Mazisinden beslenen bir derviş sahaf

“Sokağımızın en eski sahaflarından Üsküdarlı Râkım Efendi’nin ebediyete intikalinden ötürü dükkânımız kapalıdır. Ardından bir Fatiha okuyan dostlarımızdan Allah razı olsun!”

BİR hafta sonuydu. Sebebini kestiremediğim bir daralmayla dışarı çıkmış, kendimi Beyoğlu’nun caddelerinde dolaşırken bulmuştum. Soğuk bir mevsimde, kuvvetsiz fakat aydın ışıklarının vurduğu bir sokakta yürürken, insanlar usulca kaldırımları arşınlıyor, bir yandan da kediler güneşin verdiği gevşemeyle dükkân kapılarının önünde miskince yatıyordu.

Bir yandan İstiklâl Caddesi’nin kendine has hafta sonu ahengine kendimi kaptırmış, duvarları, binaları ve insanları seyre koyulmuştum. Kâh nostaljik tramvay zilini çalıp kalabalığın usulca içinden geçiyor, kâh bir sokak sanatçısının kemanından dökülen tınılar yolculuğunuz boyunca size eşlik ediyordu. Sesler, yüzler ve sokaklar birbirini tamamlıyor gibiydi. “Şu tarihî binaların duvarlarının dili olsa da söylese; kim bilir kimlerin siluetleri gelip de geçti bu caddeden?” diye düşünüyordum.

Derken, ara bir sokak dikkatimi çekti. Merakla uzaktan göz gezdirdim. Camekânları eski kitaplarla bezenmiş nostaljik dükkânlar ve usul usul o dükkânlar arasında gidip gelen birkaç insan hareketiydi gördüklerim. Sokak bana görüntüsüyle bir dinginlik vermişti. Merakla adımlarımı o tarafa döndürdüm. Dışarıdan dükkânları gözetlerken, içeride tasnif edilmeyi bekleyen bir sürü eski kitap ve dergilerle dolu bir masanın başında oturan yaşlı bir sahaf gözüme ilişmişti. Elindeki eski zamanların izlerini taşıyan koca kitaba dalmış, masasında dumanı tüten bir bardak çayı, dizinin üstünde huzurla uyuyan kedisi ile ihtiyar amca benim dükkâna girdiğimi dahi fark edememişti. Camdan vuran ışık huzmesinin de bu sade mekâna kattığı dinginlik bana iyi gelmişti.

Gözlerim raflardaki solgun ve eprimiş kitaplara ilişikti. Romanlar, ansiklopediler, 60 ve 70’lerin magazin mecmualarının kapağında tanıdık birkaç sima... Dükkânın başka bir tarafındaki raflarda okunmuş, kapağının yarısı yırtık romanlara uzandı elim. Sararmış sayfalar arasında gezinirken gözlerim, meçhul bir okurun not düştüğünü gördüm. Bu bir sevda romanıydı. Bu kitap kim bilir kaç sevdalının ellerinde ağırlanmıştı. “Kim bilir kaç kişi kendi Leyla’sı ve kendi Mecnun’unu aramıştı satırlar arasında?” diye geçirdim içimden. İşte onlardan birinin sayfa kenarına yazdıklarının şahidi oluyordum. Ve zamanın bilinmezliğinde bilinmez bir kalbin sevdası benim hayatıma yansıyordu yıllar sonra. Sevda iz bırakıyordu belli ki…

Kelimeler yaşanmışlıkların sesi olmuş, kitap olmuş, sevdalı kalplere tercüman olmuş ve şimdi bu tozlu raflara bırakılmıştı. Kitaba dokunmadan evvel kitabı daha evvel okuyanın hayatına dokunacağıma hiç ihtimâl vermemiştim doğrusu. Hele özeline gireceğimi hiç düşünmemiştim. Şöyle yazmıştı yazan: “Garip bir okur/ (10.4.1984) Kim, kimin için, neden, hangi değerde? Kim bilir?”

Bilemeyiz ki ey garip okur, kim kimin için, bizler de kimler için hangi değerdeyiz…

Notu okuduktan sonra kitabın sayfalarına dalmışken ardımdan gelen bir ses böldü düşüncelerimi. “Evladım, hoş geldiniz! Affedersiniz, kitaba dalmıştım. Gelişinizi hiç fark edemedim” siyordu az önce kedisiyle kitap okuyan adam.

“Ziyanı yok amca, ben de dükkânın atmosferine, sizin sükûnetle okuyor olmanızdan istifadeyle elimdeki kitaba meçhul bir okur tarafından düşülen nota dalıp gitmiştim. Hem ben de sizi rahatsız edip bölmek istemedim” diyorum.

“Estağfirullah, buyurun, oturun” sözleri dökülüyor suretinde bir bilgelik, siretinde bir derinlik ve yaşlılığın verdiği eminlik hissedilen amcamızın dudaklarından.

