Medeniyet fenomeni olarak “terbiye”

Medeniyet ve irfanımızın sarsılmadan yürüyebilmesi için okulda, ailede, toplumda eşgüdümlü bilimsel ve ahlâkî terbiye, olmazsa olmazımızdır. Zira “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturu terk edildiğinde, bahşedilmiş hakkımızı kaybetme tehlikesi doğar ki hakkını kaybeden, şerefini de kaybeder.

BİR mahlûku diğerinden ayıran şey, zâtî teşkilâtıdır. Maden, nebat, hayvan ve insan birbirinden farklı olarak vasıflandırılmıştır. Maden büyür; nebat büyür ve yaşar; hayvan büyür, yaşar, hisseder ve hareket eder. İnsan ise büyür, yaşar, hisseder, hareket eder, muhakeme ve idrak eder. Hepsinden ötesi, hür bir mahlûk olarak iradesiyle maddî ve manevî veçhesiyle tekâmül ve terakki eder. Bütün üstün vasıflarına rağmen diğer varlıklardan farklı olarak, insanın temel acziyeti, kendisine bahşedilen kabiliyet hazinesinin tespiti ve inkişafı için bir “terbiye” sürecine muhtaç olmasıdır.

Yaratılış gayesine lâyık bir kıvama gelebilmek adına aslında bütün mahlûkat ilâhî veya iradî bir dönüşüm sürecine ihtiyaç duyar. “Rab” isminin bir mânâsının da “terbiye edici” oluşu, varlığın bir terbiye sayesinde kemâle eriştiğinin, insanın “erbab” olabilmesi için de bir olgunlaşma süreci yaşaması gerektiğinin ifadesidir.

Şekilsiz bir taşın murassa bir sarayın duvarında parlaması, kuru bir ağacın sanatlı bir sultan tahtına dönüşmesi, derbeder bir kelbin hayat kurtaran sadık bir dosta inkılap etmesi ve hâkeza… İnsanın fıtrî vazifesi olan öğrenme ve kâmil mertebeye erişme sayesinde sonsuz mutluluğu hak etmesi de bu cümledendir. Muhakkak ki bu tekâmül, “Hamdım, piştim, yandım” düsturunu anlamlı kılan “terbiye” çemberinden geçmekle kâbildir. Sınırları kuşatılamayan bir mânâyı ifade eden terbiyenin doğumdan ölüme kadar fasılasız ve yaşamın bütün safhalarını kuşatan bir süreç olduğu aşikârdır.

İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren her medeniyetin kendi çağının gerekleri bağlamında bir terbiye sisteminin olduğunu düşünmek makul bir yaklaşımdır. Zira insanlık tarihinin tekâmül ve terakkiden ibaret olduğunu bugün müşahede edebiliyor olmamız bunun bir terbiye sürecinin sonucu olduğunun da kabulünü gerektirir.

Bir eğitim fenomeni olarak terbiye usullerinin tatbikine dair ilk somut örneklere Antik Yunan’da rastlandığı ve bu kavramın Antik Yunan’da kuramsallaştığı günümüzün genel kabulüdür. İnsanın eğitimi mânâsıyla terbiye, Antik Yunan’da, “mektep” mânâsıyla “pedagoji” kavramına tekabül ediyordu. Bu medeniyette seçkinlerin çocuklarını mektebe götürüp getiren hizmetkârlara “pedagog” adı verilirdi. Antik Yunan’da ve Roma medeniyetinde “pedagog” denilen görevlilerin aynı zamanda çocuğun öğretim ve eğitim faaliyetlerine de nezaret etmeleri hasebiyle pedagog terimi “muallim/öğretmen” anlamıyla kavramlaşmıştır.  

Antik Yunan’daki pedagog ile aynı anlamı ifade eden bir diğer kavram da Batı’da on sekizinci yüzyıldan itibaren yaygın olarak kullanılan “mentör” kavramıdır. Prens eğitmeni olan mentör ile Doğu dünyasındaki “lala”, fonksiyon bakımından büyük benzerlik gösterir. Zira her ikisinin de nihaî hedefi, devleti idare etmeye lâyık “mükemmel” bir karakter meydana getirmektir. Mentör ve lala kavramlarının bugünkü yakın anlam karşılığı olarak lider, rehber, danışman, usta, yaşam koçu terimleri kullanılmaktadır.

