Medenî vahşetin gölgesinde yazmak

Ne gariptir ki, bu beyaz efendilerin medeniyet götürdüğü kara topraklardaki gönülleri ak olan güzel insanlar köleleşip açlığa mahkûm edilirlerken, bölgenin tüm yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sayesinde medeniyet ehramlarının bir yenisini dikenler medenî kaldılar(!). Ama o saf insanların İncil’i olsa da yiyecek ekmeği, içecek suyu ve dahası bir damla huzuru hiç olmadı. Adları ise hâlâ “vahşi yerli”, “yamyam”…

“TÜKÜRÜN milleti alçakça vuran darbelere!/ Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!/ Tükürün ehl-i salîbin hayâsız yüzüne!/ Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!/ Medeniyet denilen maskara mahlûku görün,/ Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!” (Mehmed Âkif)

Garabetler

Yazı yazmak zor iş… İnsanın derdini anlatabilmesi gibi zor… Zira anlatmak istediğiniz veya anlattığınız her şey, muhatabınızın anladığı kadardır. Merhum Mehmed Âkif’in hem girizgâhtaki şiirinde, hem de İstiklâl Marşı’mızda medeniyeti “tek dişi kalmış canavar, ikiyüzlü ve maskara bir mahlûk” olarak nitelemesi, bazı önyargılı çevrelerce medeniyet düşmanlığı olarak telakki edilmiş. Ne garabet!

Yine birçok kişi, “medeniyet” denilince elektrik, çamaşır makinası, ütü, buzdolabı, otomobil ve uçak gibi teknolojik gelişmeleri anlıyor. Medeniyet hakkında bir şeyler söyleyince, hemen “Bunlar terakki düşmanı, gerici, yobaz!” deyiveriyorlar. Bu da ayrı bir garabet!

Kimileri de “medeniyet” denilince, sadece kadim uygarlıkların günümüze gelen eserlerini medeniyet addediyor. Heykeller, mabetler, sunaklar, harabeler, Antik Yunan, Roma gibi… Bu da ayrı bir garabet!

İşte burada son noktayı Yusuf Kaplan Hoca koyuyor: “Medeniyet deyince, Batı uygarlığından ne anlıyorsak, onu anlıyoruz sadece!” İşte asıl garabet de bu!

Nedir şu “medeniyet” dedikleri acep?

Nedir medeniyet? Bir tarifi yok mu? Yenir mi, içilir mi, giyilir mi? Şekli şemaili nasıldır?

Muallim Naci medeniyeti, "Medenîlik, şehirlilik, bedevîliğin zıddı; terakkiyât-ı hâzıraya muvafık surette maîşet ve ictima" diye tarif etmiş Lügat-ı Naci’de.

Şemseddin Sami ise Kâmûs-i Türkî’de, "İlim, teknik, sanayi ve ticaretin nimetlerinden gerçek anlamda yararlanarak bolluk, rahatlık ve güvenlik içinde yaşayış, hazariyet, terakkî” demiş.

Batı dillerinde “medeniyet” karşılığı olan “civilisation” da Latincede “şehirli” anlamına gelen “civilis” kelimesinden türetilmiş. Bu açıdan bakıldığında medeniyeti “şehir hayatının getirdiği siyâsî ve içtimaî alanlarda yaşanan ekonomik, teknik ve entelektüel birikim” olarak görebiliriz.

