
HULFİ dedesine kızmıştır.
Tası tarağı toplayıp gitmeyi plânlamaktadır. Annesinin seslenişini duyar ama
aldırış etmek istemez. Daha fazla dayanamayarak annesine ne diyeceğini, nasıl hesap
vereceğini düşünür. Öyle de söylese, böyle de söylese başına iş alacaktır.
Annesi hâlâ seslenmektedir: “Oğlum nörüyon sen burda, ne bekliyon?”
İşte
olan olmuştur! Muhakkak bir uğraş söylemesi gerekmektedir, yoksa bir haftalık
yapılacaklar listesi için kulaklarını iyice açması gerekecektir: “Oğlum, ‘on,
on bir’ geldi gelmek üzere, aman deyim, dedene babana dikkat et! Avare avare
dolaşma, yoksa alacağını da almayacağını da yüklenirsin!”
Hulfi: “Ayın yirmisine kadar işim çıktı annecim,
aman beni idare et, yoldaşım çok hasta; onu Mazakaland’a götürecem, iyileşmesi
anca ayın yirmisini bulur.”
Annesi: “Oğlum, babana da haber ver. Öyle ya,
ben karışmam, ipin birine bir uyluğunu, diğerine de bir uyluğunu asarlar,
kavrulursun. Bi’ bardak su da verdirmezler, bilesin.”
***
Hulfi
ne gündüz sıcağını, ne de güneş batımından sonra Erciyes’ten gelen püfür püfür
gece serinliğini taşıyan soğuk hava dalgasını düşündü. İşte bu Ekim sonu ve Kasım
ortası, babası ve dedesi için o kadar önemliydi ki adına “pastırma sıcakları”
denen bu özel günler, pazuların gece gündüz çalıştığı senelik sayılı günlerdi.
Ardından bağ evlerine giderlerdi gitmesine ama çalışmayana aş yoktu.
Hulfi,
çantasını sırtına atması ile beraber kendini Mazakaland’da buldu. Aslında
burası Kayseri’nin eğlence dünyasıydı ama ilk akşam ve gündüz açık olan bu mekân.
Ayın yirmisine kadar kalabileceği yer olarak gözüne kestirmişti kestirmesine de,
sonrasını bir an düşünmeden de edemiyordu. Aklına, gece ışık kirliliği
nedeniyle karartılan aydınlatmalar geldi. “Neyse” deyip kafasına almamaya
kararlı bir tavırla ciğerlerine bir Erciyes nefesi çekti. Bu nefes uzun soluklu
maratonlar için olmazsa olmazlardandı. Koşmak, bellemek, tırmanmak, konuşmak,
satmak ve alemek için derin derin hem ağzından, hem burnundan dolu dolu
nefesler aldı, tuttu ve yavaş yavaş nefeslerini verdi de verdi.
Yoldaşı
diye aslında kendisini kastetmişti ama annesine böyle söyleyemezdi. Çünkü “on
ve on bir” kapıya dayanmışken kimse çocuğunu da, kendini de evinin avlusundan
dışarı çıkmayı bile yeğlemezdi. Yani akıl işi değildi. Hiçbir işi olmayan insanlar
bile dam başında bir bardak çay ile oturup yıldızları izlerdi. Bu, onlara en
büyük dinlenme ve tefekkür günleri olarak gelirdi.
Hulfi,
Mazakaland’ın önünde durdu ve şöyle bir baktı. Anadolu, Afrika, Uzak Doğu ve
Antik Roma uygarlığını hem mimarisiyle, hem de simgelerini taşıdığı o mistik ve
otantik havayı bünyesinde taşıyan Mazakaland’da vaktinin çokça iyi geçeceğini
düşündü. Erciyes’in eteklerindeki şehirlere “mazaka” denildiğini dedesi
anlatmıştı. Dahası, Roma devrinde “Kaisariya” adı ile “imparatorluk şehri” anlamını
taşıyan bu ismin daha evvelinde “Kanist” adı altında Zeus anlamını taşıdığını, Anadolu’nun
fethi ile “Kayseriye”, Cumhuriyet döneminde bir harf atılarak “Kayseri” ismi ile
bugünlere geldiğini öğrenmişti. Hatta “Kayseri” kelimesinin “kapı” anlamında da
kullanıldığını anlatan dedesi, Hulfi’nin adını da uygarlıkların baş
harflerinden oluşan bu isimle vermişti. Nitekim yedinci asırdan 21’inci yüzyıla
kadar isim mirasını dününden bugününe taşımayı ve aktarmayı başarmış bir coğrafyaydı.