İslâm medeniyetinde ve Osmanlı eğitim sisteminde pedagog kavramının muadili ve belki daha kapsamlı bir görev tanımı ile “mürebbi” kavramı yaygın olarak istimal edilmiştir. Mürebbi, çocukların talim/öğretim ve terbiye/eğitim faaliyetlerinin organizasyonunda mühim bir rol üstlenmiştir. Osmanlı eğitim sisteminde talim-terbiye olarak klişeleşmiş olan iki temel kavram, günümüzde eğitim-öğretim olarak kullanılmakta olup geçmişten bugüne metotları değişse de muhtevası ve amacı değişmeyen bir gelişim süreci göstermiştir. “İlm” kökünden türetilmiş olan talim, “birine bilgi öğretmek, ders okutmak” iken “rab” kökünden türetilmiş olan terbiye ise “çocuğu besleyip büyütmek, geliştirmek” anlamına gelmektedir. Osmanlı kültüründe eğitimin karşılığı olarak “terbiye”, öğretimin karşılığı olarak “talim” kavramları kullanılmıştır.

Osmanlı eğitim tarihinin maruf siması İsmayıl Hakkı Bey, talim ile terbiye arasındaki farkı insanın hayatındaki sonuçları itibarıyla şöyle mukayese etmiştir: “Yalnızca terbiyeli adam, dikkatli, muhakemeli, azimperver bir adamdır fakat yalnızca talimli, bilgili bir adam hiçbir şey değildir.” Bu mütalâanın ortaya koyduğu hakikat, bir medeniyetin en mühim meselesinin terbiye olması gerektiği gerçeğidir. Çocuklarını terbiye etmiş toplumların devletinin güçlü, milletinin müreffeh olmasına karşın sağlam bir terbiye metodolojisinin kaim olmadığı toplumları hiçbir tedbirin iflastan kurtaramayacağı, tarihin şahitliği ile sabittir. Zira terbiyede asıl gaye başkaları tarafından idare edilmeye muhtaç bir insan değil, kendi kendini idare etmeye muktedir bir insan yetiştirmektir.

Fonksiyonları farklılık göstermekle birlikte bütün inanç sistemleri ve toplumsal kurallar formal terbiyeyi idealize etmektedir. Ebeveynin çocuğa gösterdiği ihtimam, çocuğun yaşayarak öğrendiği tecrübe, velhasıl hayatına tesir eden bütün unsurlar terbiyenin birer kademesi olarak kabul edilse de metodik olarak tatbik edilebileceği asıl sahanın okul olduğu bütün toplumlarda kabul görmüştür.

Sağlam kafa, sağlam vücut

Umumî anlamda insan terbiyesi; zihin terbiyesi, ahlâk terbiyesi ve beden terbiyesi gibi dallara ayrılan bir mefhum olarak telakki edilmiştir. Bu bağlamda çocukların bu dallardaki güçlü yönlerini tespit edip inkişaf ettirme vazifesi eğitimcilerin sorumluluklarını daha da artırmıştır. Beden terbiyesinde muallim, çocuğun duyu organlarının terbiyeye uygun olup olmadığını tespit etmek zorundadır. Beş duyunun hepsi hayat için lâzım olup kendi aralarında sıralandığında görme ve duyma ilk sırada yer alır. Görme ve duyma hassaları zihnî bir faaliyet; koklama, tat alma, dokunma ise dış âlemle ilgilidir. Zihnî hayatın inkişafında görme ve duyma hassalarının özel bir önemi vardır.

Beden terbiyesinde sağlıklı bir vücuda ihtiyaç vardır. İnsanın çalışabilmesi ve zorluklara tahammül edebilmesi için kuvvetli ve faal olması gerekir. Eğitim felsefemizin idealize ettiği “Sağlam kafa sağlam bedende bulunur” düşüncesi, Batı medeniyetinin öğretilerinden olan “Terbiyenin birinci şartı, güçlü ve endamlı bir bedenin gerekliliğidir” düsturu ile paralellik arz eder.

Zihin terbiyesinde ise başat şart, sağlıklı bir hafızadır. Hafızanın geliştirilip geliştirilemeyeceği tartışmalı bir konu olmakla birlikte, hafızası çok güçlü olan çocuk “en zeki çocuk demek de değildir”. Hafızanın fazla geliştirilmesinin muhakemenin inkişafına engel olacağına dair bazı iddialar ileri sürülmüştür. Yani ezberci bir eğitim sisteminin çocukların zihinlerini ezip zekâlarını körelterek zihnin icat yeteneğini körelteceği ileri sürülmüştür. Diğer taraftan, muhakeme yapabilmek için de hafızanın dolu olması gerektiği kabul edilerek bir şey ne kadar çok hafızada tutulursa onu anlama ve muhakeme etme yeteneğinin de o kadar artacağı kabul edilmiştir. Zira “insan kelimelerle konuşur ama kavramlarla düşünür”. Hafızamızdaki kavramların çokluğu, düşünce dünyamızın da sınırlarını çizer. İnsan, hafızasında olmayan bir kavram hakkında düşünemez.

