Mavi meleğin öyküsü

İletişim araçlarının olabildiğince fazla olduğu bir zamanda iletimiz ulaşmıyor. Hiçbir mesaj iletilemiyor. Mesajla başlayan aşklar ansızın bir mesajla bitiyor. Annelerin elinde ayrı, babaların elinde ayrı, her bir çocukta ayrı cep telefonu var. Çocuklarını her aradıklarında ulaşmak içinmiş. Ama çocuklara evlerinin içinde de ulaşamıyorlar. Sınırsız dakikalar çok hesaplı ama sınırlı hayat çok hesapsız kullanılıyor.

“BANA neden üzgün olduğumu sormayacak mısın elma ağacı? Biliyorum senin de merak ettiğini. O zaman anlatayım, bak dinle! Annem sofrada, ‘Yemeğini yemiyorsun, sonra da hasta oluyorsun’ diye kızdı bana. Yemek, zamanında ve herkesle beraber yenirmiş. İyi ama tam da bebeğimin mamasını hazırlıyordum. ‘Bırak şu bebeği, yıka ellerini, çabuk sofraya gel!’ dedi. Bebeğim açken ben nasıl yemek yiyebilirim ki? Hiç anneler öyle yaparlar mı? Annemi çok seviyorum elma ağacı, ama o beni sevmiyor galiba. Çünkü bebeğime, ‘Bırak şunu!’ dedi. Çok üzgünüm elma ağacı. Ama sen beni haklı buldun, değil mi?” diye sordu Mavi.

Gözyaşları o tatlı yanaklarından toprağa damladıkça küçük bir toz bulutçuğu yükseliyordu. Yere düşen bir elma, sanki ona tatlı bir teselli öpücüğü gibiydi ısırdığında ve gülücüklerle doldu yüzü.

Mavi, masal okumayı ve masalın içinde yaşamayı çok severdi. Zaten iki odası vardı evlerinin. Biri yatak odası, biri de oturma odası. Sobanın yanı başındaki çiçekli minder, Mavi’nin en mutlu olduğu ve huzur dolduğu yerdi. Köyde gördüğü bütün o hayvanlar, sadece masal kitaplarına gelip orada diledikleri gibi konuşuyorlardı. İşte bu yüzden minderin altına sakladığı o koca dünyanın kapılarını açtı ve masal kitabından cümleler döküldü minik ağzından: “Rüzgâr çok sinirliymiş o gün, öyle bir esmiş ki dalları kırmış ve evlerin çatılarını uçurmuş. Sonra öfkesi dinince hatasını anlamış ama hiçbir şeyi onaramamış.”

Mavi, elinde kitabıyla uyuyakalmadan önce, “Keşke annem de bebeğimi doyurmama izin verseydi. Rüzgâr ve annem...” dedi.

Köy okulundaki en çalışkan kızdı o. Hayâlleri o kadar güçlüydü ki, koca bir dağı bile yerinden kıpırdatabilecek kadar… Zamana söz geçmedi ama yıllar çabucak geçti. Mavi artık genç bir kızdı, serpilmişti birkaç yıl içinde. Köyde lâf olur diye ne dışarı çıkabildi, ne de okuyabildi. Annesiyle dağa odun toplamaya, eşeği otlatmaya ve tarlaya gitti sadece. Soru işaretleri, içine saplanan oklar gibiydi Mavi’nin. Hayâlleri hasta ve güçsüz bir ihtiyardı artık.

“Elma ağacı! Babam bana neden vurdu? O sokaktan geçtim ama bir yıldır sevdiğimin yüzünü bir kere görmek istedim sadece. Herkes lâf etmiş, babamı doldurmuş. Neden elma ağacı tertemiz sevdama bunca acı söz, bunca dayak?” diyerek ağladı Mavi. Eve girdi sonra, yine çiçekli minderine başını koyup uykuya daldı. Babası sarılıp af diledi rüyasında. “Mavi’m, nazlı kızım, kıymetlim! Canın çok mu acıdı?” diye sordu. Mavi kan ter içinde uyandı. “Babacığım! Doğdum, bu yaşa geldim, bir kerecik de rüyamdaki gibi sarılıp sevseydin beni” dedi. Ay ışığı gibi güzel yanaklarından iki damla yaş düşüp minderde ıslak, küçük bir yuvarlak bıraktı. Bütün meraklı dedikoducuların intikamını babası almıştı Mavi’den.

