
SONBAHAR yapraklarının yüzümü
okşadığı o an, şöyle bir bakındım etrafıma. Neredeyim ben? Bu suâlin cevabını
ararken, nice cevaplar karşısında buldum kendimi. “Neredeydim?”den ziyade “Kimim
ben?” sorusuna yanıt oldu rüzgârlar, ağaçlar ve mihrimâh.
Avare
dolaştığım sokakların kimsesizliği yüzüme çarptı. Bir kutup rüzgârı, Şeyda
yanıma dokundu. “Allah-u Ekber” sedaları beni sîneme çekti. Bakındığım her
nesne bir tevarüse sebep oluyordu. Yediğim her lokma, bana şükrü
hatırlatıyordu. Biliyordum ki, yasemin kokulu bahçelerde huzura kavuşacağım. Ve
biliyorum ki, bu bahçeler ağırlayacak beni sonsuz ummanda.
Bir
girift aşk
Öyle
bir nesepten gelmeli ki dilim, dinim, aşım ve yaşayışım, mübârektir. Ve öyle
bir nizam-ı âlem ki bu, kusursuz! Ben bu mükemmel fıtratta şuursuzca raks
edenim. Ben, mûsikînin ve mimarinin en güzel örneğiyim. İnandığım kutsal dinin
izlerini her uzvunda hisseden, ben bir girift aşk, avamım sükût…
Ellerimin
yorgunluğunu şakaklarımda taşırım. Ondandır ki, alnımdaki her çizginin bir
sırrı vardır. Cevabı ise belki Süleymaniye hatlarındadır. Yüreğimde
hissettiğim, bir bardak çayın eşliğinde demlenişimdir. Maziyi düşünüp dertlendiğim
bir seyir havasıdır Rumeli Hisarı.
İşte
buyum ben! İmanıma Sultan Ahmet’i, inancıma Kudüs’ü, gönlüme Ak Şemseddin’i,
ruhuma Mevlâna’yı, fıtratıma Hazreti Âdem’i şahit tutan... Çünkü biliyorum,
benim yaşantım, nesillerin terbiyesidir. Benim yaşantım, mazinin alın teridir.
Ve biliyorum ki, bana dokunan, bir Hazreti Âmine merhametidir.
“Yasemin
kokulu” bahçe
Semt
pazarlarının bereketli tezgâhlarında bir pembe yaz helvası gördüğümde hâlâ hop
ediyor yüreğim. Tonton bir teyzenin gül bahçesi balkonundan rüzgârgülü bana el
salladığında doluyor gözlerim. Pierre Loti tepesinde kucakladığımda İstanbul’u,
aklıma düşüyor Orhan Veli. Bayramdan bir gece önce alınan ayakkabılarım, sanki
hiç eskimeyecekmişçesine başucumda duruyor.
Mahallenin
abileri top oynadığında, buzdolabındaki son karpuz annem tarafından dilimlenir
ve ben tarafından bîtap düşmüş abilerime verilirdi. Güzel olsa gerek… Bu heyecanlarımın
hepsi geçmişimde kaldı belki, ama hatırıma düştüğünde gülümsetebiliyorlar beni.
Sevgi,
saygı ve samimiyet anılarımdan arda kalan en güzel hisler ve hiç bitmeyecek
duygular... Çünkü imanım ve inancım bana sevmeyi öğretiyor, saygıyı tattırıyor,
küçüğümün gözlerinden öptürüyor, suyu önce onlara içtiriyor. Ne mübârek!
Genlerime
nüfuz eden o münezzeh kültür, ilâhileri, nefesleri, destan ve menkıbeleri
sayfalarında ağırlar. İnsanımın ayak bastığı desturlu toprakta ise medrese
(okul), şifahane (hastane), misafirhane gibi mekânlar ihtiyaç sahiplerini karşılar.
Selimiye’nin
havası, filiya böreğinin tadı, arefe akşamının heyecanı ise insanoğlunun kimlik
savaşıdır. Minarelerin insanı secdeye çağırışı, çiftçinin salkım söğüdü, salânın
hüznü hepsi birer dostluk emaresidir. Dostluk ise kimlik savaşımızın en tatlı
meyvesidir.
Bir
bayram sabahı, sokakları Allah’a adanmış kurbanlarımızın kanı ile süsleyip
yetim doyuruyorsak, yeni doğan bebeğin ismini sağ kulağına ezan eşliğinde fısıldıyorsak,
evimizdeki misafiri ikramsız ağırlamıyorsak şayet, örf ve âdetlerimizi İslâm
dininin motifleri ile zenginleştiriyoruz demektir.
Tenime
değen, kulağıma işleyen dalganın kumdan kaleleri ağırlaması, ruhuma dokunan
kara mizahın tarihimde kalması, bir elif uzunluğundaki ömrümün besmele ile
başlaması lûtuftur bana. Elbette şükrüm Yaradan’a. Baktığımı görmeyi nasip eden(!),
işittiğim derde sırtımı döndürmeyen Yaradan’a…
Demem
o ki, dinimizin yansıması kültürümüz, gönüllerin küllenmeyecek alevi, dillerin
bitmeyecek şarkısıdır. Ve bu sebeptendir, yüzümde güneşi hissediyor, etrafımda
ağaçlar görüyorum. Meltemde vahşi çiçeklerin kokusu o kadar güzel ki, şu an
rüyada değilim…