Maziden bugünü okumak

Günün birinde başkanlık seçimi için AK Parti kurucu kadrosundan iki isim arasından birini tercih etme durumunda kalınsa, sizce hangisi seçimi kazanır? Evvelce parti içinde ve dışında pek çok can yakmış olan aday mı, yoksa muhaliflerin bile canını yakmamış olan aday mı? Sanırım, maziden ibret alan akıllar bu sorunun cevabını tahmin etmekte zorlanmayacaklardır!

MALÛMDUR, Hicret olayı, takvimimiz açısından milâttır aynı zamanda. Bu noktada bir mukayese bizim zihin açıcı olabilir.

Hıristiyanlar, iman ettikleri Nebî’nin (as) doğumunu takvimlerinin merkezine aldılar. Oysa Müslümanlar, iman ettikleri Nebî’nin (sav) doğumunu değil, O’nun eliyle temelleri atılan İslâm toplumunun doğumunu zamanın kalbi bellediler.

Nitekim “Hicret’ten önce, Hicret’ten sonra” vurgusu Kur’ân-ı Kerim’e dair hassasiyetler de içerir. Bu yüzden Hicret’ten evvel nazil olan âyetlere “Mekkî”, Hicret’ten sonrakilere “Medenî” deriz.

Ulema genel bir kıyasla Mekkî âyetlerin daha çok iman esasları vazettiğini, Medenî ayetlerin ise amellere ve muamelata dönük düzenlemeler içerdiğini belirtir. İlkinde mümin birey olabilmenin işaretleri yoğundur, ikincisinde Müslüman toplumu kuracak ilkeler çoğunluktadır. Benzeri başka tespitler de eklenebilir pekâlâ.

Nihayetinde biliriz ki, Hicret ile birlikte hem zamanın ruhunda, hem de Risâletin vurgularında keskin değişimler-dönüşümler göze çarpar. Peki, Hicret evveli ve sonrasında İslâm’la müşerref olan tarihî şahsiyetler arasında da benzeri ilkesel tespitler-ayrımlar yapamaz mıyız?

Bu yazımızda Mekke ve Medine dönemlerini baz alarak pek de aşinası olmadığımız bir sosyo-psikolojik okuma yapmayı deneyebiliriz artık.

Adım adım ilerleyelim...

Zarara ortaklık

Evet, Mekkî dönemde Müslüman olmak ağır bedeller istiyordu. İman eden kişiler Bilâl-i Habeşî (ra) misali kızgın kumlara yatırılıp işkenceler görüyor, karınlarında kayalar parçalanıyordu. Ammar bin Yasir (ra) örneğindeki gibi gözleri önünde ebeveynleri katlediliyor, haftalar, aylar boyu esir tutuluyorlardı. Bazen anne babaları, eşleri, kardeşleri ve evlâtları tarafından dışlanıp evden ve aileden uzaklaştırılıyorlar yahut tümden boykotlara uğrayıp kendileriyle -başta ticaret ve iş ilişkileri olmak üzere- tüm beşerî münasebetler kesiliyordu.

Ezcümle, Mekke’de Müslüman olmak, din uğruna bedel ödeyip “inancın sadece zararına ortak olmak” demekti.

Zarar ve kâr ortaklığı

Medine yıllarında ise Müslümanlar önce nüfus üstünlüğünü elde ettiler. Zamanla Medine pazarı Müslümanların kontrolüne geçti. Bedir, Uhud, Hendek misali savaşlarda türlü fedakârlıklar sergileyen Müslümanlar, henüz elde edilen üstünlüğün nimetlerinden de faydalanabiliyorlardı. Yani artık “dinin hem zararına, hem de kârına ortak çıkan Müslümanlar” mevcuttu. 

Kâra ortaklık

Mekkî ayetlerde rastlanmayan “münafık” kelimesine ilk olarak Medenî ayetlerde rastlanması da tesadüf değildi elbette. Keza Âlemlere Rahmet Efendimiz (sav) Mekke’deyken münafıklık alâmetlerinden bahsetmediği hâlde, Hicret’ten sonraki yıllarda birçok vesileyle münafıklık alâmetlerini zikredip insanları uyarmaya başlamıştı. Keza din, artık itibar, para ve rağbet sunabiliyordu.

