
İngilizlerin
işgal politikaları ve saldırıları
İSTANBUL’da bir terör ve baskı
politikası izleyen İngilizler, son olarak 16 Mart 1920 günü Meclis-i Mebusan’ı basarak
milletvekillerinin bir kısmını tutuklayıp bir kısmını sürgüne gönderdiler.
Gelişmelerin istedikleri gibi gitmemesi üzerine yüksek komiserler ve işgal
polisi şehri ablukaya aldı. Letafet Apartmanı’nı basarak 8 Türk’ü şehit
ettiler. Birkaç gün sonra Harbiye eski Nazırı Cemal Paşa’nın evi basıldı. Harbiye
Nezareti, İngiliz General Shuttleworth’un kontrolüne verildi.
16 Mart 1920 günü sabah 05:45 sularında İngiliz askerleri araca bindirilmiş
iki birlik hâlinde Beyazıt Direklerarası’nda bulunan Şehzadebaşı 10’uncu Kafkas
Tümenine bağlı karargâh birliği karakoluna geldiler. Askerlerin uyuduğu koğuşa
giren İngiliz askerleri, karargâh bölüğü erlerinden beşini ateş açarak öldürdü,
onunu yaraladı. Bunun üzerine hükûmet yetkilileri işgal güçleri komutanlığına
nota vererek durumu protesto ettiler. Hariciye Nazırı Safa Bey, 17 Mart 1920
günü İngiliz yüksek komiserlerine şu tarihî muhtırayı vermişti:
“50 İngiliz askerinden mürekkep bir müfreze, dün sabah
saat 10’a doğru Şehzadebaşı’ndaki 10’uncu Tümen Karargâhı’nda bulunan askerlere
mesken vazîfesini gören binanın önüne otomobille gelmiş ve evvelâ nöbet
bekleyen Türk askerine taarruz etmiştir. Askerin bağırması üzerine nöbetçi
onbaşısı koşarak yanına gelmiş ve müfrezeye kumanda eden subayın tabancasından
çıkan kurşunlarla yaralanmıştır. İngiliz askerleri bundan sonra yatakhaneye
girmişler ve henüz yatmakta olan askerlere ateş etmeye başlamışlardır.
Bir müddet sonra hâdise mahalline bir miktar Hintli
asker gelmiş ve bunlar da taarruza iştirak etmişlerdir. Yatakhanede bu hâdise
cereyan ederken, 15 kadar İngiliz askerî mızıka kıtası askerlerine ait odaya
girmişler ve bunları koridorda bir sıraya dizdikten sonra İngiliz subayı,
çavuşun kendisine mızıka efradı olduklarını söylemesine ve filhakika silahsız
olmalarına ve hiçbir mukavemet teşebbüsünde bulunmamalarına rağmen, askerlerine
onlara ateş etmelerini emretmiştir. Netîcede mızıka askerlerinden üçü
öldürülmüş, ikisi yaralanmıştır. Diğerlerine gelince, bunlar yere yatmak veya
kaçmak sûretiyle ölümden kurtulmuşlardır.
Diğer cihetten, üst katta yatmakta olan karargâh kumandanı
teğmen Nail Efendi ile kâtiplerden Arslan ve Bekir Zeki Efendiler muhafaza
altında, Sultan Beyazıt Camii’nin karşısında bulunan eski jandarma dairesine
götürülmüşlerdir. Osmanlı askerlerinden alınan silahlar da bu binaya
nakledilmiştir. Bu teessüfe şayan hâdiseyi bildirirken, mezkûr İngiliz
askerlerinin hareket tarzı hakkında verilecek hükmü ekselanslarına bırakır ve
bu gibi vakaların tekerrür etmemesi için gereken tedbirlerin alınacağını ümit
ederim.” (Söylemezoğlu, 2001:59-60)
İtilâf Devletleri’nin zâbitleri, aynı gün Londra’nın
talimatı üzerine Meclis-i Mebusan’ı bastılar. Albay Kara Vasıf Bey ve Rauf Bey,
İngiliz askerleri tarafından tutuklanıp Malta adasına sürgüne gönderildiler.