Türk Dil Kurumu da sözlüğünde “uygarlık” olarak tarif etmiş medeniyeti. Bu arada anti-parantez, uygarlığı da “Uygar olma durumu, medeniyet, medenilik; bir ülkenin, bir toplumun maddî ve manevî varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü, medeniyet” diye açıklamış. Hemen bu araya Yusuf Kaplan’ın “Medeniyet Manifestosu” yazısından birkaç satır alıntı ile girelim:

“Uygarlık yani sivilizasyon, tek boyutludur; yalnızca yatay düzlemde var olur. O yüzden sadece yüzeyle ilgilenir, her şeyi yüzeyselleştirerek düzleştirir. Ve bitirir... Uygarlığın dünyası, yalnızca mülk âlemidir. O yüzden her şeye malik olmak, sahip olmak, kontrol ve kolonize etmek ister. Melikleşir. Melekleşmekten ürker. Uygarlık, yok etmesini bilir yalnızca. Her şeyi yok eder. Medeniyet ise her şeyi var edicidir. Her şeye ve herkese kendi olarak hayat bahşeder. Medeniyetin özü hikmet, uygarlığın özü şiddettir.” (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 22 Mayıs 2017)

Kafanız karıştı, değil mi?

İslâm ve Batı medeniyeti

Yine medeniyet sahasında kafa yormuş, kalem oynatmış kişilerin tariflerinden de birkaçını alarak işi anlamaya çalışalım. Bu isimlerden biri olan Ziya Gökalp, "Aynı gelişmişlik düzeyinde bulunan birçok milletin toplumsal yaşayışlarının ortak bir toplamıdır" der medeniyet için. Bu tanıma göre Avrupa ve Amerika’dan müteşekkil bir Batı medeniyetinden söz edebiliriz.

İnsanlık tarihi boyunca birçok medeniyet teşekkül etmiş, bunların birçoğu da yıkılıp gitmiş. İngiliz tarihçi Arnold Joseph Toynbee, tespit edilen 16 medeniyetin öldüğünü, beşinin de Batı medeniyeti tarafından yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu itiraf eder.

Bugün dünya üzerinde Hıristiyanlık ve Yahudilik ile diğer “izm”lerin tesirinde bir Batı ve bir de İslâm medeniyeti görülmektedir. İslâm medeniyeti de İslâm dinini kabul etmiş milletlerin, bu dinin etkisi altında kalarak meydana getirdikleri medeniyettir. “İslâm medeniyeti” denilince tekrar Yusuf Kaplan Hoca’ya kulak verelim: “Medeniyetin tohumları peygamberler tarafından ekilir. Bizim medeniyetimizin kaynağı vahiy, kurucusu Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber, kurucu sütunları ise ilim, irfan ve hikmet menzilleridir.” (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 22 Mayıs 2017)

Başlangıcı ve kurulumu bu şekilde olan bir medeniyet, dünyaya elbette huzuru ve barışı getirdi. Bu yüzden İslâm medeniyetinin fazilet ve tarihini anlatmayacağım. İslâm medeniyetinin başına gelenler hakkında bir iki şey yazacağım sadece.

Kim medenî, kim bedevî?

Zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Zira yüz yıllardır dünyanın süper güçleri bu coğrafyayı yönetmek ve sömürmek adına elinden geleni ardına koymamakta. Tek dişi kalmış sözüm ona Batı medeniyeti, öldürmek, yok etmek, sömürmek adına elindeki bütün enstrümanlarla abandıkça abanıyor bu garip coğrafyanın gariban insanlarının üzerine. Biz de dâhil herkes, tüm dünya, bu insanları bedevîlik, cahillik ve vahşilikle suçluyoruz. Evet, bu insanlar cahiller, ama bu insanların içerisinden dün nice âlimler, nice bilim adamları, nice sultanlar, kahramanlar çıkmamış mıydı?

Peki, bu insanların ataları yüz yıllarca Batı’nın hayâllerini, rüyalarını süsleyen bir medeniyetin sahipleri değiller miydi? Haçlı Seferlerine katılan bir sürü maceraperestin iştihalarında bu masalımsı, efsanevî zenginlikler yok muydu? Avrupa’nın göbeği İspanya’da Endülüs İslâm Medeniyeti’ni kuran insanlar, bu topraklardan oralara gitmemişler miydi? Dün bu insanların dedeleri İspanya’ya gidip de orada bir medeniyet inşâ ederlerken, bu medeniyet, zamanın Avrupa’sının içinde yaşadığı ve Ortaçağ denilen karanlığı aydınlatırken, tarih kitaplarında ballandıra ballandıra anlattıkları Rönesans ve Reform hareketlerine öncülük etmişken, teşekkür etmek yerine bu medeniyeti ortadan kaldıran Batı, nedense hep medenîdir(!).