Dedesine
dargın olan Hulfi, çantasından kitabını çıkardı ve okumaya başladı. Hititlerin
mirası olan Kadeş imzalı ilk yazılı anlaşma, Urartulardan miras kalan çanak, çömlek
ve mobilyacılık, Lidyalıların sayesinde takasın son bulup paranın ele geçmesi, Frigler
ile dokuma, İyonlarla da kentler ve düşünce gücünü... Hulfi düşündü, üzerindeki
gücü bir kere daha tasavvur etmiş oldu. Önce elindeki kitabı, daha sonra da
gözlerini kapadı. Biraz dinlendikten sonra Halil İnalcık’ın Kayseri ve
Saraybosna gibi bazı şehirlerin “özgür kentler, ayrıcalıklı şehirler” şeklinde
özel muamele görmesi gerektiğini vurguladığı sözünü elindeki kitabın arka kapağında
görmesi ile irkildi.
Hulfi,
bir hevesle okumalara doyamadığı kitabın sayfalarını çevirmeye başladı…
“Anadolu’da
tarih adeta Kayseri ile başlar. Uygarlığın kalıntılarını taşıyan Kültepe Kaniş
höyüğündeki kazı çalışmalardan sonra elde edilen ilk yazılı tablet ve zarfların
Asur çivi yazısı ile günümüze ulaşması bizleri 3 bin yıl öncesine
götürmektedir. Kültepe’de Asur, Genç Hitit, Helen, Roma, Pers ve Tabal dönemine
ait zarf tabletler Kayseri Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.”
Birkaç
sayfa daha okuyunca Kayseri’deki ticaret ve yazı kültürünün çeşitli esnaf
kültürünü, ırk ve millet şehri olmasını biraz daha iyi anlamıştı. Kültepe’deki
Asur ticaret kolonileri çağında Kaniş Krallığı merkezdir ve İpekyolu bu güzergâhtan
geçmektedir. Öyle ki, Endülüs’te yazılan bir kitabın altı ay gibi kısa sürede Kayseri’de
olması, ulaşım ve iletişimin, ayrıca ilmin merkezi olma niteliğini de üzerinde
barındırır şehrin.
“Şehre
Suriye’den Mezopotamya’ya ve daha birçok beldelerden gelen insan kayıtları mevcuttur.
Eski ticaret yolu ve merkezi olması hasebiyle meslekler, sanatlar, zanaatlar ve
karma düşünce yapısının çoklu kültürü de hâlen günümüzde aktif bir şekilde taşınmaktadır.
Bu yüzden Kayseri insanı malın iyisini, kalitenin kokusunu, ticaretin icraatını
iyi öğrenmiştir. Roma’dan kalan kalesinin yanında, Selçuklular döneminden kalan
dinî mimarinin yer aldığı Türk’e has renklerle çinili camileri hâlâ ibadete
açıktır. Camilerin, kervansarayların ve hanların mimarî hesapları göze ve gönle
hitap eder. Dedelerimiz ne güzel sözler bırakmıştır. Örneğin, “İlimde umumiyet,
sanatta hususiyet vardır”.