Hicret’in 8. yılında (Milâdî 630) “kâra ve zarara ortak çıkmış Müslümanlardan” teşekkül 10-12 bin kişilik İslâm Ordusu Mekke’yi fethedince, Risâletin sosyo-psikolojisi açısından üçüncü bir evreye geçilmişti. Zira 21 yıl boyunca vahiy, vahyin temsilcisi Peygamber Efendimiz (sav) ve vahye tâbi olan müminlerle her fırsatta savaşan müşrik Kureyşliler, kesin bir mağlubiyetin ardından Müslüman olmuşlardı.

Hadid Sûresi 10. âyette fetihten sonraki Müslümanların evvelkilerle bir tutulamayacakları açıkça zikredilmektedir. Gerek bu âyete bağlı okumalar, gerekse Siyer-i Nebî’de zikredilen tarihî bilgiler üzerinden bakınca, fetih sonrasında İslâm dairesine girenler için “sadece kâra ortak çıkan Müslümanlar” veya “kârı zarara önceleyen Müslümanlar” da diyebiliriz pekâlâ.

Netice itibariyle görünen manzara şudur aslında: Hicret’ten evvel sadece bedel ödeyen “zarara ortak Müslümanlar” ve mevcut sistemden maddî-manevî geçinen müşrik Kureyşliler bir arada yaşıyorlardı. Hicret’ten sonra “zarara ve kâra ortak Müslümanlar”, Yahudiler ve de münafıklar aynı beldeyi paylaşmışlardı. Fetihten sonra ise evvelce görülmeyen yeni bir sosyo-psikolojik tip ortaya çıkmıştı: “Kâra ortak Müslümanlar”…

Mekke’yi fetheden 10-12 bin kişilik “zarara ve kâra ortak Müslümanlardan” oluşan İslâm Ordusu, henüz dine dâhil olan “sadece kâra ortak Müslüman” kadrolarla birlikte ilk kez 20 bin kişilik bir ordu hâline gelmişti. O güne kadar eşine rastlanmadık büyüklükte olan bu yeni İslâm Ordusu, 8 bin kişilik müşrik Gatafan kabilesi karşısında darmadağın oldu.

Oysa Efendimiz (sav), Bedir’de üç yüz sahabesiyle bin kişilik müşrik Kureyş ordusunu yenmişti. Uhud’da yedi yüz sahabe, iki bin kişilik düşman ordusuyla başa çıkabilmişti. Mute’de üç bin sahabe, elli bin kişilik Bizans ordusuna kafa tutabilmişti. Ama fetihten sonra “sadece kâra ortak çıkan” idraklerle takviye edilen 20 bin askerlik İslâm Ordusu, kendisinden misliyle zayıf müşrikler karşısında perişan hâle düşmüştü.

Dönem müminleri farkındalardı ki, eskisi gibi “zarara ve kâra ortak Müslümanlardan” teşekkül etmiş bir ordu, sayıca belki azdı, ama ihlâs ve teslimiyet açısından çelikleşmiş bir topluluktu.

Bu olaydan nasıl bir ibret çıkarılması gerektiğini gayet iyi anlayan Hz. Ebubekir (ra), kendi hilâfet günlerinde “fetihten sonra Müslüman olanlara” ne devlet görevi verdi, ne de onları askere aldı. Geriden geri fitne ve kaos çıkarmamaları için onları aç da bırakmadı. Savaşmadıkları hâlde onlara ganimetten hisse verdi. Onları maaşa bağladı. Ama onlara asla yetki ve makam vermedi! Onları cihat ve mücadele yoldaşı edinmedi. En önemlisi de, “sadece kâra ortak çıkanları”, “zarara ve kâra ortak çıkan zor zamanların yoldaşlarıyla” asla ve asla değişmedi!

İlk paralel yapılanma, ilk darbe!

Hz. Ömer (ra), kendi hilâfet yıllarında “fetihten sonra Müslüman olmuş” kişilere tek tük görevler vermeye başladı. Muhtemelen onları yeni kurulan sisteme usul usul adapte etmek istiyordu. Keza kendisi hemen her memurunu birebir takip edebilecek bir hassasiyete ve kontrol sistemine de sahipti. Hâliyle onun hilâfetindeyken “fetihten sonra Müslüman olanların” sistem ve toplum üzerinde bozucu-yozlaştırıcı etkileri gözlemlenmedi.