Yağmacı, serseri, maceraperest ve çoğu katillerden oluşan “Haçlı sürüleri” de zaten hep medenî oldular(!). Tıpkı Amerika’yı keşfeden diğer akrabalarının yerli halka yaptıkları zulüm, soykırım ortada dururken, vahşet ihalesinin/yaftasının yerli Kızılderililer üzerinde kaldığı gibi… İşgalci, sömürgeci, soykırımcı bu efendiler, o zaman da sözüm ona medenî idiler.

Ne gariptir ki, bu beyaz efendilerin medeniyet götürdüğü kara topraklardaki gönülleri ak olan güzel insanlar köleleşip açlığa mahkûm edilirlerken, bölgenin tüm yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sayesinde medeniyet ehramlarının bir yenisini dikenler medenî kaldılar(!). Ama o saf insanların İncil’i olsa da yiyecek ekmeği, içecek suyu ve dahası bir damla huzuru hiç olmadı. Adları ise hâlâ “vahşi yerli”, “yamyam”…

İnsanlığın son adası sayılan Osmanlı’yı parça parça ederken milyonlarca sterlin, milyonlarca doları harcayanlar, acaba geri kalmış bu coğrafyayı ihya etmeye mi çalışmışlar, yoksa imha etmeye mi? Tıpkı bir insanın uzuvlarını canlı canlı parçalarcasına kopardıkları bu coğrafyada aynı dili konuşan insanlar için neden tek bir Arap devleti kurulmamıştı? Hempeer’ler, John Philby’ler, Gertrude Bell’ler, Lawrence’ler ve daha niceleri İslâm birliğini parçalarken, onlara hangi medeniyeti vaat etmişlerdi? Şerif Hüseyin, Faysal, Saddam, Esed gibi bir sürü kuklayı sözüm ona devlet başkanı veya kral olarak atadılar. İşleri bitince çoğunu imha ettiler.

Bölgede yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen mezhep, meşrep, kabile, aşiret kavgalarını körükleyerek çıkardıkları yangınları söndürmek yerine, bu toprakların petrolü ile kafaları çekip, dünkü arenalarda insanları birbirlerine kırdırmaktan, vahşi hayvanlara parçalatmaktan zevk duydukları gibi seyrediyor ve ateşi körüklemekten geri durmuyorlar.

Petrolü sömürmek adına geldikleri bu topraklara kan ve gözyaşı getiren bu medenî (!) insanlar, kabileleri birbirine düşürerek bölgede birçok aslı astarı olmayan ideoloji, mezhep ve fikriyat yerleştirerek Mehmed Âkif’in deyimiyle işte bu tek dişi kalmış imha ve zulüm medeniyetini inşâ ettiler.

Bu sömürülmüş, fakir ve cahil bırakılmış insanların ellerine kitap mı verdiler, ekmek mi? Hayır, aksine silah verdiler! Fitne ateşini tutuşturacak fikirler verdiler. Muhammed Kesnizani (Irak’ın FETÖ’sü), Ebu Bekir Şekau (Boko Haram lideri), F. Gülen, Ebubekir Bağdadi (DAEŞ’in kurucusu, Yahudi asıllı olduğu ve adının Shimon Eilot olduğu iddia edilen kişi) gibi bir sürü devşirmeyi bölgeye saldılar. DAEŞ, PKK ve PYD gibi bir sürü örgütü finanse ettiler, silahlandırdılar ve birbirlerine kırdırdılar.

