
PANDEMİ döneminde
toplumun eve kapanması, televizyon dizilerinin izlenme oranını arttırdı. Özellikle
“psikiyatrik vak’a” kapsamında değerlendirilebilecek kahramanları ve
sürükleyici hikâyeleriyle dikkat çeken “Kırmızı Oda”, “Masumlar Apartmanı”, ve
“Camdaki Kız”, yaz sezonunda yayınlarına mola verinceye kadar günlük sohbetlerin
temalarından biriydi. Hatta prime time saatlerin ilk üçü bu dizilerin
işgalindeydi! İzlenme oranları ve toplumda bulduğu karşı(t)lıklar sebebiyle bu
diziler üzerinde durulmalı...
Görünüşte
bizi “içimize” yönelten Covid-19 ve insanın gerçeklikle ilişkisini muğlak hâle
getiren post-modern/post-truth devrin, özetle bir kaosun ortasındayız! Bunalım
dönemlerinde artan “insanın mutluluk arayışı”, genel savaşlar ertesinde bile
böylesine doruk yapmamıştı.
İnsanlar
tam da pandemi kısıtları ve varlık-ölüm sorgulamaları ile içine gömülmüş iken, bu
diziler, toplumun burnunun ucuna “mutlu hayat iksiri” olarak dayatıldı. Tıpkı yağmurlu
havalarda, her nasılsa, birdenbire ortaya çıkan şemsiye işportacıları gibi, salgın
gerçeğinin kırılgan ve tatsız hâle getirdiği hayatlarımızı, işte bu farklı
çevrelerin görsel hikâyeleriyle ekran başında avuttuk bir süre. Asıl soru
şuydu: İnsanlar televizyon ekranlarında bir tür avuntu ararken, bazı niyeti
bozuk kurnazlar, diziler aracılığıyla, toplumsal kodlarımıza yeni bir
müdahalede mi bulunuyorlardı acaba?
Fazlasıyla
alınganlık içerir gibi görünse de bu duyarlıklar ve bu soruyu önemli kılan
gelişme, ulusal ve sosyal medyanın dizilere yönelen/yönlendiren dikkati;
hikâyelerin kahramanlarının ve dizi oyuncularının gerçek hayattaki maceraları
ve benzeri durumlar üzerine oluşturulan güncel tartışmalar ve bunlarla bir
popüler gündem oluşturma çabasıydı.
Bireysel
tecrübelerimiz bize şunu öğretmişti: Medya/sosyal medya, objektifini kime, neye,
nereye yöneltmiş ve neyi gündeme taşımışsa, yerel kültür iktidarının
kodamanları, Batılı efendilerinin izinde “liberal, özgürlükçü, demokrat, bireysel
farklılıklara saygılı” ve benzeri cicili yavelerin örttüğü “toplum mühendisliği”
peşindedir. Bu kodamanlar mutlaka, bizde henüz işgal edemedikleri duygu, fikir,
inanç ve seciye alanlarımızı işgal niyetindedirler; dezenformasyon, yanıltma ve
imajlar üzerinden algıları “sömürüye uygun” hâle getirme amacındadırlar!
İşte
bu duyarlılıklar ve farklı bir açıyla bunların bazı ortak noktalarına, dikkat çeken
yönlerine özetle değinelim…
Bir
derde duâ, muhtaca himmet eden bulunmaz mı?
Müslüman
bir geçmişin izlerini takip eden insaf ehli herkes şu yalın hakikati itiraf
eder: Ecdadımız, “sahih bir imanın” tabiî sonucu olarak “rızık endişesi”
taşımazdı. Belâ vü mihneti “imtihan” parantezine alır ve “Yâ Sabûr/Yâ Fettah”
Esmasının tekrarıyla ferah-nâk olurdu. Namaz; arıtan, durultan, her türlü fena
işten uzak tutan işleviyle kılınırdı. Adalet, ahlâk, toplumsal dayanışma ve
insanî değerler sağlam ve diriydi cemiyette. Henüz “tüketerek var
olma/sömürerek zenginleşme” formülünü keşfetmemişti insanlık ve biz de henüz bu
çürütücü aklın esiri olmamıştık…
Tanzimat’a,
Meşrutiyet’e vardı daha. Yüzlerimizi Kıble’den Batı’ya dönme tartışması da
yoktu o asırlarda. Bireylerdeki zengin manevî iç dünyayı ve sağlam ruhsal
yapıyı cemiyet ve devlet katına çıkardığınızda cihanşümul bir millet,
fetihlerle sükûna kavuşan bir dünya görünür hâle geliyordu. İnsanların sıkıntıları
aile büyükleri veya mahalle eşrafınca giderilirdi. İnsanlar daha derin ve
hâlledilemez, başa çıkılamaz müşkülünü ise bir Hakk dostuna âyân eder, yerine
göre müridin müşkili mürşide zaten âyân olurdu…
Cemiyetin
önünde kandiller gibi fitne dehlizlerini, gönül zifirlerini aydınlatan “ârif-i
billah, kâmil zevat, Allah rızası dışında bir karşılık beklemeksizin, darlanmış
Müslümana yol yordam gösterir, külli bazı kaideler eşliğinde insanları “râh-ı
hakikate, sırat-ı müstakîme kılavuzlar, dertliye duâ, muhtaca himmet ederdi…
Bu
zevat bazen bir tarikatın ulusu, bazen bir mahalle camiinin imamı, bazen bir “meczup”,
bazen “Üçlerden, Yedilerden, Kırklardan” bir garip yolcu ya da medrese
ulemasından biri olurdu…
Son
tahlilde, kimse derdiyle baş başa bırakılmazdı!