Annesinin yüreği burkulmuş muydu acaba? Bütün otlar, gelincikler ve heybetli dağlar bile boynunu bükmüş olmalıydı Mavi’nin hüznü için. Ona ait bir cümle sevgiyle dinlenmiş miydi acaba? Annesi, babası, arkadaşları, yengesi, dayısı ve elma ağacı… Elma ağacı başköşede yerini almıştı bile, başka da isim belirmedi hayâlinde.

***


Bir gün kapı çaldı ama sanki çok başka ve acı içinde inler gibiydi sesi. Ürpertiyle açtı kapıyı Mavi. Sonrasında istediler, verdiler, düğün dernek ettiler. Kazanlar kaynadı, bilezikler takıldı, oynadılar. Davullar, zurnalar, kınalar, ağıtlar… Ve Mavi, allı pullu örtünün altında elma ağacı ve çiçekli minderi için ağladı. Annesi ve babasını da evin diğer her şeyi gibi hatırlamak istedi ama onların hasret tadı zehirli bir ok oluverdi birden.

Annesini en çok anladığında çoktan geçmişti vakit. Varla yok arasında gidip gelen o ıssız yüzlü kadın ve kalbinin yerinde taş varmış gibi duran alnı çizgili, çatık kaşlı adam… Şimdi kocasını tanıdıkça annesi ve elma ağacı ağlatıyordu onu. Hizmet ediyor, ama azar işitip yine hizmet ediyordu kocasına. Tıpkı adı gibi masmavi gözleri söz dinletemiyorsa, ağzından çıkan hangi söz yeterli olurdu ki? Bu yüzden anlatmıyordu içindekileri.

Mavi bir gün öyle bir haber duydu ki, o anda bütün yıldızlar yeryüzüne inip dans ettiler onunla. Anne olacaktı. Küçük bez bebeğini dizlerinde uyuttuğu anlar bile dans ettiler gözlerinde. Bu defa annelik başka yaşanmalıydı yeryüzünde. Şehre göç ettiler. Bir küçük oğlan, Mavi ve bir de adam… Onu sevebilmeyi çok isterdi Mavi, o adamı… Çünkü oğlu babasını sevmeliydi; Mavi’nin babasına duyduğu o buruk duyguyu tatmamalıydı.

Şehirde dünya yine dönüyordu. İhtiyar hayâlleri tekrar gençleşti Mavi’nin, coşkunca bir analık duygusu sarmıştı ruhunu. Konuşuyor, cıvıldıyor, ninniler, türküler söylüyor ve coşuyordu sevinçten.

Küçücük evinin pencerelerini çiçeklerle doldurdu. Ömer, baldan kaymaktan yaratılmış bir şeydi. Gülüşü bahar çiçekleri gibiydi; ağlayışı bile Nisan yağmuru kadar güzeldi. Sonra ilk adımları, ilk kelimesi… Elma ağacı ve köy, binlerce yıl ötede kalmıştı artık. Dosdoğru sözler, gülümseyen gözler, huzur ve güven dolu günler ve yıllar… Bitmeyen sorular Ömer’den, sabırla sevgi arasında tatlılaşan cevaplar Mavi’dendi. Ana-oğul arasında öyle çelik halatlar vardı ki, Mavi’nin gözleri eğitti Ömer’i. Sıcacık kucağı ve yumuşacık sesi eğitti. Ne vakit bir küfür duysa ve diline bulaşsa, nurdan sularla yıkadı anacığı.

“Bir kırlangıç kendi ülkesinde yalnız da uçar oğlum, ama güz geldi mi, göç vakti geldi mi, hepsi bir araya toplanırlar. Onların arasında öyle bir bağ var ki, anlaşırlar yavrucuğum. Yalnızken kendini yaşar ama vatan ve ümmet derdine düşünce birlik olmalı insan” derdi Mavi. Parmakları saçlarının her telini hissederken gözlerinin mavisi ufuklarına çekiyordu Ömer’in gözlerini.

