MALÛMDUR, Hicret olayı,
takvimimiz açısından milâttır aynı zamanda. Bu noktada bir mukayese bizim zihin
açıcı olabilir.
Hıristiyanlar,
iman ettikleri Nebî’nin (as) doğumunu takvimlerinin merkezine aldılar. Oysa
Müslümanlar, iman ettikleri Nebî’nin (sav) doğumunu değil, O’nun eliyle
temelleri atılan İslâm toplumunun doğumunu zamanın kalbi bellediler.
Nitekim
“Hicret’ten önce, Hicret’ten sonra” vurgusu Kur’ân-ı Kerim’e dair hassasiyetler
de içerir. Bu yüzden Hicret’ten evvel nazil olan âyetlere “Mekkî”, Hicret’ten
sonrakilere “Medenî” deriz.
Ulema
genel bir kıyasla Mekkî âyetlerin daha çok iman esasları vazettiğini, Medenî
ayetlerin ise amellere ve muamelata dönük düzenlemeler içerdiğini belirtir.
İlkinde mümin birey olabilmenin işaretleri yoğundur, ikincisinde Müslüman
toplumu kuracak ilkeler çoğunluktadır. Benzeri başka tespitler de eklenebilir
pekâlâ.
Nihayetinde
biliriz ki, Hicret ile birlikte hem zamanın ruhunda, hem de Risâletin
vurgularında keskin değişimler-dönüşümler göze çarpar. Peki, Hicret evveli ve
sonrasında İslâm’la müşerref olan tarihî şahsiyetler arasında da benzeri
ilkesel tespitler-ayrımlar yapamaz mıyız?
Bu
yazımızda Mekke ve Medine dönemlerini baz alarak pek de aşinası olmadığımız bir
sosyo-psikolojik okuma yapmayı deneyebiliriz artık.
Adım
adım ilerleyelim...
Zarara
ortaklık
Evet,
Mekkî dönemde Müslüman olmak ağır bedeller istiyordu. İman eden kişiler Bilâl-i
Habeşî (ra) misali kızgın kumlara yatırılıp işkenceler görüyor, karınlarında
kayalar parçalanıyordu. Ammar bin Yasir (ra) örneğindeki gibi gözleri önünde
ebeveynleri katlediliyor, haftalar, aylar boyu esir tutuluyorlardı. Bazen anne
babaları, eşleri, kardeşleri ve evlâtları tarafından dışlanıp evden ve aileden
uzaklaştırılıyorlar yahut tümden boykotlara uğrayıp kendileriyle -başta ticaret
ve iş ilişkileri olmak üzere- tüm beşerî münasebetler kesiliyordu.
Ezcümle,
Mekke’de Müslüman olmak, din uğruna bedel ödeyip “inancın sadece zararına ortak
olmak” demekti.
Zarar
ve kâr ortaklığı
Medine
yıllarında ise Müslümanlar önce nüfus üstünlüğünü elde ettiler. Zamanla Medine
pazarı Müslümanların kontrolüne geçti. Bedir, Uhud, Hendek misali savaşlarda
türlü fedakârlıklar sergileyen Müslümanlar, henüz elde edilen üstünlüğün
nimetlerinden de faydalanabiliyorlardı. Yani artık “dinin hem zararına, hem de
kârına ortak çıkan Müslümanlar” mevcuttu.
Kâra
ortaklık
Mekkî
ayetlerde rastlanmayan “münafık” kelimesine ilk olarak Medenî ayetlerde
rastlanması da tesadüf değildi elbette. Keza Âlemlere Rahmet Efendimiz (sav)
Mekke’deyken münafıklık alâmetlerinden bahsetmediği hâlde, Hicret’ten sonraki
yıllarda birçok vesileyle münafıklık alâmetlerini zikredip insanları uyarmaya
başlamıştı. Keza din, artık itibar, para ve rağbet sunabiliyordu.
Hicret’in
8. yılında (Milâdî 630) “kâra ve zarara ortak çıkmış Müslümanlardan” teşekkül
10-12 bin kişilik İslâm Ordusu Mekke’yi fethedince, Risâletin sosyo-psikolojisi
açısından üçüncü bir evreye geçilmişti. Zira 21 yıl boyunca vahiy, vahyin
temsilcisi Peygamber Efendimiz (sav) ve vahye tâbi olan müminlerle her fırsatta
savaşan müşrik Kureyşliler, kesin bir mağlubiyetin ardından Müslüman
olmuşlardı.