Hz. Osman (ra) halife seçilince, “fetih sonrası Müslüman olanlar” ile “fetih öncesi Müslüman olanlar” arasındaki denge tersine dönmeye başladı. Tüm valiliklere, pek çoğu Hz. Osman’ın akrabaları olan “sadece kâra ortak Müslüman” kadrolar atandı. Öyle ki, vaktiyle din uğruna bedel ödemiş olan Ensar ve Muhacir, devlet riyasetinden büyük oranda uzaklaştırıldı.

Böylesi bir operasyonu (Hz. Osman’ın zaaflarını kullanarak ve onu da kandırarak) adım adım yürüten “derin Emevî-Ümeyye çetesi” için “İslâm tarihinin ilk paralel yapılanması” diyebiliriz. Elbette buradaki paralelliğin müşterek noktası, bir camia-cemaat bağı değil, aşiret-soy ilişkisiydi.

Eşzamanlı olarak İran’ın fethi de bu dönemde tamamlanmıştı. Müslümanlar evvelce hiç olmadıkları kadar zenginleştikleri için, Hicret’ten evvel bir salkım üzümü paylaşabilen kardeşler, şimdi bağları bahçeleri bölüşmekle imtihan edileceklerdi.

Nitekim hem aniden gelen zenginliğin oluşturduğu sosyal defolara, hem de “sadece kâra ortak çıkanların” eliyle başlayan rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma ve kadrolaşma misali idarî defolara karşı duyulan huzursuzluklar, Medine’de büyük bir isyanın çıkmasına sebep oldu. İsyan, Hz. Osman’ın (ra) şehadetiyle sonuçlandı. En az bunun kadar acı olan bir diğer durumsa, kendilerinin “sadece kâra ortak çıkan kadrolarca” dışlandığını hisseden Ensar ve Muhacir’in, Hz. Osman’ın (ra) cenazesine dahi sahip çıkmamış olmasıydı.

Artık fitne kapıları sonuna kadar açılmıştı. Böylesi bir süreçte Hz. Ali (kv), Halife seçildi. Cemel, Sıffîn ve Nehrevan’da meşru ve mevcut halifeye bağlı İslâm Ordusu ile yönetim karşıtları savaştı. Cemel’in vârisleri çıkmadı. Ama diğer iki savaşın asi kadroları, kan davası kıvamında hükûmete düşmanlığa devam ettiler. Bu süreçte Hz. Ali (kv) de şehit edildi.

“Zarara ve kâra ortak çıkmış olan” Ensar ve Muhacir, Hz. Hasan’a (ra) biat etti. “Beşinci Raşid Halife” seçilen Hz. Hasan (ra), yedi aylık bir hilâfetin neticesinde İslâm tarihinin ilk silahlı darbesiyle yönetimden indirildi. Meşru ve mevcut halifeyi silah zoruyla deviren Muaviye bin Ebu Süfyan, yönetimi devraldı.

Evet, Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan ve “sadece kâra ortak çıkan kadrolar”, daha ikinci nesildeyken din uğruna nice bedeller ödeyenleri saf dışı bırakmışlardı. Keza Kerbelâ misali tarihimizin en acı travmasının müteahhitleri de yine aynı zihniyet ve kadro olacaktı.

Buraya kadar ifade edilen “kâra ve/veya zarara ortak çıkanlar” okuması, sonraki 13 asır boyunca değişik tonlarda tüm İslâm coğrafyalarında yaşandı ve yaşanmakta…

Şimdi de başka bir veçhiyle psiko-politik bir okuma yapmayı deneyelim...


