Maziden atiye bir ses

Bir insanı gerçek anlamda tanımak ve anlamaya çalışmak zordur. Çünkü insanlar olayları ve kişileri genellikle kendi zaviyelerinden değerlendirirler. Akif’i tanımanın ve anlamanın en iyi yolu, eserleriyle hemhâl olmakla mümkündür. Çünkü insan, dilinin altında gizlidir.

“BANA sor sevgili kârî’, sana ben söyliyeyim/ Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım/ Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri/ Ne tasannu’ bilirim, çünkü ne san’atkârım/ Şi’r için göz yaşı derler, onu bilmem, yalnız/ Aczimin giryesidir bence bütün âsârım/ Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem/ Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım/ Oku, şâyet sana bir hisli yürek lâzımsa/ Oku, zira onu yazdım iki söz yazdımsa...”

Bu dizeler Mehmet Akif Ersoy’un “Safahat” adlı meşhur eserinin başlangıcına ait. Onun bu dizelerini okumak, onun şahsiyeti hakkında bize çok fazla fikir vermeye yetecek nitelikte. Bu dizelerde onun her konudaki samimiyetini, tevazuunu, o vakur duruşun ardındaki içli ve hisli adamı görmek mümkün olduğu gibi, “Şayet sen de benim gibi bir hissiyata sahipsen, bak, bütün bu yazdıklarımı sana da yazdım” demektedir. O dönemin koşullarında elinden çok da bir şey gelmediğinin serzenişinde bulunarak, “Ancak yazmak yolunu seçtim” demektedir.

Yazmayı duygu yoğunluğunun yükünden kurtulmak için bir metot ve tarihe not düşmek için yapılmış bir eylem olarak görüyoruz. Şiir için “gözyaşı” derler. İnsanın ruhu bedenine sığmayınca, gözyaşı yani şiir olarak taşarmış. Sanat yapmak için yazmadığını, kendi ruhundaki gerilim ve inkişafı ifade etmenin yolu ve yöntemi olarak yazmayı tercih ettiğini görüyoruz Akif’in.  

Mehmet Akif Ersoy’un babası İpekli Tahir Efendi, kökleri Arnavutluk sınırlarına dayanan bir müderris ve Fatih Camiî imamlarındandır. Annesi ise kökleri Tacikistan’a uzanan, medrese eğitimi almış münevver bir hanımefendidir. Doğum yeri İstanbul olup, babasının görevi nedeniyle çocukluğu Çanakkale’ye bağlı Bayramiç ilçesinde geçmiştir. Çocukluğunu geçirdiği bu ev, aslına uygun şekilde restore edilmiş olup ziyaretçilerini beklemektedir.

Millî Şairimizin ilk Meclis’te temsil ettiği şehir, Biga sancağına bağlı kütüğe sahip olmasına rağmen, o dönemde Burdur’da oluşan açıktan dolayı Burdur’dur. Kayıtlara Burdur “Milletvekili” olarak geçmiştir.

Dünyaya geldiği aile itibariyle Doğu ve Batı’nın mezcedildiği iyi bir aile ortamında büyümüş, dinî eğitimini babasından almış, fen ilimleri için o günün koşullarında geçerliliği çok yüksek olan Baytar Mektebi’ne gönderilmiştir.

Mehmet Akif’i okumak

Millî Şairimiz çok yönlü bir şahsiyettir. Baytarlığının yanında Farsça, Arapça ve Fransızca dillerine hâkim, iyi bir şair, güreşçi, yüzücü ve neyzendir. Bu minvâlde hem dinî, hem de beşerî alanda aldığı iyi eğitimin neticesi olarak idealindeki “Asım’ın Nesli” vizyonunda aldığı bu eğitim modelini bizlere de önerdiğini görüyoruz.

Asım’ın Nesli, Safahat’ın altıncı bölümünde yer alan, beklenen ve özlenen bir nesildir. İsmi geçen şahsiyet, Asr-ı Saadet’te “Asım” isimli bir sahabenin kişiliğinin sembolü olup, sonrasında bu sahabe şehit düşmüştür. Bu şahsiyet, Uhud Savaşı okçusu, aynı zamanda da öğretmen olan Asım Bin Süleyman’dır. Asım, kelime anlamı itibari ile “masum, temiz, şerefli ve onurlu” anlamlarına da gelmektedir. Onun şahsında fazilet (dinî ve millî değerlerle donanmış, yüksek ahlâk sahibi), aynı zamanda marifet ehli (kabiliyet sahibi, bilim ve teknolojiye hâkim) ve vasıflı olmasını istediği bir nesildir.