Hadid
Sûresi 10. âyette fetihten sonraki Müslümanların evvelkilerle bir
tutulamayacakları açıkça zikredilmektedir. Gerek bu âyete bağlı okumalar,
gerekse Siyer-i Nebî’de zikredilen tarihî bilgiler üzerinden bakınca, fetih
sonrasında İslâm dairesine girenler için “sadece kâra ortak çıkan Müslümanlar”
veya “kârı zarara önceleyen Müslümanlar” da diyebiliriz pekâlâ.
Netice
itibariyle görünen manzara şudur aslında: Hicret’ten evvel sadece bedel ödeyen
“zarara ortak Müslümanlar” ve mevcut sistemden maddî-manevî geçinen müşrik
Kureyşliler bir arada yaşıyorlardı. Hicret’ten sonra “zarara ve kâra ortak
Müslümanlar”, Yahudiler ve de münafıklar aynı beldeyi paylaşmışlardı. Fetihten
sonra ise evvelce görülmeyen yeni bir sosyo-psikolojik tip ortaya çıkmıştı:
“Kâra ortak Müslümanlar”…
Mekke’yi
fetheden 10-12 bin kişilik “zarara ve kâra ortak Müslümanlardan” oluşan İslâm
Ordusu, henüz dine dâhil olan “sadece kâra ortak Müslüman” kadrolarla birlikte
ilk kez 20 bin kişilik bir ordu hâline gelmişti. O güne kadar eşine
rastlanmadık büyüklükte olan bu yeni İslâm Ordusu, 8 bin kişilik müşrik Gatafan
kabilesi karşısında darmadağın oldu.
Oysa
Efendimiz (sav), Bedir’de üç yüz sahabesiyle bin kişilik müşrik Kureyş ordusunu
yenmişti. Uhud’da yedi yüz sahabe, iki bin kişilik düşman ordusuyla başa
çıkabilmişti. Mute’de üç bin sahabe, elli bin kişilik Bizans ordusuna kafa
tutabilmişti. Ama fetihten sonra “sadece kâra ortak çıkan” idraklerle takviye
edilen 20 bin askerlik İslâm Ordusu, kendisinden misliyle zayıf müşrikler karşısında
perişan hâle düşmüştü.
Dönem
müminleri farkındalardı ki, eskisi gibi “zarara ve kâra ortak Müslümanlardan”
teşekkül etmiş bir ordu, sayıca belki azdı, ama ihlâs ve teslimiyet açısından
çelikleşmiş bir topluluktu.
Bu
olaydan nasıl bir ibret çıkarılması gerektiğini gayet iyi anlayan Hz. Ebubekir
(ra), kendi hilâfet günlerinde “fetihten sonra Müslüman olanlara” ne devlet
görevi verdi, ne de onları askere aldı. Geriden geri fitne ve kaos
çıkarmamaları için onları aç da bırakmadı. Savaşmadıkları hâlde onlara
ganimetten hisse verdi. Onları maaşa bağladı. Ama onlara asla yetki ve makam
vermedi! Onları cihat ve mücadele yoldaşı edinmedi. En önemlisi de, “sadece
kâra ortak çıkanları”, “zarara ve kâra ortak çıkan zor zamanların
yoldaşlarıyla” asla ve asla değişmedi!
İlk
paralel yapılanma, ilk darbe!
Hz.
Ömer (ra), kendi hilâfet yıllarında “fetihten sonra Müslüman olmuş” kişilere
tek tük görevler vermeye başladı. Muhtemelen onları yeni kurulan sisteme usul
usul adapte etmek istiyordu. Keza kendisi hemen her memurunu birebir takip
edebilecek bir hassasiyete ve kontrol sistemine de sahipti. Hâliyle onun
hilâfetindeyken “fetihten sonra Müslüman olanların” sistem ve toplum üzerinde
bozucu-yozlaştırıcı etkileri gözlemlenmedi.
Hz.