Oturdum. Selâm ve hâl hatır safhasından sonra bir an bir sessizlik çöküverdi henüz birkaç dakikalık tanışıklığın tam ortasına. Uzun sürmesin diye mi, gayr-i ihtiyarî mi bilmem, yaşlı adam kalktı yerinden. Masaya bir bardak daha koyup sobanın üstündeki demliklere uzandı ince uzun elleri. Ben her ne kadar “Siz zahmet buyurmayın, ben doldururdum” desem de oralı olmadı. Çayı masada doldururken, “Misafire hizmet sünnettir evlâdım, buyur, soğutma çayını” diye de mırıldandı.

Sahaf amcanın ak düşmüş sakalı, tebessümünün yüzüne kırışıklık olarak iz bıraktığı karakteristik yüz ifadesi ve insana hürmet ile bakan kehribar gözleri âdeta bu zamanın dışından gelmiş gibiydi. Raflar dolusu, çuvallarca eski kitaplarıyla aralarında benim tanımlayamayacağım bir şey vardı sanki. Aşinası olduğumuz bugünün insanındaki o kaotik ve kendisini dahi yoran enerjiden, yüzlere yansıyan ruhsal infilaktan eser yoktu.

Sakindi. Kul olmanın hikmetini ruhuna yedirmiş, dinginlikle davranan, konuşan ve kalbi ile birlikte dinleyen bir edası vardı. Sohbetimiz kitaplardan, bugünden, eski İstanbul’dan, aileden, gençlikten koyularak devam edip gidiyordu. Sesindeki yalınlık ve sözlerindeki dervişane üslûp insanı kuşatıyordu. Kalbimden, “Keşke hep o konuşsa, ben de seyrederek dinlesem” diye geçiriyordum. Gençliğini, kitaplara olan meylinin nasıl başladığını ve kitapların hayatına dâhil olmasıyla iç dünyasını nasıl derinleştirdiğinin hikâyesini paylaşıyordu benimle. Sohbet bitmesin diye çaylar bittiğinde kalkıp ben dolduruyordum bardakları. Sahaf amca zihninde demlediklerini kâmilen sohbetimizin içerisine katıyordu. Kelâmı insanda ufuk açıyor, ruha sirayet ediyordu. Kitabın, okumanın, ilk emrin neden “Oku” olduğunun daha bir şuuruna varıyordum sahaf amcanın sohbetine tanık olurken.

Söze daldığımızdan ötürü saate hiç bakmamıştım. Dükkânın penceresindeki kış güneşinin ışıltısının kaybolmasından anladım zamanın epeyce geçtiğini. Onun tavsiyesiyle birkaç eski kitap alarak müsaadesini de isteyip ayrıldım yanından. İçim dingin, dimağım huzur dolu, yine arşınlamaya koyuldum bu kadim şehrin kaldırımlarını.

Evde akşam yemeği sonrası, satın aldığım kitaplara dokundu parmaklarım. Yine o güzel dükkânı ve sahafın o duruşunu, bakışını, tavrının bile takva üzere olması hâlini getirdim gözümün önüne. Zaman geçti, bir hafta doldu.

Hafta sonu ben, hem soba çayının tadına özlemle, hem de sahaf amcaya karşı içimde oluşan derin hürmetimle akar gibi o çıkmaz sokağa doğru sürükleniyordum. Bu defa hava soğuktu ve kar kaplamıştı her yeri. Üşüyen ellerimi montumun cebinde ısıtmaya çalışarak dükkânın kapısına vardığımda kapının kapalı olduğunu, sobasının yanmadığını ve içerisinin boş olduğunu gördüm. İçime doğan endişe ile gözüm cama tutuşturulan yazıya ilişti: “Sokağımızın en eski sahaflarından Üsküdarlı Râkım Efendi’nin ebediyete intikalinden ötürü dükkânımız kapalıdır. Ardından bir Fatiha okuyan dostlarımızdan Allah razı olsun!”

Soğuktan nefesime yansıyan buhar eşliğinde, gözlerimdeki iki damla yaşın bulanıklığıyla baktım bir süre cama, camın dışından dükkâna…

İçerisi sessiz, kitaplar yetim, masada yarım kalmış çay bardağı solgun ve sandalyenin üstünde duran seccade ve tespih yalnızdı artık. Geçen hafta efendisinin huzurlu dizlerinde uyuyan kedi, şimdi kapının önündeki paspasta soğuktan büzülmüş, kendince yasını tutuyordu.

Yürüdüm. Sokağa, dükkâna ve kediye bir daha baktım. “Rahat uyu, mekânın Cennet, ruhun şâd, makamın âlî olsun” niyazı dökülürken dilimden, yine aklıma düştü: “Ah be eski duvarlar, sokaklar ve mekânlar! Kim bilir kimlerin koca siluetleri, gölgeleri düştü üzerinize sizin? Diliniz olsa da söyleseniz. Belki bir gün benim de siluetim çekilir bu duvarlardan... Merhum amcanın kitabî sohbetiyle demlenmiş çay eşliğinde paylaştıklarımız ahirette bir tanıdık yüz olarak bekler bizi…”