Mavi gölge

Ona sırtını veren, hiçbir vadide yalnız kalmaz. Bir taraftan rüzgâra göğüs gerer, diğer taraftan size meltem üfler. Sinesi çınar gölgesine eş değerdir. Kendini güneşe teslim etse dahi sizi kara, kışa, yağmura teslim etmeyen bir civanmerde dönüşür. Onunla yol alıyorsanız ve hele hele onu “çetin cevize” benzettiyseniz, vay halinize! Bilesiniz ki onun o yumuşak dokulu gergefinden geçmemiş/geçememişsinizdir.

BİRÇOK Hakk dostu tarafından sıklıkla dile getirilen ve dilimize pelesenk olmuş “Gassalin elindeki meyyit” sözüyle tedbiri takdir içinde arayıp görmek ve sükûnet bulmak hedeflenmiştir. Kendimizi bazen isteyerek, bazen istemeyerek bırakırız meyyitin eline. Nasıl bırakıldığından ziyâde, ne zaman ve neden bırakıldığıdır mühim olan. Daha net bir ifadeyle “tevekkül” diyebileceğimiz ve sebepler silsilesine arızasız riayet ettikten sonra Kudreti Sonsuzun biz kulları üzerinde var olan tasarrufuna, yani “intizar”a kendimizi salıvermemizdir; tıpkı bir meyyit gibi… Nihayetinde ise, kâinatta var olan ve olacak her şeyi büsbütün Allah'a havale edip, yine her şeyi O'ndan bekleme mâkâmı sayılan “tefviz” önümüze çıkar. Bu hâliyle tevekkül başlama noktası “gassale teslimiyet”, onun sonucu tefviz ise “semeresi” sayılır.

Evet, belki bir değil, binbir şükürle başlamalıyız her yeni güne. Başlamalıyız, çünkü her yeni gün, ihtiyacımız olanların sürekli el değiştirdiği bir pazaryerine döner ve bize alışveriş imkânı sunar. Hayatımıza kimin girip çıkacağına yahut kalacağına kendimiz karar veriyor gibi görünsek dahi tüm bu girdi çıktıların kaderî anlamda planlayıcısının var olduğu muhakkaktır. Bu açıdan bakıldığında, sabahın ilk huzmeleriyle birlikte gönül dünyamıza kimlerin girip çıktığını hesap edemediğimizi, matematiksel açıdan da sıralamanın her an yer değiştirebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu tezi doğrulayan, bir nevi teyit mührü sayılan söz, Genel Yayın Yönetmenimiz Nesri Çaylı’dan geliyor:

“Hayat, pek çoğumuz için çoğu zaman belli yüzler, belli isimler ve rutin akışlarla şekillenir. Gittiğimiz yerleri, bize gelenleri bilir, tedbir yahut rahatlığa dair içimizde bir yerlerde düşünce olarak, duygu olarak kendimizi hazırlarız. Yaşamak denilen, kendimize münhasır menkıbemizin ana kurgusunu aslında kısmen tayin edebileceğimiz bir akıştan mülhemdir hayatlarımız.”

“İyi” ve “güzel” olan şeyler, hayatımıza ahenk ve lezzet katarlar. Bunlar mutlu olmamızı sağlayan dinamiklerdir. İyi ve güzel şeyleri hak etmek ne kadar güzelse, iyi ve güzel insanlarla tanış olmak, onlarla mefkûre birliği içerisinde olmak da aynı oranda güzeldir. Güzeldir, çünkü mutluluk katmanını kalınlaştıran amillerden biri de mefkûre birliğidir. Hayatımıza girenler, zamanlama açısından da manidar sayılır. O öyle bir zamanda çıkar gelir ki, onu Hızır bellediğimiz bile olur. Hızır olmasa dahi bir sıyanet meleğine ille de benzetmişizdir.

“Sin, Şın’a girince…”

Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethetmek üzere yola çıktığında Şam’da konaklar. Bu sırada devrin ünlü âlimi Şeyh Muhyiddin-i Arabî’nin kitaplarını okumaktadır. Şeyh’in kabrini ziyaret etmek ister, ancak Şam halkı kabrin yerini bilmiyordur. İki gün sonra bir çoban gelir ve Sultan’a, “Efendim, Kaysun dağının yamacında bir yer biliyorum; oradan ne koyunların biri bir ot yer, ne de oraya bir hayvan basar. Oranın otları kendi hâlinde büyür ve zamanı gelince de kurur gider. Zannım o ki, aradığınız yer orasıdır!” der. Bunun üzerine kazılan yerde Şeyh’in çürümemiş cesedine ulaşılır. Yavuz Sultan Selim, onun için bir türbe yaptırır ve defin işlemini bizzat kendisi takip eder.