“Size özgürlük getirdik” dediler. Darbeler yaptırdılar, “Arap Baharı” dediler… Ama sonuç yine aynı oldu: Kan ve gözyaşı…

Dünyaya demokrasi, insan hakları, özgürlük getirmek için kolları sıvayan Batı, işine geldiğinde kralları, diktatörleri korudu. Darbeleri finanse ederek halkı tiranlara ezdirdi. Halkın hür iradesi ile işbaşına gelenleri, kuklaları aracılığı ile hapse attırdı. Birçoğunu idam ettirdi. İşte bunları yapanlar, her zaman medenî oldular(!). Ezilen, yok edilen bu insanlar ise “bedevî, vahşi ve cahil”…

Medeniyetin tek dişi altındaki Türkiye’m

Osmanlı sonrası bizde ne oldu dersiniz? Osmanlı hasta adamdı onlara göre, bizim medenî olmamız için bazı “Tanzimat ve Islahat”lara ihtiyaç vardı. Bir anayasamız olsa, bir meclis-i mebusanımız olsa her şey bir anda değişecekti. Bir de bizi geri bırakan şu dine de ayar verildi mi, tamamdı her şey(!). Bir iki gardırop düzenlemesi ile şekil şemail, giyim kuşam değişince medenî olacaktık. Hadi fazla geri gitmeyelim, 1908 yılındaki meşhur 31 Mart Hâdisesi’nden başlayalım!

Alman ve İngiliz istihbaratlarının ayrı ayrı senaryolar yazıp yönettiği bu hengâmede yüzyıllık plânlarının önündeki tek set olan Sultan Abdülhamid’i tahttan indirip çöküşümüzü hızlandırmadılar mı?

Sykes-Picott anlaşması gereği ülkemizi işgal edip sonunda bizlere sadece Anadolu’dan müteşekkil bu coğrafyayı bırakmadılar mı? Şimdi birileri “Biz savaştık ve istiklâlimizi geri kazandık” diyebilir. Evet, savaştık. “Mîsak-ı Millî” diye adlandırdığımız bir coğrafyayı kurtarmak adına savaştık. Peki, bu sınırları bize verdiler mi? Musul, Kerkük, Halep, Batı Trakya elimizden çıktı gitti.

Osmanlı yorganı bitince kavga bitti mi? Hayır! Bizi kendi hâlimize bıraktılar mı? Hayır! Cumhuriyet sonrasında bize de bu vahşeti yaşatmadılar mı? Yaşattılar.

Aradaki bir dönemi atlayalım, gelelim 1960’a. Halkın seçtiği bir hükûmet darbeyle yıkılıyor ve bir Başbakan ile iki Bakan idam ediliyor. Bu cinayet bir de yıllarca bayram olarak kutlanıyor. Peşinden 70 ve 80 darbeleri… Yitirilen hayatlar, ölenler…

Bir Jandarma Genel Komutanı, Ankara’da suikasta kurban gidiyor. Bir Cumhurbaşkanı zehirleniyor. 28 Şubat p(F)ost-modern darbesi… Geleceği karatılan kızlarımız, gençlerimiz… Bir hükûmet, alavere ile görevden uzaklaştırılıyor. Meclis’in en küçük partisine hükûmet kurduruluyor. Ama hâlâ yetmiyor. Partisi küçük ama sevgisi büyük bir yiğit liderin helikopteri düşürülüyor. Üç gün enkazına ulaşılamıyor. Göz göre göre şehit ediliyor! Faili meçhulü meşhur cinayetler zinciri…

“Artık darbeler olmayacak” denirken bu kez 15 Temmuz akşamı bir meczup ve kurşun askerleri, saçma sapan bir işe kalkışıyor. 248 şehit veriyoruz ama “Yeter artık!” diyoruz. Elimizin tersiyle geri püskürtüyoruz bu ihaneti. Ama hâlâ bitmiyor. Her gün bir yerde bombalar patlıyor. “Müttefik” dediğimiz Avrupa ve ABD bize ihanette yarışa girmiş iken, yakınlaşmak zorunda kaldığımız Rusya ile ilişkilerimizi bozmak adına Rus elçisine suikast düzenleniyor. Çağın Hasan Sabbah’ı, Amerika’daki Alamut’tan emir veriyor ve piyonları alçakça bu işi yapabiliyor.

