Meclis’te konuşmak: Mahmud Abbas hikâyemiz

Bugün Stalin sonrası alkışı kesenin bedelini ödeyeceği konuşmaların en somut örneği Kuzey Kore’de yaşanıyor. Ancak fark ettik ki, tüm dünya bir emperyalist-kapitalist-Siyonist hegemonya altında meğer büyük bir Kuzey Kore’ymiş, Kuzey Kore’yi yaşıyormuş.

HERHANGİ bir ülkenin meclisi, parlamentosu ya da kongresi, o ülkenin en önemli istişare alanıdır ve bu zeminlerden herhangi birinde temsil imkânı bulmak, hatta o zeminin kürsüsünde söylevde bulunup zeminin sakinlerine, o ülkeye ve hatta tüm dünya halklarına hitap edebilmek, çok büyük bir velinimettir.

Meclise sahip olmanın ehemmiyetini Romalılarla tanır genel tarih. Ancak başında monarşik bir sistem işlese bile tarih boyunca her devletin bir meclisi olmuştur. Örneğin bizim Osmanlı nefretzâdelerinin Meclis-i Mebusan’ı zorla görmeleri bir yana, Encümen-i Daniş ile ülkenin en nitelikli kanaat önderlerinin devletin reisinin kararlarına ve yönetim-organizasyon sürecine müdahalelerine şahit oluruz.

Göktürklerde de, Asurlarda da, Sümerlerde de, Barbar kavimler olarak Germenler, Gotlar ya da Vizigotlarda da, Araplarda da, Kıptilerde de, İnkalarda da, Azteklerde de bir meclis olduğundan haberdarız. Encümen ve ihtiyar olmak, her toplum ve her halk için toplumsal kuralları derlemek ve yönetimde her kesimden haberdar olmak için bir ihtiyaç.

Bu ihtiyaç nedeniyle meclis kutsal ve mühim. Bu ihtiyaca cevap bulabilmek dahi devletleşmek demek. Meselâ Büyük Millet Meclisi’nin Cumhuriyet’in ilânından evvel kurulmuş olması, bir tür “Hazır mısınız? Başlıyoruz!” demek.

Elbette her halk devletleşmek imkânını elde edemeyebilir. Bu bakımdan da bir meclise sahip olmak, toplumsal dayanışmayı sağlayabilmek adına çok daha önem kazanır.

Bir de monarşi üzerinden tek bir kimsenin bütün halk üzerindeki egemenliğini eleştirenlerin en çok övdüğü sistemlerden biri olarak sosyalizmin en ileri yönetim örneği var tarihin tanık olduğu: SSCB.

SSCB örneğiyle insanlık, halkın bütünüyle temsil edildiği bir meclis yerine, ülkeye egemen partinin kongresini en yüksek temsil merci olarak kanıksadı.

Partiye üye olmanın bir statüko olduğu bu örnekte, bugün bile kendisini komünizm ve sosyalizmle tanımlayan kitlenin öncü lider olarak kutsadığı Joseph Stalin ile parti kongresinde konuşmak, başka bir seviyeye yerleştirildi. Bu seviye, Stalin özelinde sosyalist diktatöryanın en etkili olduğu seviye olurken, SSCB’yi örnek alan her ülkede lider, kongre konuşmaları ve tavırlarıyla Stalin’i idol kabul etti. Bir tür Stalinist bir lider modeli yüklenmişti dünya. Kongrede, mecliste, parlamentoda konuşmak, dünyaya bir mesaj vermek bakımından en etkili yerdi.

Daha evvel İngiliz krallarının BBC Radyo’dan yaptıkları hitaplar yahut ABD başkanlarının Oval Ofis’e kurulan kameralara konuşmaları hiç de etkili değildi. Çünkü karşılarında büyük bir kalabalık, o kalabalığı alkışlar ve yükselmelerle yönlendiren şakşakçıları yoktu. Ancak Stalin’le başlayan kongre/meclis konuşmaları yöntemi, sonrasında “Alkışı kesen, bedelini öder” düşüncesinin yerleştiği deneyler oldu adeta.

Bugün Stalin sonrası alkışı kesenin bedelini ödeyeceği konuşmaların en somut örneği Kuzey Kore’de yaşanıyor. Ancak fark ettik ki, tüm dünya bir emperyalist-kapitalist-Siyonist hegemonya altında meğer büyük bir Kuzey Kore’ymiş, Kuzey Kore’yi yaşıyormuş.

Evet, ABD Kongresi’ne henüz girişinde ayakta alkışlarla karşılanan, konuşması 54 defa ayakta alkışlarla kesilen ve konuşma bitiminde yine ayakta alkışlarla uğurlanan Siyonist katil Binyamin Netanyahu’nun bugünün küresel Stalin’i olduğuna ciğerlerimize kızgın yağlar dökülmüşçesine acıyla şahit olduk.

ABD Kongresi’nde kendilerine adeta, “Bu katili alkışı kesenin istikbâlini de biz keseriz” denilen Siyonizm kulu Kongre üyeleri, “Aman yorulurum da bütün varlığımı yitiririm” korkusuyla bir vahşi soykırım katilini alkışladı da alkışladı.

Bunun üzerine Filistin Cumhurbaşkanı sıfatıyla Mahmud Abbas, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşması için Türkiye’ye davet edildi. Ancak Abbas, başlangıçta alınan duyumlara göre bu daveti kabul etmedi. Aslında Netanyahu, Siyonist terörün devletinin “başbakan” sıfatına sahipti. Yani Netanyahu’nun dengi, Filistin’in “başbakanı” olması gerekirken Abbas’ın ayak oyunlarıyla kabul görmeyen HAMAS Siyâsî Büro Başkanı İsmail Haniye idi. Fakat Haniye, her yönüyle işbirlikçileri de belli olan bir suikastla şehit oldu. Ve Abbas, kendisine iletilen daveti bu kez kabul etti. Aslında Haniye’nin yerine seçilen isim olarak muhatap, Yahya Sinvar olmalıydı. Fakat olan oldu. Olağanda Herzog ile denk olan Abbas, TBMM’de konuştu. Ne dünyaya racon kesti, ne de dünya Müslümanları bundan memnun kaldı.

TBMM Başkanı Sayın Numan Kurtulmuş’un konuşması, Abbas’a karşı olan tepkiyi sakinleştirmek açısından son derece anlamlıydı. “Alkışınız kesilirse arpanız da kesilir” diyen olmadı, böyle bir mesaj çıkaran da olmadı, salonda korkuyla oturan da olmadı.

Haniye’nin oğullarının birkaç gün evvel Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı ziyaretleri benim için daha anlamlıydı.

Üstad, hislerime tercüman oldu:

“Ondan kalan boynu bükük ve sefil

Bahçeye diktiği üç beş karanfil…”