***

Ömer o gün fakülteden hocasıyla buluşacaktı ve tezini hazırlamaya başlayacaktı. Birden çocukluğundan sıyrıldı ve anacığının masmavi gözlerinin içindeki ufuklardan bir gülümsemeyle döndü yaşadığı zamana. Hocası Mehmet Bey, iletişim fakültesinde doçentti ve onu her gördüğünde hayata güzel bir şeyler katmak için var gücüyle yarışmak duygusu gelir, aklına yerleşirdi. “Sonbaharın romantizmi sokaklara sinmişken, bir çay bahçesinin tadını çıkarmaya ne dersin Ömer?” diye sordu hocası.

Usulca bir gülümseme, nezaketle verilmiş en güzel cevaptı. Yaz ve kışın tadını aynı anda çıkartmanın verdiği keyif ve hocasıyla kuracağı cümleler Ömer’i mest etmeye yetip artmıştı bile. “Hocam, hazırlığınızı yine tam yapmışsınız” demeye çalışırken, hocası çoktan dizüstü bilgisayarını masaya kurmuştu. “Bu sohbeti güzel bir semaver şenliğine dönüştürsek mi Ömer?” diye sordu hocası. Semaverin dumanı, ilk çaylar ve kızıl çınar yapraklarıyla dünyaya konferans verecek hevesle, “Hocam, mektuptan telgrafa, e-postaya gelene kadar insanlık ne çok değişim yaşadı, değil mi? Dünün imkânsızı, bugünün sıradanı” diyerek muhabbeti başlattı Ömer.

“Öyle Ömerciğim! Ben de Âdem ve Havva’nın nasıl çocuk yetiştirdiklerini bilmek isterdim. Eşler olarak neler konuştular, nasıl davrandılar, aralarındaki sohbetleri, tartışmaları çok merak etmişimdir” derken bir yandan da çayları tazeliyordu hocası. Ömer mahcup olarak müdahale etmek istedi çaylara ama hocası bir el ve kafa hareketiyle hâlinden memnun olduğunu anlatıverdi.

Yine aynı gülümsemeyi devam ettirerek, “Sana bir yazımı göstereceğim şimdi Ömer. Bugün insanoğlu nasıl iletişim kuruyor, bunu sorguladım. Dumandan cep telefonuna kadar neler değişmiş, belki tezine faydası olur diye özellikle getirdim” dedi. Ömer, hocasına minnet dolu bir tebessüm sunarken, bardağının sıcaklığını gönlüne gönderdi. Ekranda açılan sayfaya çevirdi gözlerini. İddiasız ve sakince başlayan cümlelere bıraktı kendini.

***


“Anlaşılmak mutluluk ve huzur veriyordur herkese. ‘Anlaşılmak’ deyince, anlayan değil de anlatan kişi akla geliyor ilk önce. Ama nasıl anlattığını düşünmüyor insan, nasıl anlaşıldığına bakıyor. Mutlu etmeye değil, mutlu olmaya odaklanıyor. Belki de mutlu olmak, mutlu etmekten geçer. ‘İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır’ sözü bir hadistir ve hadisler, ulaşılabilecek son noktayı hedefler.

İnsan kendini önemser elbet ve kendisiyle ilgili güzel şeylerin bilinmesini ve beğenilmesini bekler. Kendini anlatamayınca boğulur ve hapsolmuş gibi hisseder. Bundan otuz yıl öncesine bile bakınca sade ve samimi bir ilişki vardı insanların arasında. Güven vardı, huzur vardı. Eskiden söz ederken bin yıldan söz etmiyorum. Her milletin kendine has kültürü vardı. Hatta her şehrin, her köyün bile farklı yaşam biçimi, rengi ve kokusu vardı. Elektrik hayatımıza girdi. Çok büyük kolaylıklarla geldi ama başka şeyler de getirmiş gelirken, şimdi daha iyi anlıyorum.

Kandilin ışığıyla yatsıyı kılan ve şafak sökmeden gözünü açıp serin abdest suyu yüzüne değen nesil yok oldu gitti. Sanki hayattan besmelenin bereketi gitti. Şimdi ekran önünde sabahlayan, tuşlarla, kumandayla yaşayan ve güneşin doğup batmasını umursamayan bir nesil var. Yediği hormon, giydiği naylon, oturduğu kat olan ve sanal hayatla avunan bir nesil geldi şimdi. Hiçbir şey durduk yere olmuyor tabiî; Vahiy, bilime çığır açmıştır her zaman. İslâm’ın dünyaya kattığı zenginliği Avrupa, coğrafî keşiflerle aldı. Derken Rönesans, Reform ve ihtilâller kaçınılmaz oldu. Sanayi İnkılâbı da insanlığı bambaşka bir yaşam biçimine yöneltti.