Lâkin
İlâhî kanunlar gereği insanlar ve cemiyetler değişti; günler, devirler ve
çağlar değişti. Modern zamanlara erdik.
Adını
“modern” lafzıyla cilâlayan tavır, moda, felsefe, ideoloji, kültür, sanat, mimari
ve sair ne varsa, kibrini “Hakk”ı inkârından alan azgınlığıyla geçmiş asırların
tüm müktesebatını, “din, tanrı” inancıyla birlikte -güya- çöpe attı.
Artık psikologlar/psikiyatrlar, yaşam koçları, mutluluk guruları modern zamanların “kanaat önderi, mürşidi, rehberi, uleması, dostu, yaranı, yoldaşı” oldu. Tıpkı bu dizilerdeki “çağdaş psikoloji ve psikiyatri”nin olağanüstü başarılarına (!) aracılık eden psikiyatrlar gibi… Dergâh, tekke, hankâhların yerini “danışma odaları”, psikiyatri klinikleri aldı. Dahası, “medyatik büyü” denilebilecek ilginç senaryosu, fonundaki müzikleri, araya serpiştirilen “Nihilizm/varlık sancısı/aşk”ın sentezlendiği şiirleri ve albenisiyle yönetmenler seyirciye (müşteri) birçok mesaj (ürün) gönderiyor (pazarlıyor), izleyici ise aleni olarak kapitalist iştaha lokma yapılıyor şimdi!
Adalet, ahlâk, toplumsal dayanışma ve insanî değerler sağlam ve diriydi cemiyette. Henüz “tüketerek var olma/sömürerek zenginleşme” formülünü keşfetmemişti insanlık ve biz de henüz bu çürütücü aklın esiri olmamıştık…
Saklanmayan
mesajlar
Bu
dizilerin kahramanlarıyla/hikâyeleriyle verilen mesaj saklanmamış veya örtülmemiş:
“Din, dinî önderler ve dinle bağlantılı yapılar beyhudedir! Dahası, bunlar var
olan bireysel bunaltıların da muzır sebepleridir…”
Misâl:
Kırmızı Oda’da kötü yola düşen Kumru, pişmanlık ve acıyla geceleri “Affet
Allah’ım affet!” diye duâ ettiğini anlatırken, psikiyatr Manolya Hanım’ın
dilinden şu mealde sözler dökülüyor: “Çaresizlikten ne boş ve anlamsız şeylere
tutunmuşsun!”
Dizilerdeki
olaylar ve tiplemeler, âdeta dünya kültür iktidar odaklarının “liberal-özgürlükçü-cinsiyet
eşitlikçi” dayatmalarının birer aracı şeklinde düzenlenmiş.
Misâl:
Masumlar Apartmanı… Gülben, obsessif kişiliği gereği temizlikte aşırı
davranıyor. Bunun için başını örtüyor. Başörtüsü/hizmetçi özdeşliği, içini
kemiriyor. İç konuşmasında, “Hizmetçi olmayacağım!” haykırışını en az 10 kez
tekrarlıyor! Ardından, hırsla örtüsünü çıkarıp çöpe atıyor! Saçlarını
düzelterek artık “hizmetçi” olmadığını tekrarlıyor. Sahnenin “Hizmetçi eşittir başörtüsü;
o da eşittir çöp” imgelemini görünür kılma çabası çok çarpıcı!
Gülben
karakterinin temizlediği ev, âşık olduğu, evlenmeyi hayâl ettiği erkeğe ait. Böylelikle
sahnenin alt mesajında, “Kadın, ev temizliği yapmakla kadın-erkek eşitliği
düzleminden çıkıp erkeğin hizmetçisi olmamalı!” mesajı veriliyor. Hoş, bu mesaj
daha kanırtıcı biçimde hemen tüm beyaz eşya reklâmlarında da veriliyor zaten. Kadın
dışarıda çalışıyor, erkek evde, mutfakta “harikalar yaratıyor”, çocuklara
bakıyor… Reklâmlar, “mutfaktaki kadın, dışarıda çalışan erkek” görünümünü
feminist eşitlikçi hedeften öteye taşıyor; geleneksel kadın-erkek konumunu
âdeta tersyüz ediyor. Reklâm faciaları bir bahs-i diğer...
