Mâzinin yeşil yaprağı

Köy, onun için “kök” demek. Hayata bir yabancı gibi değil de ev sahibi olarak baktığı yer… Ama kökünden koparılmak zorunda kalmış. Onca yaşanmışlıkla dolu evinin kapısını kilitleyerek kaç mevsim ekip biçtiği, bakımını yaptığı bahçesini bırakıp gitmek... Sanki koca bir ağacı söküp de mevsimine uygun olmayan bir yere dikip yapraklarının solmasını izlemek...

TAŞTAN, eski bir ev… Ve içinde zamanla eskiyen eşyalar… Artık kimsenin gelip de yaşamadığını gören doğa, yerini yeniden sahiplenmek istercesine dışını sarıp sarmaladı. Yerini ilk hâline getirmesi uzun bir zaman gerektirdiğinden, kollarının ağrıdığını gören insanlar onu kesmezlerse evi bırakmamak derdinde.

Bahçesindeki elma ve erikleri toplayan insanların yerini artık kuşlar ve böcekler aldı. Evin sahiplerinden bir şeyler ikram edilmesini bekleyen kediler kimsenin kalmadığını görünce, şehre yerleşip çöp karıştırmaya başladılar. Köyde havlayacak ne kedi, ne de yabancı bir araba göremeyen köpekler de uzaklara göç etti. Önceden her yanı cıvıl cıvılken, hayatın yaprak döken tarafı buraya da uğradı ve soy ağacının yapraklarından bir bir döküldü insanlar. Kimi toprağa döküldü, kimini ise rüzgâr, evlâtlarının yanına taşıdı.

Rüzgârın köküyle sımsıkı toprağa sarılmış bitkiyi yerinden etmesi güçtür. Ama değişen zamanla birlikte rüzgârların cinsi ve gücü de değişti. Artık köye esen rüzgârlar, koca çınarları kökünden söküp şehre dikmeyi başaracak kadar güçlü. İş imkânları, teknoloji, hazıra alışmak ve daha nice sebeple gün geçtikçe gücüne güç katarak eskiye dair ne varsa deviriyor.

Eskiden herkesin geçim derdiyle bir bir gittiği ama yaşlıların her daim kaldığı köylerde artık pencereden bakıp tefekkür edecek dedeler ve nineler de azalmaya başladı. Şehir hengâmesindeki hıza ayak uyduramayıp ne köyünü unutabilen, ne de şehri sevebilen yaşlılar gün geçtikçe çoğalmakta. Camdan dışarı baktığında kendisi gibi yaşlı veya köyde tanıdığı birini görüp hâl hatır sormak varken, şehrin penceresinden geçen arabaları izlemek zorunda kalıyorlar. Köydeki sessizliği bozup çocuk sesleriyle dolan bahçeli evler, artık yola gözlerini dikmiş derin bir sessizlikle yer değiştirdi. Bundan bütün yaşlılar olmasa bile evlâtları şehre yerleşmiş ve köyde yalnız kalmış yaşlılar nasibini alıyor.

Böyle olan yaşlılardan biri de 93 yaşındaki Ferhat dede. Halkın deyişiyle “Küton Ferhat”… Soyadı “Kütük” olduğu için “Kütükoğullarından” diye diye zamanla birleşip “Küton” olmuş. Dağları evini geçindirmek için delmiş, toprağı “Ne verirse?!” diye ekmiş. İnşaat işçisi olarak da çalışmış, balıkçılık için gemilerde de… Bin bir güçlükle çocuklarını okutup adam etmiş. Geçmişin her türlü yoksulluğunu çekerek namerdin dimdik karşısında durmuş. Ama yaşlılık gelip de çatınca, çocuklarının onu şehre götürmek istemelerinin önünde duramamış.

Köy, onun için “kök” demek. Hayata bir yabancı gibi değil de ev sahibi olarak baktığı yer… Ama kökünden koparılmak zorunda kalmış. Onca yaşanmışlıkla dolu evinin kapısını kilitleyerek kaç mevsim ekip biçtiği, bakımını yaptığı bahçesini bırakıp gitmek... Sanki koca bir ağacı söküp de mevsimine uygun olmayan bir yere dikip yapraklarının solmasını izlemek...

Yapacağı bir şey olmadığı için tek katlı bir evden yola bakan üç katlı bir eve geliyor eşiyle birlikte. En alt katta eşi ve kendisi, üst katta oğulları oturuyor. Oğullarından biri daima orada, biri de ancak yazları geliyor. Yine köyde olduğu gibi burada da yalnızlar. Çünkü oğulları yanına pek uğramıyor. Hiçbir şeyden şikâyet etmeden yılların neleri götürdüğünü düşünüyorlar belki bütün gün. Ama canları da sıkılmıyor değil. Çünkü köyde mevsimiyle gelen nimetleri gözlerinin görüp de ellerinin toplamamasına imkân yok. Ne kadar yaşlı olurlarsa olsunlar, yine de boş durmuyorlar. Şehirde dinleniyor gibi görünseler de ruhları yoruluyor bu sefer.