Ertesi gün sıra, Edirne mebusları Mahmut ve Şeref beylerle İstanbul mebusu
Numan Efendi’deydi. Bunları başka tutuklamalar izledi.
Sonraki dönemin Dâhiliye Nâzırlarından Hilmi Uran, bu
tarihî baskın olayını şöyle yorumluyor:
“Nihâyet işgal kuvvetlerinin tasallut plânı Meclis’e
kadar uzandı ve Meclis’e gelip isimlerini verdikleri birkaç mebusu alıp
götürmek istediler. Bunların arasında Rauf Orbay da vardı. Rauf Bey o
sıralarda, Ankara’da kalan Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’teki mümessillerinden
biriydi. Rauf Bey’e arkadaşları tarafından kaçması teklif edilmişti. Herhâlde kaçabilirdi
de… Fakat kaçmadı ve ‘Kaç’ teklifini yapan arkadaşlarına, hatırımda iyice
kalmış olduğuna göre, ‘Ben şimdiye kadar düşmandan kaçmadım’ cevabını verdi.
Aşağıya indi, teslim oldu, götürdüler.” (Uran,2007:116).
Ahmet Emin Yalman da Rauf Orbay’ın tavrıyla ilgili
tarih kitaplarında yer almayan bir başka önemli ayrıntıya yer verir:
“O dakikada Sivas’ta kurulmuş olan Millî Hükûmet’in
başlıca temsilcisi sıfatıyla İstanbul’da Rauf Bey bulunuyordu. Rauf Bey ve
arkadaşları 16 Mart işgalinin hazırlandığını günlerce önceden haber almışlar ve
bunu Sivas’a bildirmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey’e Osmanlı Bankası
vâsıtasıyla iki bin lira yol harçlığı göndermiş ve ‘Kaç, gel!’ emrini vermişti.
Fakat hâdiselerle karşı karşıya bulunan Rauf Bey,
Meclis kapanmadan İstanbul’dan ayrılmayı mahzurlu görmüş, Anadolu’da
hazırlanacak hareketin selâmeti için kendini fedâ etmeyi ve Malta’ya yollanmayı
göze almaya karar vermişti.” (Yalman, 1997:472-473)
Tevkif edilenler arasında Cemal, Cevat ve Mahmut
Paşalar da vardı. Her üçü de eski nâzır olan bu zevat, hakarete maruz kalarak
gecelikleriyle ve elleri bağlı hapishaneye götürülmüşlerdi. İngiliz ajanları
kapıları ve pencereleri kırarak bu zevatın evlerine girmişler ve zevcelerini
silahla tehdit etmişlerdi. 13-14 yaşında çocuklar da tevkif edilmiştir
(Söylemezoğlu, 2001:86).
İngilizlerin işgal ettikleri İstanbul’da yaptıkları
ilk faaliyetlerden biri, 145 Türk devlet adamı, subay, idareci ve aydını Malta
adasına sürgüne göndermeleri olmuştu. Tutuklama ve sürgünler, Mart 1919’da,
Irak Cephesi’nden çekilişi yürütmüş Ali İhsan Sabis Paşa ile başlamış ve Ekim
1920’ye kadar sürmüştü. Seçilen isimler, işgale karşı direnişi organize
edilebilecek ve liderlik potansiyeli gösterebilecek şahıslardan oluşuyordu.
Müteakiben, işgalciler mevcût hükûmeti hedef aldılar.
Üç Müttefik Yüksek Komiseri adına Fransız Yüksek Komiserliğince Sadrazam Ali
Rıza Paşa’ya 20 Ocak 1920’de verilen bir notayla, sadece Harbiye Bakanı Cemal
Paşa’nın değil, Genelkurmay Başkanı Cevdet Paşa’nın da istifası istendi. Ertesi
günü paşaların istifası yüksek komiserlere bildirildi.
