“Masumlar Apartmanı” ne kadar masum?

Artık psikologlar/psikiyatrlar, yaşam koçları, mutluluk guruları modern zamanların “kanaat önderi, mürşidi, rehberi, uleması, dostu, yaranı, yoldaşı” oldu. Tıpkı bu dizilerdeki “çağdaş psikoloji ve psikiyatri”nin olağanüstü başarılarına (!) aracılık eden psikiyatrlar gibi… Dergâh, tekke, hankâhların yerini “danışma odaları”, psikiyatri klinikleri aldı.

PANDEMİ döneminde toplumun eve kapanması, televizyon dizilerinin izlenme oranını arttırdı. Özellikle “psikiyatrik vak’a” kapsamında değerlendirilebilecek kahramanları ve sürükleyici hikâyeleriyle dikkat çeken “Kırmızı Oda”, “Masumlar Apartmanı”, ve “Camdaki Kız”, yaz sezonunda yayınlarına mola verinceye kadar günlük sohbetlerin temalarından biriydi. Hatta prime time saatlerin ilk üçü bu dizilerin işgalindeydi! İzlenme oranları ve toplumda bulduğu karşı(t)lıklar sebebiyle bu diziler üzerinde durulmalı...

Görünüşte bizi “içimize” yönelten Covid-19 ve insanın gerçeklikle ilişkisini muğlak hâle getiren post-modern/post-truth devrin, özetle bir kaosun ortasındayız! Bunalım dönemlerinde artan “insanın mutluluk arayışı”, genel savaşlar ertesinde bile böylesine doruk yapmamıştı.

İnsanlar tam da pandemi kısıtları ve varlık-ölüm sorgulamaları ile içine gömülmüş iken, bu diziler, toplumun burnunun ucuna “mutlu hayat iksiri” olarak dayatıldı. Tıpkı yağmurlu havalarda, her nasılsa, birdenbire ortaya çıkan şemsiye işportacıları gibi, salgın gerçeğinin kırılgan ve tatsız hâle getirdiği hayatlarımızı, işte bu farklı çevrelerin görsel hikâyeleriyle ekran başında avuttuk bir süre. Asıl soru şuydu: İnsanlar televizyon ekranlarında bir tür avuntu ararken, bazı niyeti bozuk kurnazlar, diziler aracılığıyla, toplumsal kodlarımıza yeni bir müdahalede mi bulunuyorlardı acaba?

Fazlasıyla alınganlık içerir gibi görünse de bu duyarlıklar ve bu soruyu önemli kılan gelişme, ulusal ve sosyal medyanın dizilere yönelen/yönlendiren dikkati; hikâyelerin kahramanlarının ve dizi oyuncularının gerçek hayattaki maceraları ve benzeri durumlar üzerine oluşturulan güncel tartışmalar ve bunlarla bir popüler gündem oluşturma çabasıydı.

Bireysel tecrübelerimiz bize şunu öğretmişti: Medya/sosyal medya, objektifini kime, neye, nereye yöneltmiş ve neyi gündeme taşımışsa, yerel kültür iktidarının kodamanları, Batılı efendilerinin izinde “liberal, özgürlükçü, demokrat, bireysel farklılıklara saygılı” ve benzeri cicili yavelerin örttüğü “toplum mühendisliği” peşindedir. Bu kodamanlar mutlaka, bizde henüz işgal edemedikleri duygu, fikir, inanç ve seciye alanlarımızı işgal niyetindedirler; dezenformasyon, yanıltma ve imajlar üzerinden algıları “sömürüye uygun” hâle getirme amacındadırlar!

İşte bu duyarlılıklar ve farklı bir açıyla bunların bazı ortak noktalarına, dikkat çeken yönlerine özetle değinelim…

Bir derde duâ, muhtaca himmet eden bulunmaz mı?