İşte şimdi sınırımızın bir adım ötesinde devasa bir yangın yanıyor! Sanki bu ateş, rivayetlerdeki Busra’daki develerin boyunlarını aydınlatan ve sel olup akan bir ateş… Sanki bu ateş, insanları önüne katıp yerinden yurdundan eden bir ateş… Yüzyıllık Sykes-Picott anlaşması bitti. Sınırlar yeniden çizilmeye çalışılıyor. Tek engel Türkiye ve Cumhurbaşkanımız Erdoğan! Tüm bu olaylar, patlayan bombalar Türkiye’yi, dahası Erdoğan’ı etkisiz hâle getirmek için. Amaçlarına ulaşırlarsa yeni sınırlar çizilecek, yeni sömürgeler oluşacak.

Medeniyet bu kadar kötü mü?

Medenî olmak elbette kötü değil. Kavramlar karışınca, medeniyetin yerini “uygarlık” alınca ve siz, medeniyete uygarlık zaviyesinden bakmaya başladığınızda işin rengi ve şekli değişiyor. Hikmetin yerini şiddet, hizmetin yerini hükümranlık, melekliğin yerini meliklik alıyor. Melikler, hükümdarlar da karşısındakini yok etmeyi bir hüner, bir gereklilik, bir vazife addediyor kendisine.

Oysa biz, insanlığın hayrına, faydasına olan her şeyi, her yeniliği, her bilgiyi alıp kullanabiliriz. Bu konuda haksız yere medeniyet düşmanı olarak taşlanan merhum Mehmed Âkif Ersoy, Sebilürreşad dergisinde yayımlanan bir Kastamonu vaazında şöyle der: "Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkîleri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkîleri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalıdır!" (Sebilürreşad, 1339, s. 250)

Evet, onlara inanır, onların iğvalarına kapılır, tuzaklarına düşersek birbirimizi yeriz. Bir Kızılderili atasözünde, “Bir suda iki balık kavga ediyorsa, oradan beş dakika önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir” der.   Bu coğrafyada kardeşler bugün birbirini boğazlıyorsa, bunun sebebi bu uzun bacaklı İngilizlerin ektikleri nifak tohumları yüzündendir. Bunun yüzündendir ki, dün Abdulhamid’e yapılan suikastı, “Ey şanlı avcı, damını bîhûde kurmadın!/ Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın” diye alkışlayanlar olduğu gibi, bugün de içten içe ülkede yaşanan darbe girişimlerine, patlayan bombalara, şehit edilen askerlere maalesef sevinenler var. Sınırın bir adım ötesinde yaşananları gördükleri hâlde “Bize ne, ne işimiz var burada?” diyenlerimiz var. Dahası, başımıza bunca iş getiren Batı’yı görmeyip hâlâ ondan medet bekleyenler var.

Sonuç

Yazımızın başında yazmanın zorluğundan bahsettik. Sonra da yaşadığımız bu zor zamanın bir resmini çıkardık. İşte bu zor zamanda, yaşamak kadar edebiyat yapmak, yazmak, çizmek de zor! Yaşananlara sessiz kalmak imkânsız! Darb-ı mesel olmuş şu söz, ne kadar manidar değil mi? “Aklın eriyor ama gücün yetmiyor.”

Gücümüz duaya yetiyor. Allah’a sığınıp yaşıyoruz. Birliğimiz, dirliğimiz için Allah’a dua ediyoruz. Güçlü bir Türkiye için, ümmetin birliği için, mutlu yarınlar için yazıyoruz, yazmaya da devam edeceğiz inşallah.