Ama elektrikle beraber telgraf, telefon, televizyon, internet ve cep telefonu ile görüntülü iletişim, insanı dönüşü olmayan yerlere götürdü. Doludizgin bir iletişimle ülkelerin setleri yıkıldı ve kültürler, ahlâklar, dinler birbirine karıştı. Tek tip yaşam tarzı, tek tip insan modeli ile küreselleşen dünya çok daha hızlı dönmeye başladı sanki. Bu büyük karışıma direnmek için insanüstü bir güç gerekiyor aslında. Ok yaydan çıktı. Yaşlı dünya ve biz, hepimiz hazırlıksız yakalandık.

Dillerin teknolojiye ve siyasal güce yenildiği bir dönemde her şeyi sit alanı ilan etsek de giden gidiyor. Ekranlardan kirli bilgi ve görüntü akıyor ve insan ruhu işgal altında. Dinlenen müziklerde kullanılan çıldırtıcı bas sesler, tuhaf klipler ve sığ şarkılar aşkı kirletti. Magazinler, diziler nikâhı ve aileyi yağmaladı geçti. Haberler cinnet, hırsızlık, kaza, cinayet, tecavüz ve isyan dolu. Reklâmlar ihtiras, zevk ve tüketim enjekte eden birer morfin oldu. Anneler, babalar çaresizce çocuklarının güdümüyle yaşıyor ve çocukların gözleri ve gönülleri ekrana çivili. Hayat zora varıyor, hem de çok zora…

‘Şu mezarda yatan ben olsaydım’ diyecekmiş insanlar, cariyeler efendisini doğuracakmış, yani anneler evlâdının kölesi gibi olacakmış. Bina bina üstüne, zina zina üstüne yapılacakmış. Çocuklar öfkeli olacakmış. Bir yıl bir ay gibi, bir ay bir hafta gibi, bir hafta bir gün gibi, bir gün de bir saat gibi geçecekmiş. Emanet, ganimet sayılacakmış. Cinayetler, anî ve toplu ölümler çoğalacakmış. Kadınlar erkek gibi, erkekler de kadın gibi davranacaklarmış. Amirler, ehil olmadan ve hak etmeden o makamda oturacaklarmış.

Tanıdık geldi değil mi bize bu cümleler? Çünkü o zamanın tam da içindeyiz! Bütün bunlar kehanet değil tabiî. Kıyamet öncesi belirtilerin Son Peygamber olan Hz. Muhammed (sav) tarafından bildirilmesi...

İletişim araçlarının olabildiğince fazla olduğu bir zamanda iletimiz ulaşmıyor. Hiçbir mesaj iletilemiyor. Mesajla başlayan aşklar ansızın bir mesajla bitiyor. Annelerin elinde ayrı, babaların elinde ayrı, her bir çocukta ayrı cep telefonu var. Çocuklarını her aradıklarında ulaşmak içinmiş. Ama çocuklara evlerinin içinde de ulaşamıyorlar. Sınırsız dakikalar çok hesaplı ama sınırlı hayat çok hesapsız kullanılıyor.

İnternette çocuk büyütme oyunu oynarken bebeğini emzirmeyi unutan anneler dönemindeyiz. Ses, görüntü, bilgi ve niyet kirliliği ile ‘stres’ adında bir canavar dünyaya geldi. Kavramların içi ya değişti, ya kuru yavan oldu ya da bomboş kaldı. Gerçeğe karşı bir duyarsızlaşma başladı dünyada. O, gerçek dünyanın varoluş amacı aslında. Amaçları aklından çalınarak güdülen sürülere, sömürgelere dönüştürüldü toplumlar. Pınar baştan bulandı, ne yazık! Komşu komşunun külüne muhtaçken, yüzüne bakmıyor. Bereket büyüklerin duasındayken, evlâda ve toruna hasret, huzur evlerinde ölmeyi bekliyor o büyükler. İçinde her dinin yaşandığı global dünyada her şey istilaya uğradı. İnanç, değer, ibadet, kültür kavramları kan kaybediyor.