Tabandan tavana veya tavandan tabana

Malûmdur, mezhebî kimliğimizi genellikle “Sünnî” olarak ifade ederiz. Lâkin asıl mânâ “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” ifadesinde gizlidir. Nitekim mezhebî kimliği “Ehl-i Sünnet” veya “Sünnîlik” zanneden pek çok kimse, bizde sünnetin önemli olduğunu, diğer mezheplerde sünnete değer verilmediğini zannetmekte. Oysa Selefiler, Şiiler, Mutezile vs. tüm mezheplerde sünnet hürmeti ve sevgisi mevcuttur. Hâliyle bizler açısından mezhebî kimliğimizdeki vurgu, “Ehl-i Sünnet” tabirinde değil, “ve’l-Cemaat” ifadesinde billurlaşır. Yani bizim için farkındalık oluşturan özellik, “cemaat ehli” oluşumuzdur.

Burada zikredilen “cemaat” kelimesi, elbette günümüz algısındaki yapıları değil, ümmetin genelini kasteder. Keza Şia mezhebi, kendisini “İmamiye” olarak tanımlar. İlki “cemaat”, ikincisi “imam” eksenlidir. Ehl-i Sünnet, piramidin tabanını önemser ve aşağıdan yukarı doğru dönüşüm vazeder. Şia ise piramidin tepesini önemser ve yukarıdan aşağı yönlü dönüşüm vazeder.

Ezcümle, Sünnî siyaset teorisi, ümmetin çoğunluğuna, seçime, şuraya ve biate dayanır ve de meşruiyeti bir önceki yöneticinin oğlu olmakta aramaz. Şia siyaset teorisi ise, yöneticinin ümmetin seçimiyle değil, İlâhî tayin ile belirlendiğini iddia eder ve bunun silsile yoluyla nesilden nesle devam ettiğini söyler.

Hâliyle Şia siyaset teorisine göre Âlemlere Rahmet Efendimiz’den (sav) sonraki ilk yönetici Hz. Ali’dir. Sünnî siyaset teorisi ise yöneticinin seçimle belirlenmesi gerektiği fikrine uygun şekilde ümmetin Hz. Ebubekir’i (ra) halife seçtiğini belirtir.

Bu ön bilgilerden sonra asıl sorularımıza geçebiliriz…

Zor şûra!

Evet, Ensar ve Muhacir’in çoğunluğu neden Hz. Ebubekir’i (ra) seçti? Onun bu göreve daha layık olduğuna inandılar. Zira işaretler Hz. Ebubekir’den (ra) yanaydı. Peki, bu konudaki delilleri nelerdi?

İlk delil: Peygamber Efendimiz (sav), hasta olduğu için son günlerinde Mescid-i Nebevî’ye çıkamamıştı. Kendisi yokken cemaate imamlık yapma işini Hz. Ebubekir’e (ra) tevdi etti.

Peki, bu esnada Hz. Ali (kv) neredeydi? Mescitte miydi yahut Hz. Ebubekir’in (ra) arkasında namaz mı kılıyordu? Hayır! Hz. Ali (kv), bu dönemde Peygamber Efendimiz (sav) ile birlikteydi. Buraya dair altın soru: Son demlerinde Peygamber Efendimiz (sav) ile birlikte olmak mı daha üstün-aziz bir iştir, yoksa ümmet-i Muhammed ile birlikte dışarıda olmak mı? Cevap iyi kötü bellidir sanırım.

İkinci delil: Peygamber Efendimiz (sav) Hicret yolculuğunda Hz. Ebubekir (ra) ile birlikteydi. O pek çetin ve mühim yolculukta Efendimiz’e (sav) yoldaşlık etme şerefi sadece Hz. Ebubekir’e (ra) lütfedilmişti.

Peki, bu esnada Hz. Ali (kv) neredeydi? Resûlullah’ın (sav) yatağında, O’nun adına öldürülmeyi bekliyordu. Efendimiz (sav) âdeta “Ben yokken Benmişim gibi görünmek; bu görünümün vazettiği tüm bedelleri ödemek Ali’nin sorumluluğundadır” mesajı vermişti. Keza kendisine ait tüm borç, emanet ve sair işleri ve yükümlülükleri hâlletme görevini yine Hz. Ali’ye (kv) vermişti. Sanki “tam yetkili bir vekâletname” bırakmışçasına…

Bu şekilde bakınca, Hicret esnasında hangi durum daha yüce-azizdir sizce? Gönlünüz hangisinden yana? Sanırım cevap yine bellidir.