Müslüman bir geçmişin izlerini takip eden insaf ehli herkes şu yalın hakikati itiraf eder: Ecdadımız, “sahih bir imanın” tabiî sonucu olarak “rızık endişesi” taşımazdı. Belâ vü mihneti “imtihan” parantezine alır ve “Yâ Sabûr/Yâ Fettah” Esmasının tekrarıyla ferah-nâk olurdu. Namaz; arıtan, durultan, her türlü fena işten uzak tutan işleviyle kılınırdı. Adalet, ahlâk, toplumsal dayanışma ve insanî değerler sağlam ve diriydi cemiyette. Henüz “tüketerek var olma/sömürerek zenginleşme” formülünü keşfetmemişti insanlık ve biz de henüz bu çürütücü aklın esiri olmamıştık…

Tanzimat’a, Meşrutiyet’e vardı daha. Yüzlerimizi Kıble’den Batı’ya dönme tartışması da yoktu o asırlarda. Bireylerdeki zengin manevî iç dünyayı ve sağlam ruhsal yapıyı cemiyet ve devlet katına çıkardığınızda cihanşümul bir millet, fetihlerle sükûna kavuşan bir dünya görünür hâle geliyordu. İnsanların sıkıntıları aile büyükleri veya mahalle eşrafınca giderilirdi. İnsanlar daha derin ve hâlledilemez, başa çıkılamaz müşkülünü ise bir Hakk dostuna âyân eder, yerine göre müridin müşkili mürşide zaten âyân olurdu…

Cemiyetin önünde kandiller gibi fitne dehlizlerini, gönül zifirlerini aydınlatan “ârif-i billah, kâmil zevat, Allah rızası dışında bir karşılık beklemeksizin, darlanmış Müslümana yol yordam gösterir, külli bazı kaideler eşliğinde insanları “râh-ı hakikate, sırat-ı müstakîme kılavuzlar, dertliye duâ, muhtaca himmet ederdi…

Bu zevat bazen bir tarikatın ulusu, bazen bir mahalle camiinin imamı, bazen bir “meczup”, bazen “Üçlerden, Yedilerden, Kırklardan” bir garip yolcu ya da medrese ulemasından biri olurdu…

Son tahlilde, kimse derdiyle baş başa bırakılmazdı!

Lâkin İlâhî kanunlar gereği insanlar ve cemiyetler değişti; günler, devirler ve çağlar değişti. Modern zamanlara erdik.

Adını “modern” lafzıyla cilâlayan tavır, moda, felsefe, ideoloji, kültür, sanat, mimari ve sair ne varsa, kibrini “Hakk”ı inkârından alan azgınlığıyla geçmiş asırların tüm müktesebatını, “din, tanrı” inancıyla birlikte -güya- çöpe attı.

Artık psikologlar/psikiyatrlar, yaşam koçları, mutluluk guruları modern zamanların “kanaat önderi, mürşidi, rehberi, uleması, dostu, yaranı, yoldaşı” oldu. Tıpkı bu dizilerdeki “çağdaş psikoloji ve psikiyatri”nin olağanüstü başarılarına (!) aracılık eden psikiyatrlar gibi… Dergâh, tekke, hankâhların yerini “danışma odaları”, psikiyatri klinikleri aldı. Dahası, “medyatik büyü” denilebilecek ilginç senaryosu, fonundaki müzikleri, araya serpiştirilen “Nihilizm/varlık sancısı/aşk”ın sentezlendiği şiirleri ve albenisiyle yönetmenler seyirciye (müşteri) birçok mesaj (ürün) gönderiyor (pazarlıyor), izleyici ise aleni olarak kapitalist iştaha lokma yapılıyor şimdi!

Adalet, ahlâk, toplumsal dayanışma ve insanî değerler sağlam ve diriydi cemiyette. Henüz “tüketerek var olma/sömürerek zenginleşme” formülünü keşfetmemişti insanlık ve biz de henüz bu çürütücü aklın esiri olmamıştık…

Saklanmayan mesajlar

Bu dizilerin kahramanlarıyla/hikâyeleriyle verilen mesaj saklanmamış veya örtülmemiş: “Din, dinî önderler ve dinle bağlantılı yapılar beyhudedir! Dahası, bunlar var olan bireysel bunaltıların da muzır sebepleridir…”

Misâl: Kırmızı Oda’da kötü yola düşen Kumru, pişmanlık ve acıyla geceleri “Affet Allah’ım affet!” diye duâ ettiğini anlatırken, psikiyatr Manolya Hanım’ın dilinden şu mealde sözler dökülüyor: “Çaresizlikten ne boş ve anlamsız şeylere tutunmuşsun!”