Defin bitince, Şam halkının Şeyh hakkında bildiklerini öğrenmek ister Sultan. Meğer vakt-i zamanında Şeyh, Şam halkının maddeye düşkünlüğünden yakınarak onlara nasihat etmiş, ayağını yere vura vura “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır!” diye haykırmış. Allah’a taptıklarını söyleyen halk, Şeyh’in bu sözüyle küfre girdiğini iddia ederek kadılara şikâyet etmişler ve onlar da Şeyh’in cezalandırılmasına hükmetmişler. Şeyh’in haksız yere eza cefa çekmesine gönlü razı olmayan dostlarından biri “Neden sözünden dönmüyorsun?” diye sorunca acı bir tebessümle, “İza dahale’s-Sin ila’ş-Şın zahira sırri!” (Sin, Şın’a girince sırrım anlaşılır!) demiş. Sultan bunu duyunca çok şaşırır ve Şeyh’in bu sözü tam olarak nerede söylediği araştırılır. Söz konusu yeri bir kişi tahminen bilebilir. Tarif edilen yerde yapılan kazıda bir küp altın çıkınca Yavuz Sultan Selim, “Peygamberimiz, zamanın küfür meclislerine binaen ‘Dininiz paranız, kıbleniz kadınlarınız’ buyurmadı mı? Muhyiddin-i Arabî de buna dayanarak ‘Taptığınız ayağımın altında’ demekle ‘Ayağımın altında altın var’ demek istemiş” diye konuyu yorumlar.

Şam halkı günlerce bu hadiseyi konuşur; “Sin” “Selim” adının ilk harfi, “Şın” da “Şam” adının ilk harfidir. Sin’in Şın’a girmesi gerçekleşmiştir. Halk bu keramete büyük bir uğur telakki ederek Şeyh’in altınlarını akçeye çevirir. Böylece ordunun ihtiyacı olan para bulunur ve vaktinden önce sefere çıkılır.

İskender Pala’nın “Şah & Sultan” isimli eserinde geçen ve kahramanların gerçek olduğu hikâye, sadece o döneme ışık tutmakla kalmamış, güncelliğini günümüzde de koruyan bir efsanedir. Çıkılan seferin zaferle sonuçlanması bu açıdan önemlidir. Tarihte meydana gelen bu ve buna benzer hadiselerle gelecekte vuku bulması muhtemel olayların hayatımızda önemli bir yer edindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.


Kaderde hiç yalnız kalmadık!

Biz yine kaldığımız yerden, hayatımızdan çıkanlarla değil, hayatımıza girenlerle yola devam edelim…

Kendi hayatımızı idame ettirirken, her ne kadar “ana” karakter olsak da hayatımıza ille de “yardımcı” karakterler girmiştir, girmeye de devam edecektir. Bu, hayatın vazgeçilmez bir kuralıdır. Kurallar “Kural Koyucu” tarafından belirlendiğine göre bize düşen, yol arkadaşlarımızı uzun soluklu bir yola dayanabilecekler arasından seçmektir; Tıpkı onun gibi… O, kendinden teksir edilmiş yol arkadaşları edinir, bunda da muvafık olur.

Yol ve yol arkadaşı demişken, akıllı, cesur ve cömert olanları, cahil, korkak ve cimri olanlara tercih etmemiz gerektiğini hatırlatmaya bilmem gerek var mıdır?

Evet, o öyle bir zamanda çıkar gelir ki, onu bir dağın yamacı bilir, sırtınızı çekinmeden o dağa yaslanırsınız. Ona sırtını veren, hiçbir vadide yalnız kalmaz. Bir taraftan rüzgâra göğüs gerer, diğer taraftan size meltem üfler. Sinesi çınar gölgesine eş değerdir. Kendini güneşe teslim etse dahi sizi kara, kışa, yağmura teslim etmeyen bir civanmerde dönüşür.  Zahiren zordur onunla yürümek, tıpkı kalabalık bir topluluğun yan yana yürümesi gibi… Onunla yol alıyorsanız ve hele hele onu “çetin cevize” benzettiyseniz vay halinize! Bilesiniz ki onun o yumuşak dokulu gergefinden geçmemiş/geçememişsinizdir.