Mektep terbiyesinde düzen ve başarının ilk şartı, muallim ile talebe arasındaki samimî bağdır. Talebe muallimi severse kendisine itaat etmeye meyleder. Bu bağın oluşmasında en önemli ölçüt, muallimin adil olması ve çocuğa tehditkâr konuşmamasıdır. Mektep terbiyesinde mükâfatlandırmanın cezalandırmadan daha olumlu neticeler verdiği şüphesizdir. Mükâfat çocuğu teşvik eder, onurlandırır. Küçük çocuklarda cezalar tahkire yönelik ve çocuğu küçük düşürücü mahiyette olmamalıdır. Bedenî cezalar çocuğu ıslah etmekten ziyade duyarsız hâle getirip aynı tip davranışlara alıştıracağından, çocuğu isyana sevk ederek şahsiyetine zarar verir.

“İnsan kelimelerle konuşur ama kavramlarla düşünür”. Hafızamızdaki kavramların çokluğu, düşünce dünyamızın da sınırlarını çizer. İnsan, hafızasında olmayan bir kavram hakkında düşünemez. 

Osmanlı’da talim ve terbiye programı

Genel anlamda insan, özel anlamda ise çocuk terbiyesi Osmanlı eğitim felsefesinin de temel dinamiğini teşkil ederdi. Osmanlı eğitim sisteminde muallim, çocuğun zihinsel, bedensel ve irade terbiyesinde ilk ve en muteber resmî merci olarak ayrıcalıklı bir yere sahipti. Klasik Osmanlı döneminde terbiye, standart bir faaliyet olmaktan ziyade muallimin şahsî program ve inisiyatifine dâhildi.

Terbiyenin bireysel bir faaliyet olmaktan çıkarılıp bir mektep vazifesi olduğunu kabul, on dokuzuncu asır ortalarına kadar gecikmiştir. Sultan İkinci Mahmud devrinde ihdas edilmeye başlayan Osmanlı eğitim sisteminin ilkokulları olan “Sıbyan Mekteplerinin” öğretimden ziyade eğitim kurumları olduğunu söylemek hata olmaz. Bu kurumların hedeflerinin başında talebelerin “terbiye” olarak adlandırılan temel bir eğitim ve disipline tâbi tutulmaları yer almıştır. Abbasiler devrinde “küttab” olarak anılan mekteb, Osmanlı’da “Sıbyan Mektebi” olarak adlandırılmıştır. Aynı kavramın “Dâruttalim”, “Mahalle Mektebi”, “Mekteb-i İbtidaiye” olarak toplumda yaygın bir kullanımı vardı.

Çocuklara Kur’ân okutma, dinî vazifelerinin usullerini, ayet ve duaları öğretmenin yanında az da olsa yazı talimi yaptırmaya yönelik bir müfredat uygulayan Osmanlı Sıbyan Mekteplerinde terbiye okulun temel vazifesi, muallim ise terbiyenin tatbik edilmesinde itaat edilmesi gereken bir otorite olarak görülmüştür.

Klasik Osmanlı eğitimindeki terbiyenin muallimin kişisel uygulamasına bağlı olmaktan çıkarılması, modern mektepler kurularak program ve müfredatlarının ıslahı ve esaslarının standart hâle getirilmesi Tanzimat döneminde gerçekleşmiştir. 1847’de yayınlanan ve bir disiplin yönetmeliği niteliği arz eden talimatnameyle mekteplerde ödül ve cezayı gerektirecek davranışlar ilk defa belirlenmiştir. Ders programı ve müfredatı ıslah edilen eğitim sisteminin ilköğretim kademesinde Sıbyan Mektepleri, ortaöğretim kademesinde Rüşdiye, İdadiye ve Sultaniye, yükseköğretimde ise Dârülfünun, yeni eğitim kurumları olarak hizmet vermişlerdir.

