ve cepheler olarak kullanılan milletler,
toplumlar ve kültürler, kendilerini sözünü ettiğimiz o “kara akıl ve kötü
niyet”in eseri olarak ifade ediyorlar. Şimdilerde roller değişik; bir zamanın
kardeş kültürleri, artık karşı cephelerin paralı askerleri olarak ölüm sahasındalar!
Geldiğimiz an itibariyle Anadolu'daki
uyanış ve final için gün sayan ulus devlet anlayışının varıp dayandığı yer
olarak, 24 Haziran seçimleriyle girilmiş olan “yeni devlet sistemi”, tekrar kültürlerin
kardeşliğinin yeşerdiği zemini ortaya çıkartacaktır inşallah. Çünkü son Türkler,
yeniden “imparator çocukları” olduklarını hatırladılar. Malûm imparatorluklar,
pek çok kültürün bir arada yaşaması/yaşatılması şeklinde tarif edilebilir. Yani
“ırkçı imparatorluk” olamaz. Ama oldu! Böyle bir imparatorluk anlayışının
sahipleri, Batılılar oldular: İngilizler, Fransızlar, İspanyollar, Portekizler,
Danimarkalılar ve Hollandalılar…
İşte bu nedenle onların
sömürgelerinde Fransızca, İspanyolca, Portekizce ve İngilizce resmî dil bugün
dahi. Ama suçlarının cezasını çekti ve imparatorluklarını ancak yüzer yıl ve
zulümle ayakta tutabildiler. Artık her şey bitti! Sırada kendi bitişleri var…
Türkiye’nin başlattığı “adalet temelli kültür kardeşliği dönemi” tasavvurunda gelinen nokta, elbette bir başarı. Fakat bu başarının somutlaştırılması, gerçekten kültür kardeşliği şekline dönüştürülmesi ve ortamın idame ettirilmesi noktasında Türk’ün elini kolunu bağlayan o kadar çok “anti-kültür” unsuru var ki… Meselâ popüler kültür…
Batı kültürü, agresif bir münekkit gibi kendinden başka yeryüzünde var olan tüm kültürleri eleştirmeden, onları aşağılamadan, hatta yok oluşlarını tetiklemeden rahat edemiyor. İşte sorun burada!
Kültürel yozlaşma
Bir toplumun, içerisinde
ilerlediği süreçte ve paket süreler döneminde revaçta olan yönlendirmeler
olarak popülerizm yani “her şeyin modası” konusu, toplumu oluşturan bireylerin
önüne bilinçli olarak konulmaktadır. Belki de popülerizmin en önemli özelliği,
bu kültür çeşidinin önerisine ulaşmak için maddî ve manevî anlamda bir çaba
harcanması durumudur. Bu, doğal sayılabilir. Fakat bu çeşit bir kültürün en
kötü yanı, kotarıcılarına kazandırdığı para akışının kesilmesi ile birlikte
ortadan kalkması/kaldırılması meselesidir. Yani popüler kültür, tamamen yapay
bir önerme olarak yani bir nev’i “saman alevi” gibi parlayıp sönme
hususiyetiyle karşımıza çıkıyor ve pragmatist bir uygulama olarak sayılı zaman
içinde hayatta kalıyor. Çöl çekirgelerinin ekinleri biçip gitmesi gibi…
Makalenin burasında, “kültürel
yozlaşma”ya gelmiş durumdayız. Modern zamanların “kültür hastalığı”
diyebileceğimiz kültürel yozlaşmanın, Batı medeniyetinin korozyonik tortusu
olarak toplumları çürütmeye başlamasının üzerinden çok zaman geçti. Yani konu,
yeni ve modern zamanın sorunu değil. “1789 Fransız Devrimi ile başlayan bir
kasıtlı hareket!” diyelim…
Ondan evvel, sanılanın
aksine, özgür ortamlı imparatorlukların çatısı altında tebaa olarak bulunan
halkları ve onların kültürlerinin kardeşliğini önce milletlere, sonra da
“formatlanan milletler”in içerisindeki alt kültürlere ayrıştırma noktasında
sabıka, Fransız aklına ait sayılmaz. Söz konusu akla sızdığı tarihen sabit bir
“kötü niyetli”nin işi yaşananlar. Zaman içerisinde bu kötü niyet o kadar ileri
gitti ki en ufak bir farklılıktan yeni yeni etnisiteler doğurtarak tam bir “kültür
ırkçılığı” ve kışkırtıcılığını başarıyla yönetti. İşte o ırkçılıktan doğdu
öncelikle kültürlerin düşmanlığı! Bu düşmanlığı tepe tepe kullanan Batı
medeniyeti, başlangıçta kültürlerin dostuymuş gibi davranarak, kendi kültürünü,
hedefindeki kültürel oluşumların her birinin içine sızdırdı. Zaten bu, satanik
aklın bir organizasyonu olarak, yazının muhtevası içerisinde söz ettiğimiz
“Tanışıp bilişesiniz” murâdına karşı yapılan bir saldırıydı. Ve bu saldırının
nihaî amacı, insanlığı “tek tip” yani “satanik kültür”ün pençesine götürüp
bırakmaktı. Hâlâ aynı yönde…
Kültürel yozlaşma
ameliyesi, bu plânın birinci aşaması olarak hayata geçirildi. Maalesef “dünya kültürleri”,
artık yozlaşmış birer kültür tortusu olarak milletlerin hayatlarında ur gibi
duruyor.