Dizilerdeki
hemen tüm mazlumların zâlimi, “gelenek” kılığına sokulmuş “millî/İslâmî
değerler”, töre ve alışkanlıklarımız. Yani güçlü bir kültürel erozyon
mekanizmasına dönüşmüş durumda bu diziler. Ayağımızın altından çekilip alınmaya
cüret edilen şeylerin “bizi biz eden değerler” olduğunu fark etmemek, işgal
edilmiş bir zihinle mümkün ancak!
Dizilerde
“namus, iffet, aileyi koruma kollama, akraba ilişkilerini önceleme, ahlâklı
davranma” gibi ne kadar olumlu yerli değerimiz varsa, dizinin en çirkin, en
sapkın, en hasta (iğrenç) karakterine yüklenmiş. Böylelikle, aslında izleyende
karaktere yönelen öfke, nefret ve eleştiri gibi tüm negatif duygu ve olguların,
karakterin temsiliyetindeki bu yüce değerlere boca ettirilmesi tasarlanmış.
Camdaki
Kız’da “Anne”, Masumlar Apartmanı’nda “Safiye” karakterlerinin namus ve iffet
duyarlılıkları, izleyeni namus, ahlâk ve iffetten tiksindirmek üzere
kurgulanmış.
Misâl:
Nişanlısının elini tutan kız, bu durumu bir namus ihlâli sayan Anne tarafından
şiddetle cezalandırılıyor. Anne, kızına derhâl “guslettiriyor, öncesinde bir
korku filmi kahramanı gibi öfke dolu bakışlarla kızını kırbaçlıyor”! Bu esnada “günah,
ateş, cehennem” ve “Affet!” sözcükleri, bir Hıristiyan azizesi ile Müslüman bir
muhafazakâr kadın kimliğinin zorlayıcı ve tuhaf bileşimiyle dökülüyor
dudaklarından.
Kızdaki teslimiyet ve masumiyetin annesindeki dindar öfkeyle oluşturduğu kontrast durum aracılığıyla zihinlerde oluşturulmaya çalışılan algı şu: “Yüzyıllardır tanrı inancı ve dindarlık, zayıfların ve masumların hayatını cehenneme çevirdi. Bireysel özgürlüğünü önemsiyorsan, bunlardan kurtulmalısın!”
Bu
ve benzeri sahnelerde, “kızının iki cihan saadeti için ona iffet libası
giydiren bir Müslüman anne, namusunu takva zırhıyla korumaya çalışan mümine
hanımefendi” yerine, Orta Çağ’ın insanlık gerçeğiyle savaşan kilise yobazlığı/Engizisyon
cezaları ve rahibe suratları ikâme edilmiş.
Böylelikle,
Tanzimat’tan beri Türk aydınındaki dehşet verici şu cahilce önyargı, bu
dizilerin senaristlerince de tekrarlanmış: Avrupa’da Orta Çağ karanlığının ve
zulümlerinin merkezindeki Hıristiyanlık ile İslâm, ‘religion’ (din) ortak potasında
eritiliyor ve eşitleniyor. Böylelikle muharref bir Hıristiyanlığın bütün yobazlığı,
insanlık ve bilim karşıtlığı, ezcümle bütün günahları İslâm’a da yükleniyor.
Masumlar
Apartmanı da benzer imgeler ve göstergelerle dolu. Dramatik bir olayın masum
kahramanları üzerinden, “annelerin kızlarına iffet dersi verme ödevi”nin
aşağılandığı, iffetli olmanın, kurmaca tipler ve iyi ayarlanmış psikososyal
saptırmalarla iğrençleştirildiği
dizide ustaca bilinçaltı yüklemeleri yapılıyor.
Misâl:
“Makyaj yapmak, erkek arkadaş (sevgili) edinmek”, hayatın normalleridir. Ancak
diziye göre bunlara muhalefet eden ebeveyn, “sapkın ruh, psikopatolojik
vak’a”dır.
Aslında
Müslüman Türk milletinin hiç de “normal” kabul etmediği bu davranış kalıpları
ve modernitenin dayatmaları karşısında direnenleri “hasta ruh” olarak
damgalayan bir kurgu, senaryonun “leitmotiv”ini oluşturuyor.