Meclis-i Mebusan bu olaylar üzerine, “Fiilî
işgal, hukukî işgal hâline de dönüşmüştür. Özgürce tartışma ve karar alma
imkânı kalmamıştır. Bu sebeple çalışmalarımıza ara veriyoruz” kararı
verdi.
Bu tarihî kırılmanın ardından mebuslardan bir kısmı da kaçarak Anadolu’ya geçti ve bağımsızlık mücadelesine katıldılar.
Fransızların
işgal politikaları ve saldırıları
Dönemin Bahriye
Nazırı Avni Paşa, o günlere ait şu manidar olayı anlatıyor:
“Nezaret vazifesine
ilk başladığım gün, şu elim vaka karşısında kalmıştım: Bahriyece mütarekeye
tekaddüm eden günlerde Almanlardan alınan Korkuvadu vapuru Fransızlar
tarafından müsadere edilmiş ve vapura bir askerî müfreze görevlendirilerek
birlikte Odessa’ya seyretmesine müsaade edilmişti.
Vapurun Odessa’dan
İstanbul’a dönüşünün ardından Bahriyeden vapur mürettebatının kumanyasını
götürmek için tahsis edilen römorkör vapura yanaşmış, vapurun süvarisi Yüzbaşı
Haydar Bey erzakı teslime başlamıştı. Tam o sırada ambarın yanında duran
Fransız müfrezesinin kumandanı olan bir çavuş, Ali Haydar Bey’e hiçbir neden
olmadığı hâlde hakaret etmiş ve sebebini soran Ali Haydar Bey'i şehit etmişti.
Gayet kıymetli bir
zabit olan Haydar Bey’in şehit edilmesi olayı Nezarete aksetmiş ve elim bir
hava doğduğu gibi heyecana sebep olmuştu. Bahriyeden teşkil olunan bir heyet
ile bu elim saldırıya kurban giden Yüzbaşı Haydar Bey’in cenazesini, itina ile
hazırlanmış bir merasimle Beyoğlu’ndan ve Şişli’nin büyük caddesinden geçirilerek
Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne defnedilmesini talep eylemişlerdi.
O sırada yabancı
orduların işgali altında şımarmış olan Rumların ve Ermenilerin taşkınlıkları ve
bir kargaşalık yaratmak için fırsat kollamakta oldukları görülmekte olduğundan,
millette meydana gelen isyanı yatıştırmak için siyâsî girişimde bulunmak vaadiyle
şehidin cenazesi Eyüp Sultan’a nakledilmiş ve tabutun bizzat altına girilerek
hem hüzünlü, hem de yetiştirici birkaç söz ilâve edilerek cenaze merasimi
sessizce geçirilmiş, daha doğrusu ıstırabımızın kanı içimize akıtılmıştı.
Bu katil Fransız’ın cezalandırılması için Hariciye Nezareti vasıtasıyla resmî teşebbüsümüze hiç cevap alınamayınca bizzat Fransız Sefiri Mösyo de France’ye müracaat eyledim. Sefire, ‘Fransızların özel ve resmî yaşamı işgalde ortaya koydukları şiddet Haydar Bey’in şehit edilmesiyle sonuçlanan saldırı ve kin güden taşkınlıkları hâddi aşmış ve milletin sabrını taşırdığı gibi sessiz kalmalarına ait dayanma güçleri dahi taşmış olduğundan bahisle, çavuşun cezalandırılmasını ısrarla talep eyledim. Cevaben konunun askerî mâkâmlar tarafından tetkik edilmekte olduğu gibi Sefaretçe de her ne mümkünse yapacağını vaat eylemiş iken yine bu çavuşun bir hafta bile hapsedilmesine olur vermemişti.” (Öndeş, 2012:173-174)
Esaret altındaki İstanbul’dan manzaralar
Dört yıl
savaşın her türlü acı ve ıstırabını yaşayan İstanbullular için şimdi bir de beş
yıl sürecek yabancı işgali dönemi başlamıştı.