Toplumu oluşturan
bireylerin, kendilerine ait olan “hususî kültür” ve değerlerine yeterli saygıyı
ve sahiplenmeyi göstermemesi sonucu ortaya çıkan menfi nihayetin eseri olarak
yozlaşan kültür(ler), kendisini bozmanın ötesinde, ait olduğu milletin millî
olma karakterini de yok ediyor. Böylece oluşuyor köle toplumlar, köle devletler,
hatta köle namzetler! Onun için milletler, hiç olmadığı kadar hain çıkartıyor
günümüzde. Kendi kültürünü hor görenlerin oluşturduğu, bir bakıma “kültür
hainliği” diyebileceğimiz bu yozlaşma, gide gide bir nev’i çağdaşlık olarak
algılanıyor. Bu noktada hepimiz, kutsanan “kültür ihaneti” döneminde yaşayan
bedbahtlarız. Durum budur ne yazık ki!
Bu süflî vaziyet, sadece
Türk milleti ve Türkiye’miz için geçerli bir sona varış durumu değil, dünyaya
ait. Hatta Batılı özgün kültürler de bundan mustarip. Batılı kültürlerin
toplamının “veled-i zinası” diyebileceğimiz ve yukarıda işaret ettiğimiz “kötü
niyet” ve “satanik aklın formatladığı bu kanser kültürü”, agresif yüzyıllarının
sonunda, hemen hemen dünyanın dört bir tarafında gözlemlenen bir gerçeklik
olarak insanlığı tehdit ediyor. Batılı toplumlardan da bir “Jean d’Arc”
çıkmıyor hâlâ. “Kültürel uyku”, her yerde olduğu gibi Batı merkezlerinde de
devam ediyor!
Bir tek Türkiye, kısmî anlamda da olsa uyanık! Henüz girdiğimiz 21’inci yüzyıl, belki de “kültürel milâtın” yaşandığı bir asır olacak. Ve bu asır, “kültürel kıyamet” tehlikesini gören milletlerin yeniden “öze dönüş yüzyılı” olacak. Bu huruç hareketinin ilk örneğiyse, Türkiye'de Türk milletinin başlattığı bir hareket olabileceğini sanıyoruz. Belki de Türkiye'nin tarihî başarısı bu noktadan neşet edecek. Kültürel öze dönüşü başlatan ülke olarak Türkiye, kültürlerin, milletlerin, bağlı olarak insanlığın kurtuluşunun düğmeye basıldığı yer anlamında “yeni tarih”in de önemli merkezi olacak. Bir “şükran”ı hak edecektir o zaman!
Hars ve medeniyet
Kültür deyince akla gelen iki
kavramsa “hars” ve “medeniyet”...
“Tarla sürmek” diye tarif edebileceğimiz hars,
mecazî olarak "kültür" anlamında kullanılıyor çoğu zaman. Bununla
birlikte örf, âdet, gelenek, anane kelimeleri ile benzer bir anlam taşıyor. Bir
de dar çerçeveli coğrafyalarda, bir işin yapılma biçimine işaret ediyor. Cumhuriyet’in
kuruluş zamanının meşhur sosyologlarından Türkçeci Ziya Gökalp'in eserlerinde
sıkça sözü edilen “hars” ile ilgili olarak Atatürk’ün de bir tarif yaptığını
biliyoruz. Bu tarifte diyor ki Mustafa Kemal özetle, “Bence medeniyeti harstan
ayırmak güç ve lüzumsuz. Bize göre hars, bir toplumun devlet ve fikir hayatında
yani bilimde, sosyal alan, sanat ve ekonomik hayatında -tarım, ticaret, zenaat
ve ulaştırma işlerinde- yapabildiği şeylerin sonucudur. Bu nedenle bir
milletin, medeniyetine işaret olsun diye ‘hars’ adı altında saydığımız
yukarıdaki üç faaliyet alanında, toplumun ortaya koyduğu devlet, fikir ve
ekonomi hayatındaki sonuçlardan başka bir şey olamayacağını zannederim”.
Peki, ya medeniyet? Toplumun
tercih ettiği yeni söylemde “uygarlık” da denilen “medeniyet”, bir milletin
maddî ve manevî varlıklarının tamamını ifade eden bir kavram olarak geçiyor
literatürde. Arapça kökenli bir kelime olan “medeniyet”in, bir ülke veya
toplumun, hatta insanın maddî ve manevî varlığının düşünce, sanat, bilim,
teknoloji ürünlerinin tamamını ifade ettiğini söylemeliyiz. Tek kelimeyle
“şehirlilik” diyebileceğimiz medeniyetin “medine” yani “şehir” kelimesinden türediğini
de biliyoruz. Hazreti Peygamber’in yaşadığı kent olarak Medine, aslında o
şehrin sıfatıydı. Şehrin asıl ismi ise Yesrib olarak geçiyor tarihte.
Medeniyetin yeni kullanım şekli olarak “uygarlık” kelimesi ise, Türklerin Orta Asya bozkırlarında, konargöçer oldukları dönemlerin birinde, Yörüklüğü bırakarak yerleşik hayata ilk geçen Türk boyu olan Uygurlardan geliyor.