Millî Şairimiz, din ve fen ilimlerinin birlikte verildiği bir eğitim sistemi özlemini her fırsatta dile getirmiştir. Bu, modernlik ve gelenek arası bir eğitim modelidir. Dünya ve ahireti birlikte düşünen, hakikati arayan ve hayatın anlamını sorgulayan bir neslin özlemi ve arayışıdır bu.

Mehmet Akif Ersoy ayrıca Millî Mücadele’nin önde gelen kahramanlarındandır. O dönem Teşkilat-ı Mahsusa’ya hizmet etmiştir. Fikir adamı, mütefekkir ve münevver bir dâvâ adamı olduğu gibi ideal bir aydındır. Onun hayatı ile ilgili anekdotlar incelendiğinde karşımıza çıkan portre, adeta bir ahlâk abidesidir. Örnek bir Müslümanın ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Kendi doğrularından asla ödün vermediği gibi, dürüstlüğü ve açık sözlülüğü birçok kimseyi rahatsız ettiği için engellenmeye çalışılmış, belli zamanlarda çıkardığı dergileri (Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad) kapatılmıştır. Yaşadığı dönemin toplumsal bozulmalarına, riyakârlıklarına, cehaletine ve taassubuna tahammülü olmadığı için bomba etkisi yapan şiirleriyle eleştirmekten ve düşüncelerini açıkça dile getirmekten geri durmamıştır.

Onun şiirleri incelendiğinde, gündelik hayatla ilgili birçok hususa da değindiğini görürüz. Toplumsal bozulmalara, riyakârlıklara, sahteliklere tahammülü olmadığı gibi, bunları her fırsatta dile getirmiştir: “Gel hayâ yoksa sende her ne kim dilerse etsin/ Bir kişide kim hayâ olmaya iman olmaya/ Halktan eyleye hayâ, Hakk’tan utan ey ehl-i din/ Gel dilersen dininin bünyadı viran olmaya…”

Zamanında yaşanan olayları sosyolojik, psikolojik, pedagojik ve felsefî boyutlarıyla şiirlerinde tahlil etmiş, çözüm önerileri sunmayı da ihmâl etmemiş, “İhtiyar amcanı dinler misin oğlum Nevruz?/ Ne büyük söyle, ne çok söyle, yiğit işde gerek/ Lafı bol, karnı geniş soyları taklîd etme/ Sözü sağlam, özü sağlam adam ol, ırkına çek” demiştir.   

İnsanlığa her dönemde ışık tutacak olan umudu, cesareti, çalışkanlığı ve gayreti aşılamıştır. “Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak/ Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak/ Dünyada inanmam hani görsem de gözümle/ İmanı olan kimse gebermez bu ölümle” dizeleri buna örnektir.

Şiirleri zamanın üstü söylemler olup, her dönemde geçerliliği olan hususları barındırır. Günün sorunlarını Kur’ân-ı Kerim çerçevesinden anlatmaya çalışmış, çözümü yine onda aramıştır. İnsanlara neyi kaybettiklerini ve nerede/nasıl bulacaklarını yol ve yöntemiyle şiirlerinde anlatmıştır: “Allah’a dayan, saye sarıl, hikmete ram ol/ Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Bunların yanında Balkan Harbi, Kurtuluş Savaşı ve Millî Mücadele’yi anlattığı eserler onun tanınmasına ve sevilmesine vesile olur. Yaşanan bütün ıstırabı yüreğinde hissetmiş, “biz” bilinciyle askeri yüreklendirmiştir. Cepheden gelen haberleri sanki orada yaşıyormuşçasına büyük bir duygu yoğunluğu ve metafizik gerilimle dile getirdiği görülür: “Şüheda gövdesi -bir baksana- dağlar taşlar/ O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar/ Vurulmuş temiz alnından, uzanmış yatıyor/ Bir hilâl uğruna, Ya Rab, ne güneşler batıyor…”