‘Selamünaleyküm’ ‘slm’ oldu. Şimdilik tabiî... ‘Allah’a emanet ol’ da ‘ok. by’... Uçuk kaçık dedeler ve nineler bekliyor geleceğin torunlarını. Çığ düşen bir yol var; kopan bir ana kablo, kesik bir şah damarı... Bunu arıyorum asıl ben. Dışarıda korkunç bir fırtına, tipi! Göz gözü görmüyor, güven yitik, umut bitik. İnsanın elinin, ayağının, gözünün ne yaptığı ortada zaten! İçeride neler oluyor acaba? Bu yangın çok sarmış, ama dışarıdan sönmez. Azarmış, cezaymış, bir kova su serpmeye benzer, yangını büyütür ancak. İçe yönelmeli çok geç olmadan. Kalp, Yaratıcısından kopartılmış. Kalbin dizginleri akla bağlanmış, göze bağlanmış. Hâlbuki gönül yargı makamıdır, aşk makamıdır, iman makamıdır. Gönülde kopan fırtına, el ve ayağa ulaşınca yakar, yıkar, yok eder. Yaratanla yaratılan arasındaki sevgi, saygı, güven ve ümit bağı çözülürse, dünyanın çivisi o zaman çıkar işte!

Benim bir dinim var ve o pencereden bakıyorum. Dünyaya yükleyeceğim bütün değerleri de inancıma göre belirlemek durumundayım. İçten sönecek bu yangın, içimizde başlayacak diriliş, kalbimiz umut aradığında ‘Allah’ın her şeye gücü yeter’ diyecek dilimiz. Dünyanın tuzak ve ağlarına takılıp düşmeden önce, sadece bir denenme alanında olduğunu düşünecek akıl. Önce sapasağlam bir inanç etrafında kalbin donanımını sağlayıp aklı vezir yapacak insan. Amaç ve araç doğru belirlenmedikçe yolunu bulamaz çünkü. Hayatı amaç edinmek güzel, ama bunun için vakit erken.

Dünya hayatı yerine hem ölüm engeli, hem cehennem engeli aşıldıktan sonra cennete kavuşmak, amaç olmaya daha lâyıktır. Hem denenme alanındayız, hem rahat ve sorunsuz yaşama plânımız var. Bir koltuğa iki karpuz sığmazmış. Göz görsün, el ayak tutsun, yaşlı ve bakıma muhtaç kimse olmasın yakınımızda ve engelli birini görünce bile başımızı hızla çevirelim. Para her kapıyı açsın, tabiî ki zengin olalım. Hastalık bizi asla bulamasın. Gülelim, eğlenelim. ‘En büyük iletişimsizlik bu!’ diye düşünüyorum. Dünya, amacıyla hazırlanmış ve bu amaç, insana iletilmiş.

Zaaflar zaaflar… Bütün mesajın üstünü kapatıyor ve herkes zevkine göre amaç ediniyor. Tanrılar edinmenin bile nedeni bu olsa gerek. Yöneten değil, yönetilen tanrı; sadece tapınma ihtiyacına cevap verebilecek, vicdan rahatlatan bir tanrı olsun. Elle tutulan, gözle görülen, zahmetsiz inanılan ve çok şey istemeyen bir tanrı olsun…

Vallahi ben onu bunu bilmem, ‘Düşünmez misiniz?’ diyen soran bir Allah kuluyum; bir saatlik tefekkürü bin nafile ibadetten üstün gören bir dine mensubum. Bu beni mutlu ediyor. ‘Kendini bilen, Rabbini bilir’ diyen bir Peygamber’in ümmeti olmak onurunu taşıyorum. Kendimle muhabbetimi kimselere değişmem. Dostum, sırdaşım Allah ve nazım, niyazım, duam O’na. Yaratılanı hoş görüşümün sebebi O. Kendime saygımın sebebi O; çünkü O’nu temsilen yaşadığımın farkındayım. Darlıkta, sancıda, kederde sabrımın kaynağı O. Bollukta, sağlıkta, sevinçte şükrümün sebebi O. Her şeyin yerli yerince konumlandığını biliyorum.