Tanzimat dönemi Osmanlı eğitim sisteminde okulların fonksiyon ve muhtevasında Fransız eğitim sisteminin açık tesiri görülür. 1869 yılında çıkarılan Maarif Nizamnâmesi, Osmanlı Maarif Nazırı Safvet Paşa’nın Fransa maarif teşkilatından ilham alarak hazırlattığı bir nizamname olup Fransız Hükümeti’nin yönlendirmeleri doğrultusunda düzenlemeleri ihtiva ediyordu. 1868 yılında açılan Galatasaray Sultanisi de Fransız Maarif Nazırı Victor Duruy’un hazırlamış olduğu rapor doğrultusunda açılmış bir kurum olup, ilk programı Fransız Hükümeti tarafından okulun ilk müdürü olarak gönderilen Mösyö de Salve tarafından yapılmıştır.

Osmanlı eğitim sisteminin en önemli elemanı ve temeli olarak kabul edilen muallim yetiştirme meselesi son asır Osmanlı maarifinin yoğun mesai harcadığı konuların başında yer almıştır. İlk Dârülmuallimîn-i Sıbyan (İbtidai Öğretmen Okulu), 1868 yılı sonlarında İstanbul Beyazıt’ta açılmıştır. Maarif camiasında muallimlerin devlet tarafından yetiştirilmesi, devletin muallimi istediği yere yollayabilmesi, muallimlerin köylere gönderilerek taşranın eğitim seviyesinin yükseltilmesi tartışılmıştır. Nitelikli muallimin eğitim sisteminin en önemli unsuru olduğu kabulü ile nitelikli muallim yetiştirmenin yollarına dair sürekli fikir yürütülmüştür. Amelî/uygulama yönü gelişmiş bir muallimin çocuğun yeteneklerini geliştirmek yerine onun zihnine sadece bir talim/bilgi yükleyebileceği, diğer taraftan nazarî/teorik yönü gelişmiş bir muallimin ise talebesine gerçek hayatta lâzım olan müspet bilgileri vermede yetersiz kalacağı öngörülerek muallimin iki yönünün de geliştirilmesi sayesinde hakikî gayesine ulaşabileceği vurgulanmıştır.

İkinci Meşrutiyet döneminde hem nitelikli, hem de çok sayıda Sıbyan muallimi yetiştirilmesine özen gösterilmiştir. Osmanlı toplumu için büyük bir felâket olan Birinci Dünya Harbi, genç öğretmen neslin sayısının azalması gibi olumsuz bir durumla neticelenmiştir. Bu durumun yol açabileceği tehlikeyi sezen Osmanlı idaresi, Dârülmuallimîn’in muallim ve talebelerini askere almayıp çalışmalarına harp esnasında da devam etmelerine imkân sağlayarak istikbâli inşâ edecek nesli harbin cehennem değirmeninin öğütmesine mâni olmuştur.

Sekiz buçuk asırlık onulmaz bir cidalin neticesinde düşüp, düştüğü yerden tekrar kıyam eden asil medeniyetimiz, evrensel terbiye yarışını terk etmenin er meydanından silinmek olduğunu acı bir tecrübe ile idrak etmiştir. Bu acı tecrübeden çıkarabileceğimiz ders, uhrevî ve dünyevî terbiyenin şahsî ve toplumsal tekâmülün ayrılmaz fiilî duası olduğudur.

Son söz

Nurettin Topçu, terbiyenin ailede, okulda ve millet hayatında tebarüz edebilmesinin şartlarını sayarken dinin, ahlâkın, sanatın, tarafsız bir tarih kültürünün derin bir iç terbiye ile işlenmesini, toplumda bir estetik dâvâsı oluşturulmasını, sorumluluk ve fedakârlık duyguları ile nefsini toplumuna vakfetmiş insanların fikirlerine değer verilmesini, şahsî menfaatlerin toplumsal menfaatlerin önüne geçmemesini, ahlâk eğitiminin sağlam temellere dayanması ve bunların korunması için resmî otoriteye bağlanmak gerektiğini tavsiye etmiştir.

Ezcümle, bu ideale ulaşma yolunda rotamız, aslına sadık, yeniliklere açık ve idealist bir çizgide olmalıdır. Medeniyet ve irfanımızın sarsılmadan yürüyebilmesi için okulda, ailede, toplumda eşgüdümlü bilimsel ve ahlâkî terbiye, olmazsa olmazımızdır. Zira “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturu terk edildiğinde, bahşedilmiş hakkımızı kaybetme tehlikesi doğar ki hakkını kaybeden, şerefini de kaybeder.