İtilâf
Devletleri’nin donanmaları Boğaz’da demirlemiş, otorite alanları bölüşülmüştü.
(Tarihî yarımadadan Fransa, Pera tarafından Britanya, Kadıköy’den de İtalya
sorumluydu). Arada Yunan gemileri de vardı (Belge, 2011:589).
Bu yokluk
günlerinde, İstanbul’da kötü yönetim zirveye çıkmış, insanlar varlık ile yokluk
arasında mücadele vermeye başlamışlardı. Prof. Dr. Hakan Özoğlu, İstanbul’un o
zor günlerini Amerikalı diplomatların raporlarından naklediyor:
“26 Aralık
1918 tarihli rapor, İstanbul’a gönderilecek Amerikalı diplomatlara bilgi
mâhiyetinde yazılmış bir doküman. Raporda şöyle deniliyor: ‘Halkın çok
büyük bir çoğunluğu sefalet içinde... Enflasyon, savaşın başladığı zamana göre
yüzde bin artış göstermiş durumda... Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının
üzerinden beş hafta geçti. Şu âna kadar henüz büyük bir bulaşıcı hastalığa
rastlanmadı ama şehir çok kirli. İstanbul’da su, elektrik, tramvay ve şehir
hatları servislerinin verilebilmesi için yaklaşık bin 200 ton kömüre ihtiyaç
vardır. Almanlar yakın zamana kadar şehre günde 300 ton kömür gönderiyordu ama
savaş bittikten sonra bu durdu. Zonguldak’ta Osmanlı ordusunun disiplini
altında çalıştırılan kömür madencilerinin çoğu savaştan sonra işi durdurdu.
İstanbul’daki kömür stokları hemen hemen eridi. Geçen Kasım ayında (1918) üç
haftalık bir süre ile şehre elektrik verilemedi.’
Suyun da
şehre ancak günde birkaç saat verilebildiğini anlatan Heck, şehrin sokaklarının
bu yüzden temizlenemediğini anlatıyor.
Fowle’nin
raporunda da başka tesbitler yer alıyor:
‘Boğaz’daki
vapur seferleri de kömür eksikliği yüzünden düzenli yapılamıyor. Kömür bulup
sefer yapan birkaç tekne ise tepeleme dolu ve çok tehlikeli seferler yapıyor
ama şu âna kadar henüz kaza olmadı. Trenler de bu krizden nasibini aldı ve
seferlerin çoğu yapılamıyor. Bunun netîcesi olarak da Anadolu ve Trakya’dan
getirilen tahıl gibi önemli gıda maddeleri şehre ulaşamıyor. Bu da şehirdeki
kıtlığın ve enflasyonun önemli sebeplerinden biri.’” (Özoğlu, 2015)
O günlerin
İstanbul’unu anlatan en çarpıcı gözlemlerden biri, Tarık Zafer Tunaya’ya
aittir:
“Mütareke
İstanbul’unda birkaç tip insan vardır: Birinci tip, büyük çözülmenin
rüzgârından bir zafer havası çıkaran yabancılar ve onlarla işbirliği eden
azınlıklardır. Bunlar arasında kendilerini öyle kabul edenler de vardır.