Yerini ve makamını sorgulayan ve itiraz eden tek varlık insan. Kendisi için yazılan kadere küfürler yağdıran, isyanlar eden tek varlık insan. Hatta egosunu göklere çıkarıp Tanrı makamına göz diken, bazen yok sayan ve kendi başının dikine giden bir varlık insan.

Evet ama aynı insan, şu an en modern yapıtlarını, romanlarını, sinema filmlerini, dizilerini, kötü ve iyiyi kaynaştırarak yapıyor. Cennet gibi bir hayatı yazmıyor, cennet gibi bir hayatın filmini çekmiyor. Formattan, yani hakikat olandan uzaklaşamıyor.

Yapacak hiçbir şey yok, olan olmuş! Biz bu dünyanın içindeyiz ve insan olarak yaşama seçilmişiz. Sebebi çok güzel sorgulamalı ve sonucu çok güzel kabullenmeliyiz. Dünyanın buna çok ihtiyacı var. Yani huzura, kabullenmeye ve hikmete râm olmaya…

İnsan nimet gözüyle bakınca yemeğe, besmeleyle kibarca yiyor, doymadan kalkıyor, kilosunu, sağlığını koruyor. Zevk ya da teselli arayınca yemekte, doyacağı yeri bilmiyor. Ruhundaki açlığı da yemekle doyurmaya kalkınca ruhu yine aç kalıyor ve kilo alıyor. İnsan kolayına kaçıp evlât yerine köpek yetiştirmeye kalkınca yalnızlığı kat kat artıyor ve hayata daha çok küsüyor. ‘İnsanın ağısını insan alır’ demişler. Bizim atalarımız başka canım!

Hayata kattığımız her etkinin yansımasını bir şekilde görüyoruz. Bunlar da kendimizle ve diğer varlıklarla iletişimimizin karşılığı. İnsanlar katledilirken seslenmeyip bir hayvan zarar görünce ortalığı ayağa kaldırmak değer sıralamasında ne kadar adil olabilir ki? ‘Ya da kadınlar eziliyor’ diye feminist olup erkeklere hakaretler yağdırarak kadınları yüceltmek nasıl bir denge? Elbette insan sevgisi taşıyan biri hayvanlara da merhametle davranmalı, bağını bahçesini sulamalı, bir yaprağı bile koparmamalı. Ama aynı insan, yeryüzünde erişebildiği bütün varlıklara aynı hürmeti göstermeli. Varlık bir bütündür, insan küçük kâinat!

‘Arifin fikri neyse zikri odur’ dedikleri doğru. Kadıncağız misafir gidene kadar saymış parmağıyla, kocası on dört kere ‘bu’ diye söz etmiş kendisinden. Gönlü kırılmış tabiî. Bir adı olduğunu ve niçin adıyla anılmadığını düşünmüş. Kocasının kalbindeki yerini ‘bu’ kelimesiyle görmüş aslında. Yemeğin tuzunu kaçırmış, salçasını az koymuş, ‘bu’ kelimesinin cezasını kesmiş kendince. Ama kocası hiç anlamamış ve onu dikkatsizlikle suçlamış. Kadıncağız o sinirle dolabın kapağını sertçe kapatmış ve tabaklar tezgâha dökülüp kırılmış. Daha beter sinirlenen kadıncağız yeri süpürürken oğlu mutfağa girmiş ve ayağına batan kırıkların acısıyla bağırmış. Doktora götürmüşler ve dikiş atılırken doktor sormuş ‘Neden oldu böyle?’ diye. Kadıncağız düşünmüş o anda. ‘Hep ‘bu’nun yüzünden oldu olanlar!’ demiş kendi kendine.

İbrahim’in (as) Rabbini arayışı ve buluşu, kendini fıtratın akışına bırakması çok hoşuma giden bir örnektir. Allah’ın gözden saklandığı hâlde, gönülden saklanmaması çok hoşuma gider. Kendisini göstermeyi cennete ve hatta en üst makamdaki cennetliklere saklaması da yine çok güzel. İlk insanın peygamber olması ayrıca, başıboş bırakılmadığımızın ispatı olarak anlayana yeter. Hem kurgulayıp, hem yaratıp, hem de Kendini her türlü ifade ettikten sonra sözlü iletişime geçmesi olağanüstü çekici geliyor bana. Yaratma sebebini açıklaması, kendini tanımlaması, insandan beklentisi, ilk karar anları, dünya hayatının sonuna koyduğu ceza ve ödülün tarifleri, ruhsal ve sosyal tahlilleri, tarihi, coğrafyası, kimyası, biyolojisi derken her varlığı sahiplenip arkasında duruşuna ve benzersizliğine rest çekişine hayranım!