Mimarî
özelliklerden kısaca bahsetmek gerekirse, mihraplardaki yedi derinlik iç içe
geçmiş nefis mertebeleri ile taş kaplamalı mermerler, sekizgen kaideli olup
sekiz ahlâk erdemini temsil eden mimarî yapılar ile kümbetler, türbeler,
medreseler, hanlar ve altın oranla imar edilen tüm yapılar ters üçgenlerin iç
içe geçmesiyle “Âlem içerisinde âlem var” sırlı on iki düğümlü yapının, dört
adet sütunun ise büyük melek ve halifelerin simgelenmesi bir aradadır. Böylece
İslâmî düşüncenin taşa toprağa kazınması Tevhid ilkesindendir. Türk
üçgenleriyle tüm kapı, kiriş ve ocakların başları bezenmiştir ki nereye
girersen mertebeleri düşünerek, yer âleminden gök âlemine tüm adımların
anlamını tasavvur eyleyerek giresin.
Şehrin
dört bir tarafındaki kümbetler, Devlet-i Âli’ye ve halka olan hizmetlerin Hakk’a
taşındığını simgeleyen Tevhid bağlamındaki mekânları olarak ubudiyetin
timsalidir.
İlk
yerleşim yeri, ticaret yatağı ve kültür taşımacılığının üssü Kayseri’de meclis
kültürü, Milât öncesinden kalma mezar kalıntıları sayesinde ahiret inancı,
tanrıya hesap verme geleneği ile yazılmış tabletlere doğru bilgilerin işlenmesi
ve borç hukuku gibi insanlık medeniyeti için en önemli erdemleri tarihinde
yaşatmış Kayseri, bunu belgelerle dünyaya sergilemiştir.”
***
Hulfi
kafasını kaldırdı ve kitabı bir hışımla kapattı. Çünkü felâket derecede acıkmış
hâlde artık dayanamayacağını düşünüyordu. Birden bu şekilde nasıl da açlık
bastırıyordu. Bu açlık hızı yavaş yavaş artmamalı mıydı? Ancak bir de ne görsün,
tam arkasında “Kayseri Mutfağı” yazan bir tabela görüp koştu. Mantısından tut
pöç yemeğine, yağlamadan kurşun aşına, sucuklu köftesinden tirit ve altın
kesesi tatlısı ile tabiî ki asideye kavuşmuştu. Hulfi bu yemeklere baktıkça
doyuyor, doyuyordu. Lâkin oturması ile masada burnuna gelen sarımsaklı naneli
buğdaydan olma yoğurt çorbası ile karnı bir hamlede doyuvermişti.
***
Gözü
açılan Hulfi’nin gideceği mekân artık Ali dağıydı. “Erciyes en güzel nereden
seyredilir?” sorusuna yanıt, kısa ve netti. Ali dağının eteklerinden
seyredilirdi Erciyes.
Erciyes’in
başı buzlu ve bağlıdır. Ali dağı, volkanik patlamanın sonucu sıcak mizaçlı,
eteği geniş, oldukça misafirperver bir bekçidir. Ali dağı da sırtını Toros
dağlarına vermiştir. Bu yüzden emindir ve yerini çok sever, sevdirir. Tabiî tarihe
konu olan Ali dağında kahve ile seyir tepesi Talas mevkiindedir. Nice
bulvarlarıyla bu asra hizmet eden geniş yolları sayesinde trafik sorunu
yaşamadan örnek şehirleşme timsalini gösteren Kayseri’de uçar vaziyette Ali
dağının yamaçlarına varır Hulfi.
İşte
şimdi fincanını tutuyordur seyirlikte… Kahvesini yudumlarken, burada, kendi
alanında tarihe mâl olmuş isimler aklından geçmektedir: Mimarların hocası Koca
Mimar Sinan, Kadı Burhaneddin, Somuncu Baba, Gevher Nesibe Sultan, Âşık Seyrani,
Dadaloğlu, Âşık Hasan, İncili (Çavuş) Baba, Turgut Özal, Alparslan Türkeş, Abdullah
Gül, Hulusi Akar, Derviş Eroğlu (KKTC Cumhurbaşkanı), şehre şan veren
isimlerdendir.
Hulfi,
ellerini açarak üç İhlâs ve bir Fatiha okuyup başta hocaların hocalarına ve
cümle geçmişlerine hediye eylediği dualarını “Elhamdülillah” ile sonlandırdı.