Bir gün eşi hastalanıyor ve yataktan kalkamaz oluyor. Ferhat dede kendisinin de rahatsızlıkları olmasına rağmen buna pek alışamıyor. Onu kalkması için zorlayarak, “Böyle olmaz” diyor. Düzenli olarak ilaçlarını verip eşinin iyileşmesini bekliyor ama bu dünyada ebedî kalmaya çâre yok. Ve eşi de bir gün dökülen yaprakların arasında yerini alıyor. Eşinden sonra onun geri kalan bütün ilâçlarını içiyor Ferhat dede. Fakat canına kastı falan yok. Ziyan olmasın diye… Eşyayı, zamanı ve türlü nimetleri ziyan eden herkes için bu kadar ileriye varmış bir “ziyan etmemek” anlayışından almamız gereken çok ders var!

Eşinin ölümünü unutamasa da alışıyor Ferhat dede. Yürümesi zorlaştıkça eşini kalkması için zorladığı günler geliyor aklına. Bu yüzden kocaman evin yalnız odalarını dolaşıyor ve bazen oturduğu yerden ayaklarını rap rap yere vuruyor. Doktorların dediğine göre böylece ayaklarına daha çok kan gidiyormuş. Bazen de tek başına evden çıkıp dolmuşa biniyor ve yakındaki camiye gidiyor. Elinden gelse onu artık hiç götürmedikleri köyüne de gidecek, fakat birinin yardımı olmadan dolmuşa bile binemediği için ancak özlediğiyle kalıyor…

Üst kattan her gün yemek getiren gelinine yük olmamak için bulaşıkları kendi yıkıyor. Fakat dediğine göre bu bulaşık deterjanları çok kötü ve elleri yaralanmış. Ama anlıyoruz ki her seferinde çamaşır suyu dökmüş ve yıkarken elleri tahriş olmuş. Elindeki yaraları göstermek için uzattığında, eli âdeta sizinle konuşuyor. Toprakla, bahçeyle hemhâl olan insanın elleri de nereye giderse gitsin şâhitlik yapıyor ona. Ellerinin bazı yerleri geçip gitmiş yaraların izlerini taşırken, bir yandan sevdiği saçların, açtığı su kuyularının, sağlık ocağı yapılırken koyduğu tuğlaların izlerini de gizlice fısıldıyor. On parmağının artık başka bir âlemde konuşmak için susup dinlenmeye çekildiğini, Ferhat dedenin artık iş yapmakta zorlandığından anlıyoruz.

Her zaman çok yardımsever olmuş ve bunun karşılığını Allah ona yaşarken vermiş. Bir gün elindeki bir koli yumurta ile birlikte minibüsle eve dönüyormuş. Sesi yavaş yavaş değişen minibüs bir anda kaza yapmış ve her şey bir yana savrulmuş, yaralananlar olmuş. Fakat ne ona, ne de elindeki yumurtalara bir şey olmuş. Bu yüzden hep iyi niyetli ve yardımsever olmayı öğütler. Hem cömerttir de... Cennet’e cömert olanların gireceği ayrı bir kapı olduğunu söyler ve umutla gözlerini öne eğer.

Ferhat dedeye baktığınızda göreceğiniz ve göremeyeceğiniz bir şeyler var. Üstünden hiç çıkarmadığı yeleği ve yeleğin içindeki ceplerde sakladığı şeyler… Bunlardan ilki; büyük harflerle eski ilâç kutusunu yırtıp beyaz tarafına yazdığı ezan vakitlerini taşıyan ve her gün birer dakika değişen vakitlere ancak iki üç hafta sonra ayak uydurduğu namaz vakti kâğıdı… O kâğıda baktığında sabah yerine “zabah”, yatsı yerine “yasdı” yazdığını gördüğünde insanın içi hayli değişik oluyor. En saf ifadesiyle, masumiyet... Daha sonra rulo hâline getirip büzgülü bir keseye koyduğu beşlik ve onluklar… Yavaş hareketlerle onları cebinden çıkarıp içinden bir miktar aldıktan sonra yine aynı titizlikle yerine koyması, izlendikçe keyif verecek şeylerden.

Şimdi kocaman evin bir odasında oturup sohbet edeceği insanların gelmesini bekliyor yanına. Konuşmak, sadece biraz hemhâl olmak insanlarla… Eskileri yâd etmek ve bu zamanlara gelirken değişen dünyadan haber vermek… Ama artık yavaş olan her şeyden kendini uzaklaştırmış insanlar, yanına uğramaya vakit bulamıyor. Öyle ki, çok sevdiği torunlarını bile ancak bayramdan bayrama görebiliyor. Görse dahi elindeki telefondan yüzünü kaldırmayan biriyle konuşmak çok güç!

Bu çağda ekranlar yerine kalplere dokunarak köklerimiz kurumadan sevgiyle yeşermek temennisiyle…