O’nu Gönderen sevilir, O’na tapılır. Ruhumda hiçbir boşluk bırakmadan cevaplıyor sorularımı. Kendimi anladıkça yaklaşacağım O’na. Anlaşıldığıma inandıkça mutluluğum artacak.”

***

Ömer yazıyı bitirdiğinde çayı soğumuş ve elindeki bardak öylece kalakalmıştı. Göz göze gelip bütün duygularını bir çırpıda hocasına iletmek istedi ve bunu başardı da.

***

Fakültede gördükçe kalbini derinden etkileyen Asude’yle nihayet aylar sonra tanışabildi. Arkadaş ortamında başlayan sohbetler Asude’yi de etkileyince her şey bir anda renk değiştirdi. Kahveler, kız istemeler, çiçekler… Derken Ömer, kendini bir düğün salonunda başından pullar dökülürken buluverdi. Her şey rüya gibiydi. Mavi, gelininin ve oğlunun yüzüne mutluluk gözyaşlarıyla baktı. Kendi düğününü hatırladı ve içli içli ağladığı o günlerini, elma ağacını, anacığını ve Ömer’in doğduğu günü… “Yavrum” diyecekti gelinine, sımsıcak basacaktı bağrına.

Ama ne garip ki, gelini bir kere bile “Anneciğim” demedi. Soğuk, mesafeli, havalı biriydi Asude. Gökten yalnız kendi başına düşmüş bir elma gibi görüyordu eşini. Kayınvalideydi sonuçta Mavi, az gelmeliydi oğlunun evi bile olsa. Hiçbir şeye yorum yapmamalıydı, geldiği yerde oturup, kalkıp gitmeliydi; hele kalması çok abesti Asude’ye göre.

Mavi, sonsuz sevgisini, hoşgörüsünü kalbinde taşıdığı sürece her şeye katlanacaktı. Zaten artık yaşlanıyordu, kocası da eskisi gibi huysuz ve asık suratlı değildi. Şükür evleri ayrı, ocakları ayrıydı. Dünyalar vermeye değen o haberi de aldı ya… Torunu olacaktı. Mavi, hayâlinde çoktan babaanne olmuştu bile, yine tazelenecekti hayatı. İçinde hâlâ bez bebeğiyle oynayan o küçük Mavi uyuyor ve böyle durumlarda uyanıyordu sanki. Elma ağacına sarılmak istedi birden ve çiçekli minderinde uykuya dalmak. Bir de gece sobanın alevlerinin tavandaki dansını izleyebilmek istedi tıpkı çocukluğundaki gibi; tabiî kaynayan güğüm sesi de olmalıydı.

***

Sancılar başlayınca hemen hastanenin yolunu tuttular. Adı çoktan konulmuştu Bengisu’nun. Odası bebek mobilyalarıyla döşenmiş ve süslenmişti bile. Hatta bakıcısı bile bulunmuştu şimdiden. Ömer, olgun ve anlayışlı bir baba olacaktı; zaten Mavi onu öyle güzel yetiştirmişti ki… Dünyalar güzeli Bengisu doğdu, hediyeler, tebrikler derken eve geldiler. Mavi, gelinine sütten güzel bir muhallebi yaptı ve tepsiye koydu. Ama Asude soğuk bir teşekkürden sonra tadına bile bakmadı.