Osman (ra) halife seçilince, “fetih sonrası Müslüman olanlar” ile “fetih öncesi
Müslüman olanlar” arasındaki denge tersine dönmeye başladı. Tüm valiliklere,
pek çoğu Hz. Osman’ın akrabaları olan “sadece kâra ortak Müslüman” kadrolar
atandı. Öyle ki, vaktiyle din uğruna bedel ödemiş olan Ensar ve Muhacir, devlet
riyasetinden büyük oranda uzaklaştırıldı.
Böylesi
bir operasyonu (Hz. Osman’ın zaaflarını kullanarak ve onu da kandırarak) adım
adım yürüten “derin Emevî-Ümeyye çetesi” için “İslâm tarihinin ilk paralel
yapılanması” diyebiliriz. Elbette buradaki paralelliğin müşterek noktası, bir
camia-cemaat bağı değil, aşiret-soy ilişkisiydi.
Eşzamanlı
olarak İran’ın fethi de bu dönemde tamamlanmıştı. Müslümanlar evvelce hiç
olmadıkları kadar zenginleştikleri için, Hicret’ten evvel bir salkım üzümü
paylaşabilen kardeşler, şimdi bağları bahçeleri bölüşmekle imtihan
edileceklerdi.
Nitekim
hem aniden gelen zenginliğin oluşturduğu sosyal defolara, hem de “sadece kâra
ortak çıkanların” eliyle başlayan rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma ve kadrolaşma
misali idarî defolara karşı duyulan huzursuzluklar, Medine’de büyük bir isyanın
çıkmasına sebep oldu. İsyan, Hz. Osman’ın (ra) şehadetiyle sonuçlandı. En az
bunun kadar acı olan bir diğer durumsa, kendilerinin “sadece kâra ortak çıkan
kadrolarca” dışlandığını hisseden Ensar ve Muhacir’in, Hz. Osman’ın (ra)
cenazesine dahi sahip çıkmamış olmasıydı.
Artık
fitne kapıları sonuna kadar açılmıştı. Böylesi bir süreçte Hz. Ali (kv), Halife
seçildi. Cemel, Sıffîn ve Nehrevan’da meşru ve mevcut halifeye bağlı İslâm Ordusu
ile yönetim karşıtları savaştı. Cemel’in vârisleri çıkmadı. Ama diğer iki
savaşın asi kadroları, kan davası kıvamında hükûmete düşmanlığa devam ettiler.
Bu süreçte Hz. Ali (kv) de şehit edildi.
“Zarara
ve kâra ortak çıkmış olan” Ensar ve Muhacir, Hz. Hasan’a (ra) biat etti.
“Beşinci Raşid Halife” seçilen Hz. Hasan (ra), yedi aylık bir hilâfetin
neticesinde İslâm tarihinin ilk silahlı darbesiyle yönetimden indirildi. Meşru
ve mevcut halifeyi silah zoruyla deviren Muaviye bin Ebu Süfyan, yönetimi devraldı.
Evet,
Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan ve “sadece kâra ortak çıkan kadrolar”,
daha ikinci nesildeyken din uğruna nice bedeller ödeyenleri saf dışı
bırakmışlardı. Keza Kerbelâ misali tarihimizin en acı travmasının müteahhitleri
de yine aynı zihniyet ve kadro olacaktı.
Buraya
kadar ifade edilen “kâra ve/veya zarara ortak çıkanlar” okuması, sonraki 13
asır boyunca değişik tonlarda tüm İslâm coğrafyalarında yaşandı ve yaşanmakta…
Şimdi de başka bir veçhiyle psiko-politik bir okuma yapmayı deneyelim...
Tabandan
tavana veya tavandan tabana
Malûmdur,
mezhebî kimliğimizi genellikle “Sünnî” olarak ifade ederiz. Lâkin asıl mânâ
“Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” ifadesinde gizlidir. Nitekim mezhebî kimliği “Ehl-i
Sünnet” veya “Sünnîlik” zanneden pek çok kimse, bizde sünnetin önemli olduğunu,
diğer mezheplerde sünnete değer verilmediğini zannetmekte. Oysa Selefiler,
Şiiler, Mutezile vs. tüm mezheplerde sünnet hürmeti ve sevgisi mevcuttur.