Yabancılar, büyük kentin yaşamına egemendirler. Askerlere evlerin bir iki odası
ayrılacak, ‘umumî vâsıtalarda’ bedava gidip geleceklerdir. Mondros adasına
yolcu edilen heyetin uğurlandığı gün, Beyoğlu bayram etmektedir. Mağaza
vitrinleri yabancı ve Yunan bayraklarıyla donanmıştır. Herkes sarılıp
öpüşmekte, göğüslerini İngiliz, Fransız kokartlarıyla donatmaktadır. Başkan
Wilson’un Prensiplerine, Rumca Neologos gazetesi bir karikatürü ile yeni bir
yorum getirmektedir: Wilson’un attığı toptan çıkan gülle, Venizelos şeklinde
Ayasofya Camii’nin kubbesinin üstüne oturtulmuştur. Gazeteler Rumca başlıklarının
altındaki Türkçe ismi kaldırmış, Rum okullarında Türkçe dersleri
kaldırılmıştır.” (Tunaya, 1989:7)
“Halikarnas
Balıkçısı” lakaplı Cevat Şakir Kabaağaçlı, o kasvetli günleri şöyle anlatıyor:
“Kasvetli
bir günün şafağında, yabancı kuvvetler bir karakolda yatmakta olan silahsız,
günahsız askerleri uykularında süngüleyerek öldürdü. Şehre âdeta bir kâbus
havası çöktü. Taşkışla’yı işgal eden yabancı kuvvetler, yokuştan çıkanları
vuruyor ve sonra koşup soyuyorlardı. Gün geçmiyordu ki, yabancı kıtalar şehirde
geçit resmi yapmasınlar.
Liman,
yabancı savaş gemileriyle doluydu. İkide birde, olur olmaz sebeplerle, hattâ
ortada hiç bir sebep yokken bile sert ve hoyrat bir tavırla şehirlilere,
‘Unutmayınız ki, mağlup bir milletsiniz’ denirdi.” (Kabaağaçlı, 1971:13-14)
Zavallı ve
çâresiz durumda bulunan İstanbul Hükûmeti ise, yapılan işgal zorbalıklarına
karşı işgalcilere nota vererek tarihe kayıt düşmektedir. İstanbul’daki Yüksek
Komiserlere tevdi edilen nota şöyle idi:
“21 Mart
1920’de, İngilizler Üsküdar’da sulh mahkemelerinin bulunduğu bina ile istintak
hâkiminin bürolarına, jandarma dairesine, belediye servislerine ve hapishaneye
el koymuşlar, bu sûretle amme hizmetlerinin hemen kâmilen durmasına sebep
olmuşlardır. Mahkemeler, hususî sûrette kendileri için hazırlanmış olan binalar
hâricinde toplanmayacakları için vazîfelerini ifa edemeyeceklerdir.” (Söylemezoğlu, 2001:62-63)
21 Mart 1920
tarihli notada ise şöyle deniliyordu:
“Bir İngiliz
müfrezesi, 16 Mart saat 10’dan 17 Mart akşamına kadar Beyazıt Yangın Kulesi’ni
işgal etmiştir. İngilizler gittikten sonra hükümdara mahsus ipek bayrağın
yırtıldığı ve bu kumaşın büyük bir kısmının kaybolduğu görülmüştür.” (Söylemezoğlu, 2001:64)
Damat Ferit
Paşa ise o günlerde sadrarazamlıkla birlikte Harbiye Nâzırlığını da üzerine
almıştı. Müsteşarı da Albay İsmet İnönü idi. Ertesi günü Damat Paşa’nın,
kendisini Harbiye Nâzırı tayin ederek bütün iktidarı üzerine almaya cüret
ettiği anlaşıldı. Padişah ile olan akrabalığına ve onun güvenine dayanarak
önünde engel tanımayan bu çılgını tutacak başka bir kuvvet yoktu…
Kaynaklar
Belge
Murat, (2011), Militarist Modernleşme, İstanbul, İletişim Yay.
Kabaağaçlı Cevat Şakir, (1971), Mavi Sürgün, İstanbul: Remzi Kitabevi
Öndeş Osman, (2012), Vahdeddin'in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor, İstanbul: Timaş
Yayınları
Söylemezoğlu
Galip Kemali, (2001), Yok Edilmek İstenen Millet, İstanbul: Yenigün Yayıncılık
Tunaya Tarık Zafer, (1989), Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 3, İstanbul:
Hürriyet Vakfı Yay.
Uran Hilmi, (2007), Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım, İstanbul:
İş Bankası Yay.
Yalman Ahmet Emin, (1997), Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim,
İstanbul: Pera Yay.