Mehmet Akif Ersoy, zor zamanların insanıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine şahitlik etmiş, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Millî Mücadele’de aktif görev almış, yazdığı İstiklâl Marşı ile bir anlamda bu serüveni taçlandırmıştır. “O şiir bir daha yazılamaz, o benim değil, milletimin malıdır. Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” demiştir. Kendi eseri olan Safahat’ta İstiklâl Marşı’na yer vermediği gibi, ciddi bir yekûn tutan ödülü bir hayır kurumuna hibe etmiştir. Cumhuriyet’in manevî kurucuları arasında yer almış, kendisine Kur’ân-ı Kerim’i tefsir görevi verilmişse de hazırladığı müsveddenin (farklı amaçlar için kullanılacağı endişesiyle) imha edilmesini istemiştir. İlk Meclis’te mebus olsa da İkinci Meclis’le görüş ayrılıkları nedeniyle bulunmamış, maaşı kesilmiştir. İnandığı dâvâdan ödün vermediği için Mısır’a hicreti tercih etmiş ve orada adeta kabuğuna çekilmiştir. On yıl kadar süren inziva hayatından sonra hasta bir şekilde İstanbul’a dönmüş, Mısır Apartmanında vefat etmiştir. İstanbul Üniversitesine mensup bir grup öğrencinin omuzlarında ebedî istirahatgâhına sessiz sedasız defnedilmiştir.

Onun hayatını ve eserlerini okuma-anlama çabası adeta bir döneme ışık tutacak mahiyettedir. O günün şartları düşünüldüğünde zamanın ruhunu anlamak, onun hayatı üzerinden bize daha anlaşılır gelecektir. Konuşulmak istenmeyen, adeta unutturulmak istenen, anılmayan bir adama dönüştürülmek istenmiş, fakat gerek şahsiyeti, gerekse yazdığı İstiklâl Marşı ile bu düşüncelere sahip insanlara inat, kalplerde ve gönüllerde ebediyen kalacak yerini almıştır. Keza millî ve manevî duygularla yanan gönülden ve içten söylenmiş dizelerin gideceği yerde bu duygulara haiz gönüllerden başka bir yer olamazdı. İstiklâl Marşı, millet için yazılmış bir şiir olmasının yanı sıra ümmet için de yazılmış bir şiirdir.

Bir insanı gerçek anlamda tanımak ve anlamaya çalışmak zordur. Çünkü insanlar olayları ve kişileri genellikle kendi zaviyelerinden değerlendirirler. Akif’i tanımanın ve anlamanın en iyi yolu, eserleriyle hemhâl olmakla mümkündür. Çünkü insan, dilinin altında gizlidir. Eminim ki onun eserleriyle tanışan herkes, kendi zaviyesinden çok daha farklı zenginlik ve kazanımlar elde edecektir.

Türk gençlerinin bu tür şahsiyetleri tanımaya, anlamaya ve onları örnek almaya olan ihtiyacı her dönemde vardır. Gençlerimiz hayranlık duyup kendilerine model olacak şahsiyetleri tanımalıdır. Ancak maziden aldıkları esintilerle geleceklerini şekillendirmeleri için bizlere bu noktada büyük görev düşmektedir. Aksi takdirde “hazine sandıkları üzerinde oturup da meteliksiz gezen şahsiyetlere dönüşmeleri” kaçınılmaz olacaktır. Mehmet Akif Ersoy gibi ender şahsiyetler, içi boşaltılmadan, tüm gerçekliği ile anlatılıp eserleriyle hemhâl olunarak öğretilmelidir.

Millî Şairimizin Ankara Hamamönü’nde İstiklâl Marşı’nı yazdığı ve milletvekili olduğu zamanlarda bir dönem konakladığı Taceddin Dergâhı ve İstanbul Edirnekapı Şehitliğindeki kabri, her daim ruhuna Fatiha okuyacak ziyaretçilerini beklemektedir.

“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince/ Günler şu heyulâyı da er geç silecektir/ Rahmetle anılmak ebediyette budur amma/ Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir?” (Mehmet Akif Ersoy)