Hâliyle bizler açısından mezhebî kimliğimizdeki vurgu, “Ehl-i Sünnet” tabirinde
değil, “ve’l-Cemaat” ifadesinde billurlaşır. Yani bizim için farkındalık
oluşturan özellik, “cemaat ehli” oluşumuzdur.
Burada
zikredilen “cemaat” kelimesi, elbette günümüz algısındaki yapıları değil,
ümmetin genelini kasteder. Keza Şia mezhebi, kendisini “İmamiye” olarak
tanımlar. İlki “cemaat”, ikincisi “imam” eksenlidir. Ehl-i Sünnet, piramidin
tabanını önemser ve aşağıdan yukarı doğru dönüşüm vazeder. Şia ise piramidin
tepesini önemser ve yukarıdan aşağı yönlü dönüşüm vazeder.
Ezcümle,
Sünnî siyaset teorisi, ümmetin çoğunluğuna, seçime, şuraya ve biate dayanır ve
de meşruiyeti bir önceki yöneticinin oğlu olmakta aramaz. Şia siyaset teorisi
ise, yöneticinin ümmetin seçimiyle değil, İlâhî tayin ile belirlendiğini iddia
eder ve bunun silsile yoluyla nesilden nesle devam ettiğini söyler.
Hâliyle
Şia siyaset teorisine göre Âlemlere Rahmet Efendimiz’den (sav) sonraki ilk
yönetici Hz. Ali’dir. Sünnî siyaset teorisi ise yöneticinin seçimle
belirlenmesi gerektiği fikrine uygun şekilde ümmetin Hz. Ebubekir’i (ra) halife
seçtiğini belirtir.
Bu
ön bilgilerden sonra asıl sorularımıza geçebiliriz…
Zor
şûra!
Evet,
Ensar ve Muhacir’in çoğunluğu neden Hz. Ebubekir’i (ra) seçti? Onun bu göreve
daha layık olduğuna inandılar. Zira işaretler Hz. Ebubekir’den (ra) yanaydı.
Peki, bu konudaki delilleri nelerdi?
İlk
delil: Peygamber Efendimiz (sav), hasta olduğu için son günlerinde Mescid-i
Nebevî’ye çıkamamıştı. Kendisi yokken cemaate imamlık yapma işini Hz.
Ebubekir’e (ra) tevdi etti.
Peki,
bu esnada Hz. Ali (kv) neredeydi? Mescitte miydi yahut Hz. Ebubekir’in (ra)
arkasında namaz mı kılıyordu? Hayır! Hz. Ali (kv), bu dönemde Peygamber
Efendimiz (sav) ile birlikteydi. Buraya dair altın soru: Son demlerinde
Peygamber Efendimiz (sav) ile birlikte olmak mı daha üstün-aziz bir iştir,
yoksa ümmet-i Muhammed ile birlikte dışarıda olmak mı? Cevap iyi kötü bellidir
sanırım.
İkinci
delil: Peygamber Efendimiz (sav) Hicret yolculuğunda Hz. Ebubekir (ra) ile
birlikteydi. O pek çetin ve mühim yolculukta Efendimiz’e (sav) yoldaşlık etme
şerefi sadece Hz. Ebubekir’e (ra) lütfedilmişti.
Peki,
bu esnada Hz. Ali (kv) neredeydi? Resûlullah’ın (sav) yatağında, O’nun adına
öldürülmeyi bekliyordu. Efendimiz (sav) âdeta “Ben yokken Benmişim gibi
görünmek; bu görünümün vazettiği tüm bedelleri ödemek Ali’nin
sorumluluğundadır” mesajı vermişti. Keza kendisine ait tüm borç, emanet ve sair
işleri ve yükümlülükleri hâlletme görevini yine Hz. Ali’ye (kv) vermişti. Sanki
“tam yetkili bir vekâletname” bırakmışçasına…
Bu
şekilde bakınca, Hicret esnasında hangi durum daha yüce-azizdir sizce? Gönlünüz
hangisinden yana? Sanırım cevap yine bellidir.
Üçüncü
delil: Hz. Ebubekir (ra), Efendimizin (sav) kayınpederi ve dostuydu. Peki, Hz.