Hulfi’nin
tahsil gördüğü, Cumhuriyet öncesinde “Kayseri Sultanisi” adıyla eğitim veren
okul, “Kayseri Lisesi”. Okul, vizyon ve misyonunu bugünlerde de muhafaza ediyor
(ki 2018 yılında özel program ve proje uygulayan okul statüsüne alınmıştı). Zaten
elindeki kitabı da ona bu okuldaki hocası hediye etmişti Hulfi’ye “Davud-i
Kayserî, Osmanlı medreselerinin baş müderrisi ve kurucusu olup, eğitimin ve
ilmin nasıl işleyeceğini tüm dünyaya göstermiş büyük filozofumuzdur” notuyla.
Bir
gün sayılan isimler kadar sayılmayan nice hemşehrileri gibi kendisinin de tarih
sayfalarında okutulduğunu düşündü Hulfi. “Neden olmasın ki?” diyerek bir
tebessüm etti. “Medeniyette çalışana ve düşünene nice türlü yollar açılır”
şeklindeki dinin esasları geldi aklına, “İnşallah lâyık olabilirsek!”
deyiverdi.
Medeniyetlere
beşiklik yapmış, tarihte, ilimde, irfanda, sağlıkta, siyasette, ticarette, hayvancılık
ve el sanatlarında, millî savunmada, mimaride, sanayi ve kültürde
faaliyetlerini koruyup kollamakta olan şehrine kadife sesli Emel Sayın’ın
şarkısı ne kadar da güzel yakışıyordu. Gesi bağlarından çıkıp Erkilet güzeli
kızımızın şehrin her toprağına tek tek basarak geçmesi, düşüncenin, inceliğin,
zarafetin dile gelmesiydi. Nice şarkıya ve edebiyata konu olan, aşkın sembollerinden
Kerem ile Aslı’nın Kayseri’yi kucaklamaları, bu şehrin topraklarına sevginin
mayasını çalıyordu.
Kahvesinin
telvesi taze bıyıklarına değen Hulfi’nin hesabı istemesi ile seramik fincan
tabağına yazılmış şu sözlerle gülümsemesi, garsonu da tebessüm ettirdi: “Kim
akıllı üretir ise onun yanında olun. Kim akılsız tüketir ise ondan uzak durun!”
(Sakıp Sabancı)
Hesabı
ödemesi ile bir zarf arasında fiş dekontunun arkasına meşhur çengelli iğne ile iliştirilen
şiire dikkat kesildi Hulfi: “Yedi iklim, dört köşeyi dolandım/ Meğer dünya
her tarafta bir imiş/ Ben dünyayi Al’ Osman’ın sanırdım/ Meğer dünya yüz
sultanlık yer imiş.” (Dadaloğlu)
***
Hulfi’ye
seslenenler, ellerini bacaklarını hareket ettirenler, kolonyalarla onu
yıkayanlar, “Şu sodayı iç! Soda içmiyorsan karbonatlı suyu iç! Yeter ki iç
oğlum, kendine gel!” diyen bir yığın insan, dört cepheden Hulfi’nin çevresinde
dönüyordur. Evet, Hulfi acıkmış ve pişmemiş, henüz işlenmemiş pastırmaları
fazla kaçırmış, sindiremeyince ağırlaşıp töhmelemiş, “Su!” bile diyemeden
anasının önüne düşmüştür. Rüyasında yedi kapıda nefsini eğleyip seyreden
Hulfi’nin artık uyanma vakti gelmiştir. Fiziksel olarak kaçamasa da manevî
olarak rabıtalarında eğlenmiş, gezmiş, Erciyes’in karı ile dinlenmiş,
işlenmemiş gür alandan gelen su serpmeler vücuda can suyu niteliğinde şifasını
göstererek uyanma vakti gelmiştir.
Annesi
seslenir: “Gadasını aldığım, kendinde misin?”
Annesinin sesi ile gözlerini açar Hulfi…