Yetmez
gibi, bu dizi, Türk edebiyatını Cemal Süreya, Turgut
Uyar
ve Gülten Akın parantezinde cüceleştiriyor. Fonda bitevi tekrarlanan şarkılarıyla
Berkin Elvan’cı, PKK entarili
Sezen
ödüllendiriliyor. İzleyiciye, “egemen kültür kodamanlarının tekçi, seküler/lâik
dünya görüşünü” dikte ediyor!
Bu
dizilerin “seküler bir dünya ve hayat”ı dayatması öyle bir kertede ki, hemen hemen
hiçbir dizi kahramanı namaz kılmıyor; oruçtan bahis yok. Binlerce camiinde beş
vakit ezan okunan İstanbul’un semalarından ezan sesi, martı çığlıkları kadar
bile duyulmuyor. Din, durağan ve ötelenmiş bir kurum; dindarlık, depresif
bireyin çaresizce sığındığı ilkel tutumlar dizgesi; anlamsız tekrarlar…
Lafz-ı
Celâl, “sığınılacak müteâl varlık” mânâsında kullanılmıyor. Allah lafzı, “Allah
belânı versin”, “Hay Allah, ne yapacağım şimdi?!” gibi günlük dilin
kalıplarıyla sınırlı... “Günah, ateş, cehennem, iffet, namus” gibi kavramlar, yalnız
“hasta, bunalımlı” kahramanların “saplantı”larını tarif için var. Yani
metafiziğe, manevî/dinî olana dönük her kavram, “bozuk ruhsal durumlar” şeklinde
sunuluyor ve “bir zavallıyla/manyakla özdeştirilerek” ustaca kirletiliyor.
Tezgâhtaki
hayat paganizmi
Psikiyatr
Manolya Hanım’ın ağzından sıklıkla verilen bir “hayat” paganizmi var ki evlere
şenlik! Modern bilimin, dolayısıyla psikiyatrinin anlamlandıramadığı,
çözemediği ilginç ve çarpıcı durumlarla karşılaşılınca hemen bu yeni “ilâh”a
yükleniyor sorumluluk ve güç: “Hayat”…
İçinde
“hayat” sözcüğü geçen bu tür mistifikasyonlarda, hayat, doğrudan Allah-u
Zülcelâl'in yerine ikâmeye çalışılıyor.
Misâl:
Manolya Hanım danışanlarından birine şunları söylerken, bu çaba sırıtıyor
açıkça: “Bak Kumru, hayatın da kendi içinde bir adaleti olduğuna inanırım! Bizler
sabırsız olduğumuzdan, çoğu kez bunu fark edemeyiz. Ama beklersen, bu adaletin
tecellisini göreceksin!”
Belli
ki “hayatın adaleti”nden kasıt, kâinattaki Sünnetullah, kadim İlâhî kanunların
hayata yansımaları… Bu cümledeki “hayat” sözcüğü yerine “Allah” lafzını koymak,
“seküler/lâik” anlayışa ters! Bizim sanat dünyamızda hasseten film/tiyatro
endüstrisinin emekçileri için “İslâm” yasak sahadır! Bir oyuncu kolaylıkla bu seküler-modern
racona ters yapamaz; yapan da ekmeğinden olur, linç yer lâik cemaat
mensuplarınca!
Özetle,
2000’li yılların 28 Şubat travmalı ve “Bilişim Devrimi” ürünü seküler proje
gençliği böyle mayalanıyor; deizme meyyâl, millî bünyeden kopan nesillerin
yaşadığı boşluk böyle dolduruluyor!
Bu
dizilerin hedefinde, hiç şüphe yok ki, “modernleşme karşıtı/gerici” yaftalarını
çok büyük bir iştiyakla üzerinden atmaya ayarlanmış, aşağılık duygusuna duçar “yeni
muhafazakârlar” ve onların çocukları var.
Sosyal
medya, dijital televizyon yayınları ve son kertede bu dizilerle ulusal
televizyon yayıncılığı, karşı mahallenin ne kadar hazırlıklı ve plânlı biçimde
kültür endüstrisi ürünleriyle üstümüze geldiğini gösteriyor. Peki, biz
hazırlıklı mıyız?
LGBT-İ savunusunu dinî bir şevkle yapan türbanlı kızlarımız; “İnanmak ve teslimiyet, kişisel özgürlüğüme aykırı, dinî anlamda ciddî sorgulamalarım var!” diyen yahut “Ateistim!” itirafını gururla yapan ilâhiyat hocalarımız(!); mütesettir bir kadınla “Cinsel Eylemler ve Cinsellik Psikolojisi” başlıklı Youtube videoları çeken, sakalı sünnete uygun kesilmiş Müslüman psikologlarımız ve yukarıda değerlendirmeye aldığım “Masumlar Apartmanı”nı övgüyle yayınlayan İHL mezunu, “aydınlık kafalı” TRT Genel Müdürlerimizle nereye kadar?