Ali (kv)? Efendimiz (sav) onun (kv) hakkında “Biz bir elmanın iki yarısı
gibiyiz” buyurmamış mıydı? En sevdiği varlık olan Hz. Fatımatü’z-Zehra’yı
(r.ha) ona emanet etmemiş miydi? Ehl-i Beyt’inin ondan devam ettiğini
bildirmemiş miydi?
Peki
Ashab-ı Kiram, yakınlık, Hicret veya Efendimizin (sav) son anlarını fikrederken
neden Hz. Ali’nin (kv) şanını görmezden gelerek Hz. Ebubekir’in (ra) hissesine
düşen şanı önemsedi? Sahi, bizim “serin bir zihin-gönül” ile asırlar sonra fark
edebildiğimiz bu durumu ashab o gün niye görmedi?
Dönemin
özel şartlarını ve sosyo-psikolojisini hatırlamakta fayda var. Peşin bir
tespitle dillendirebiliriz: Hz. Ebubekir (ra) hariç, Ashab-ı Kiram’ın hemen
hepsi bir ara Peygamber Efendimizin (ra) düşmanıydı.
Evet,
Hz. Ömer (ra) dahi bir dönem en ateşli muhaliflerden biriydi. Efendimiz’e (sav)
yıllarca düşmanlık edip Hicret’ten önce, sonra veya fethin ardından Müslüman
olan hemen herkes bir ara Hz. Ali’nin (kv) yumruğunu, kılıcını yemiş
kimselerdi. Pek çoğunun oğlu, kardeşi, amcası, babası, yeğeni Bedir’de,
Uhud’da, Hendek’te veya Hayber’de yahut başka bir şekilde Hz. Ali’nin (kv)
elinde telef olmuştu. Oysa Hz. Ebubekir’e (ra) dair tarihin hiçbir kaydında
cephe kahramanlığı bulunmaz. O, köle olan Müslümanları satın alıp azat etmiş,
boykot yıllarında mümin kardeşlerini sübvanse etmiş, bir şekilde pek çok Müslümanın
derdini, sorununu hâlletmiş, ama -sonradan pek çoğu Müslüman olan- Efendimiz’in
(sav) muhaliflerinin veya düşmanlarının canını yakmamıştı.
Ezcümle,
seçim günü geldiğinde kimin halife olması gerektiğini tartışan Ashab-ı Kiram
içerisinde, mazisinde Hz. Ebubekir’den (ra) incinmişlik olan kimse yoktu. Ama
bu seçici heyetin büyük çoğunluğu bir ara Peygamber’in (sav) muhalifi veya
düşmanıyken, ya şahsî ya da yakınları üzerinden Hz. Ali’den (kv) yana canları
yanmış kimselerdi. Üzerlerindeki bu psikolojik baskı nedeniyle hilâfet
hususunda efdaliyet üzerine işaret okumaları yaparken, gönülleri hep Hz.
Ebubekir’e (ra) kaydı. Son nefeslerinde Peygamber (sav) ile birlikte olan Hz.
Ali’yi (kv) değil, ümmetle birlikte olan Hz. Ebubekir’i (ra) karizmatik buldular.
Hicret esnasında şehadete yatmayı değil, sefere yürümeyi yüce addettiler.
Peygamber’in (sav) kayınpederi olmayı, O’na (sav) kardeş sayılmaktan yüce
zannettiler. Reylerini Hz. Ebubekir’den (ra) yana kullandılar.
Peki,
bu durumdan bugün bize bir ibret çıkar mı?
Çevrenize
bir bakın! İnandığınız dava uğruna davadaşlarına yardım eden ama davanın önünü
kesenlere karşı çıkmayan birilerinin, hem davadaşlarının yardımına koşan, hem
de karşıdakilerle cedelleşen kişilere nazaran önleri daha açık olacaktır.
Ya
da doğrudan şöyle düşünün: Günün birinde başkanlık seçimi için AK Parti kurucu
kadrosundan iki isim arasından birini tercih etme durumunda kalınsa, sizce
hangisi seçimi kazanır? Evvelce parti içinde ve dışında pek çok can yakmış olan
aday mı, yoksa muhaliflerin bile canını yakmamış olan aday mı?
Sanırım,
maziden ibret alan akıllar bu sorunun cevabını tahmin etmekte
zorlanmayacaklardır!