***

Üçüncü yaşına girdiği gün, bütün eş dost çağrılmış ve ev süslenmişti. Bengisu, oyuncaklarıyla dolu odasında sıkıldı ve misafirleri beklerken annesinin tabletten açtığı oyunu oynamaya başladı. Son anda saçını beğenmeyip bastı çığlığı, ama annesi herkese ayıp olmasın diye dişini sıkıp istediği modeli yaptı kızına. Çeşit çeşit ikramlıklar hazırdı ve yaş pasta en son geldi. Misafirler birer birer geldikçe Asude onları neşeyle karşıladı. Mavi, her zamanki yerine oturup tatlıca gülümsüyordu. Dünürü Ayten Hanım da en az kızı kadar soğuk ve mağrurdu. Ama Asude için insan nelere katlanmazdı ki? Mumlar üflendi, hediyeler verildi ve çocuklar çocuk odasında oyuna daldılar. Hanımlar da işyerlerindeki çekişmeli oldukları kişilere verip veriştirdiler. Eşlerinin aldığı evlilik yıldönümü hediyeleri ve eşlerinin evde nasıl kendilerine yardım ettiklerini, görümcelerinin, eltilerinin sinir bozucu yönlerini, yeni aldıkları kıyafetlerini ve verdikleri kilolarını anlattılar…

***

Daha dün gibiydi, Bengisu on dördüne ne çabuk girmişti öyle! Alımlı bir genç kız havasına bürünmüştü bile. Çocukluğundan beri babaannesine karşı uzaktı genç kız. Annesinin onu ötelemesi, her fırsatta küçümsemesi etkili olmuştu tabiî. Mavi, kalbinin kırıklarına aldırmadan yaşlanıyor ve Ömer’ine, gelinine ve torununa aynı muhabbetle davranıyordu. Ama Ömer bile işlerinin yoğunluğunu bahane edip aramıyordu anacığını. Aslında eşinin sürekli mesafesi onu yormuş ve kendini çekmekte bulmuştu çareyi.

Bengisu, odasına kapanıp saatlerce cep telefonuyla meşgul oluyordu. Sanal dostlarıyla sohbeti bitmek bilmiyordu. Kulağına kulaklıkları takıp müziği son ses açmaya bayılırdı. Asude evde davet verince genç kız yanlarına bile çıkmaz ve bir aralık bulup arkadaşlarıyla buluşmaya giderdi. Bir gün cep telefonunu düşürdüğünü fark etti, Bengisu’nun ağlamaktan gözleri şişmişti. Hayat bitmiş ya da kolu kopmuş gibi bir histi bu. Ömer olayı öğrenip “Diğer ay alabiliriz kızım, beklemen gerek” dediğinde kapısını çarpıp odasından günlerce çıkmadı Bengisu. Ama anneciğine yalvarıp bir hafta sonra daha güzel özelliklere sahip bir telefon aldırmayı başarmıştı.

***

Özel okulun son sınıfındaydı Bengisu ve artık mezun oluyordu. Tabiî sevgilisiyle bunu kutlamalıydı. Bu yüzden çok şık bir abiye giyerek makyajını özenle yapıp çıktı akşam dışarı.

Mavi, kendini pek de iyi hissetmiyordu o akşam. Nedense aklında hep elma ağacı vardı. Rahmetli anasına ve babasına dualar etti, namazını kıldı, dinlenmeye çekildi. Ama bir türlü içindeki tuhaflık onu terk etmiyordu. Oğlunu ve torununu bağrına basıp koklamak istedi. Uzun zamandır onları görememek, tuzlu su içmek gibi bir şeydi.

Ömer’in telefonu çaldı sabahın altısında. Yatağından fırlayan adam “Hayrolsun!” diyerek açtı cep telefonunu. Annesini kaybettiğini öğrendiğinde dünya üstüne çöktü Ömer’in…

O gününün üstünden öyle günler, öyle yıllar geçip gitti ki... Ömer için korkunç bir vicdan azabı oldu o mezar. Asude şaşkındı, böyle bir son hayâl etmemişti. İçi acı doluydu ama “Anneciğim” demişti ilk defa o gün. Bengisu, içindeki boşluğu, çıkmaz sokakları ve ardı arkası kesilmeyen soruları hep o mezarın başında sordu. Çok düşündü, çok okudu ve o günden sonra hep yazdı. Mavi’yi anlattı ikinci kitabında. Babası biliyordu elma ağacını, çiçekli minderi; hepsini yazdı Bengisu. İlk gençlik yıllarını ve hatalarını sorguladıkça yeni kapılar açıldı. Kendini durduramıyor ve sadece yazıyordu sanki. Kitabının önsözünden önceki boş bir sayfada özetledi Mavi’ye olan duygularını: “Bir meleğin kanatları altında yaşadığımı, o gitmeden fark edemedim. Mavi meleğime ithafen…”