Üçüncü delil: Hz. Ebubekir (ra), Efendimizin (sav) kayınpederi ve dostuydu. Peki, Hz. Ali (kv)? Efendimiz (sav) onun (kv) hakkında “Biz bir elmanın iki yarısı gibiyiz” buyurmamış mıydı? En sevdiği varlık olan Hz. Fatımatü’z-Zehra’yı (r.ha) ona emanet etmemiş miydi? Ehl-i Beyt’inin ondan devam ettiğini bildirmemiş miydi?

Peki Ashab-ı Kiram, yakınlık, Hicret veya Efendimizin (sav) son anlarını fikrederken neden Hz. Ali’nin (kv) şanını görmezden gelerek Hz. Ebubekir’in (ra) hissesine düşen şanı önemsedi? Sahi, bizim “serin bir zihin-gönül” ile asırlar sonra fark edebildiğimiz bu durumu ashab o gün niye görmedi?

Dönemin özel şartlarını ve sosyo-psikolojisini hatırlamakta fayda var. Peşin bir tespitle dillendirebiliriz: Hz. Ebubekir (ra) hariç, Ashab-ı Kiram’ın hemen hepsi bir ara Peygamber Efendimizin (ra) düşmanıydı.

Evet, Hz. Ömer (ra) dahi bir dönem en ateşli muhaliflerden biriydi. Efendimiz’e (sav) yıllarca düşmanlık edip Hicret’ten önce, sonra veya fethin ardından Müslüman olan hemen herkes bir ara Hz. Ali’nin (kv) yumruğunu, kılıcını yemiş kimselerdi. Pek çoğunun oğlu, kardeşi, amcası, babası, yeğeni Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te veya Hayber’de yahut başka bir şekilde Hz. Ali’nin (kv) elinde telef olmuştu. Oysa Hz. Ebubekir’e (ra) dair tarihin hiçbir kaydında cephe kahramanlığı bulunmaz. O, köle olan Müslümanları satın alıp azat etmiş, boykot yıllarında mümin kardeşlerini sübvanse etmiş, bir şekilde pek çok Müslümanın derdini, sorununu hâlletmiş, ama -sonradan pek çoğu Müslüman olan- Efendimiz’in (sav) muhaliflerinin veya düşmanlarının canını yakmamıştı.

Ezcümle, seçim günü geldiğinde kimin halife olması gerektiğini tartışan Ashab-ı Kiram içerisinde, mazisinde Hz. Ebubekir’den (ra) incinmişlik olan kimse yoktu. Ama bu seçici heyetin büyük çoğunluğu bir ara Peygamber’in (sav) muhalifi veya düşmanıyken, ya şahsî ya da yakınları üzerinden Hz. Ali’den (kv) yana canları yanmış kimselerdi. Üzerlerindeki bu psikolojik baskı nedeniyle hilâfet hususunda efdaliyet üzerine işaret okumaları yaparken, gönülleri hep Hz. Ebubekir’e (ra) kaydı. Son nefeslerinde Peygamber (sav) ile birlikte olan Hz. Ali’yi (kv) değil, ümmetle birlikte olan Hz. Ebubekir’i (ra) karizmatik buldular. Hicret esnasında şehadete yatmayı değil, sefere yürümeyi yüce addettiler. Peygamber’in (sav) kayınpederi olmayı, O’na (sav) kardeş sayılmaktan yüce zannettiler. Reylerini Hz. Ebubekir’den (ra) yana kullandılar.

Peki, bu durumdan bugün bize bir ibret çıkar mı?

Çevrenize bir bakın! İnandığınız dava uğruna davadaşlarına yardım eden ama davanın önünü kesenlere karşı çıkmayan birilerinin, hem davadaşlarının yardımına koşan, hem de karşıdakilerle cedelleşen kişilere nazaran önleri daha açık olacaktır.

Ya da doğrudan şöyle düşünün: Günün birinde başkanlık seçimi için AK Parti kurucu kadrosundan iki isim arasından birini tercih etme durumunda kalınsa, sizce hangisi seçimi kazanır? Evvelce parti içinde ve dışında pek çok can yakmış olan aday mı, yoksa muhaliflerin bile canını yakmamış olan aday mı?

Sanırım, maziden ibret alan akıllar bu sorunun cevabını tahmin etmekte zorlanmayacaklardır!