İşte tam da bu noktada size şunu salık vermek gerekir: Kendinizi o çetin karakterin rayihasına bırakırsanız, sizi bahar efsunlu iklimlerde gezdirir, ayağınız taşa değmez, bembeyaz bulutlardan masmavi bir gölge devşirir sizin için. Ve tek damla yağmur düşmez yüzünüze. O, bu yönüyle iyi bir yol gösterici, önderlik içinse iyi bir prototiptir.

Mücadelecidir, “pes etmek” gibi bir kavramı çoktan çıkarmıştır dağarcığından. Kararlılığını inatla sürdürür ve tembelliğin sırtını yerine getiren yenilmez armada, adeta altın kemerli bir başpehlivandır. Bu ihtimallerin dışında merhametiyle babaya, şefkatiyle anneye eşdeğer görürüz onu. Doğaldır, sahteciliğe ise doğal afettir. Onun sizi hayatından çıkarması, işte bu afetin habercisi demektir! Yalan karşısında heybetli bir dağ cüssesine bürünür, kâh Süphan olur, kâh Erciyes… Yetmedi Everest… En kötü ihtimal, başınıza “ağrı” olur… Hâlesinde ve halkasındaysanız kendinizi bahtiyar sayabilirsiniz. Girdiğiniz hâleden dışarı çıkma şansınız neredeyse hiç yoktur! Buna rağmen fanusun dışına çıkmaya meylederseniz, bu intihara eşdeğer bir adımdır. O zaman buyurun kimsesizler mezarlığına!

Görünene bakan, batını keşfedemez!

O, Hakk’ın sözcüsü, halkın gözcüsüdür.  Haklının yanında, mazlumun

hâmisidir. Bir sır küpüdür içinde bal ve zehrin birbirine karışmadığı. O yürüyen kütüphane, parmakları ise kelâm çeşmesi… Görünene değil, bâtına râm ol! İçindeki esaretten kurtul, onun iç dünyasına gir ve keşfe dal! Sakın ola sabırsızca davranışlar sergileme! Kendi kulağına sürekli sabrı üfle, sabrı telkin et! O sözünün eridir, “Geç olsun, güç olmasın” der. Er geç sözle buluşur/buluşturur. Vefalıdır, vefasızlara söyleyecek söz biriktirmez içinde. Gözünden düşen, gönlünden de düşmüştür.

Ve “aşk”, olmazsa olmazımız... Evet, yanlış duymadınız, aşktan bahsediyoruz… Bu “aşk”, kimine göre eş, kimine göre iş, kimine göre de evlâd ü iyâldir… Bir koltuğa üç karpuz sıkıştıran yiğitler vardır. Bahsi geçen yiğit, iş hayatındaki başarı ve üretkenliğini disiplinli çalışmasına bağlarken, hane fertlerini ihmal etmezken muhabbetini de adalet mekanizmasıyla eşit şekilde dağıtandır.

Hayalin varsa, onu yüksek sesle dillendir ve ona duyur!

Onu sevdiyseniz şayet, sizden daha erken davranıp sizi sevdiğine şahit olabilirsiniz. O dürüsttür, etrafındakileri de dürüst beller ve dürüst olmasını bekler. Dosttur, dostlukları çoğaltandır. Elinde sihirli değneği yoktur ama kerameti kendine münhasır bir fıtratı vardır. Unutmayın, eğer bir hayâliniz varsa, gerçekleşecek yarınınız, gerçekleştirecek de yarımınız vardır. Çünkü o, eylemi ve söylemi ile gerçek bir kahramandır. Yarını hedefleyen, mâziye takılmayan, çelme yediği kulvardan ikinci kez geçmeyecek bir basiret ve ferasete sahiptir. O, dâvâsını sembollerden kurtarıp özgürleştiren istikrar âbidesidir.

Yakın ve uzak bütün coğrafyalar gibi gönül dünyamız da keşfedilmeyi, Sin’in Şın’a girmesini istiyor…