Dizilerdeki olaylar ve tiplemeler, âdeta dünya kültür iktidar odaklarının “liberal-özgürlükçü-cinsiyet eşitlikçi” dayatmalarının birer aracı şeklinde düzenlenmiş.

Misâl: Masumlar Apartmanı… Gülben, obsessif kişiliği gereği temizlikte aşırı davranıyor. Bunun için başını örtüyor. Başörtüsü/hizmetçi özdeşliği, içini kemiriyor. İç konuşmasında, “Hizmetçi olmayacağım!” haykırışını en az 10 kez tekrarlıyor! Ardından, hırsla örtüsünü çıkarıp çöpe atıyor! Saçlarını düzelterek artık “hizmetçi” olmadığını tekrarlıyor. Sahnenin “Hizmetçi eşittir başörtüsü; o da eşittir çöp” imgelemini görünür kılma çabası çok çarpıcı!

Gülben karakterinin temizlediği ev, âşık olduğu, evlenmeyi hayâl ettiği erkeğe ait. Böylelikle sahnenin alt mesajında, “Kadın, ev temizliği yapmakla kadın-erkek eşitliği düzleminden çıkıp erkeğin hizmetçisi olmamalı!” mesajı veriliyor. Hoş, bu mesaj daha kanırtıcı biçimde hemen tüm beyaz eşya reklâmlarında da veriliyor zaten. Kadın dışarıda çalışıyor, erkek evde, mutfakta “harikalar yaratıyor”, çocuklara bakıyor… Reklâmlar, “mutfaktaki kadın, dışarıda çalışan erkek” görünümünü feminist eşitlikçi hedeften öteye taşıyor; geleneksel kadın-erkek konumunu âdeta tersyüz ediyor. Reklâm faciaları bir bahs-i diğer...

Dizilerdeki hemen tüm mazlumların zâlimi, “gelenek” kılığına sokulmuş “millî/İslâmî değerler”, töre ve alışkanlıklarımız. Yani güçlü bir kültürel erozyon mekanizmasına dönüşmüş durumda bu diziler. Ayağımızın altından çekilip alınmaya cüret edilen şeylerin “bizi biz eden değerler” olduğunu fark etmemek, işgal edilmiş bir zihinle mümkün ancak!

Dizilerde “namus, iffet, aileyi koruma kollama, akraba ilişkilerini önceleme, ahlâklı davranma” gibi ne kadar olumlu yerli değerimiz varsa, dizinin en çirkin, en sapkın, en hasta (iğrenç) karakterine yüklenmiş. Böylelikle, aslında izleyende karaktere yönelen öfke, nefret ve eleştiri gibi tüm negatif duygu ve olguların, karakterin temsiliyetindeki bu yüce değerlere boca ettirilmesi tasarlanmış.

Camdaki Kız’da “Anne”, Masumlar Apartmanı’nda “Safiye” karakterlerinin namus ve iffet duyarlılıkları, izleyeni namus, ahlâk ve iffetten tiksindirmek üzere kurgulanmış.

Misâl: Nişanlısının elini tutan kız, bu durumu bir namus ihlâli sayan Anne tarafından şiddetle cezalandırılıyor. Anne, kızına derhâl “guslettiriyor, öncesinde bir korku filmi kahramanı gibi öfke dolu bakışlarla kızını kırbaçlıyor”! Bu esnada “günah, ateş, cehennem” ve “Affet!” sözcükleri, bir Hıristiyan azizesi ile Müslüman bir muhafazakâr kadın kimliğinin zorlayıcı ve tuhaf bileşimiyle dökülüyor dudaklarından.

Kızdaki teslimiyet ve masumiyetin annesindeki dindar öfkeyle oluşturduğu kontrast durum aracılığıyla zihinlerde oluşturulmaya çalışılan algı şu: “Yüzyıllardır tanrı inancı ve dindarlık, zayıfların ve masumların hayatını cehenneme çevirdi. Bireysel özgürlüğünü önemsiyorsan, bunlardan kurtulmalısın!”


Bu ve benzeri sahnelerde, “kızının iki cihan saadeti için ona iffet libası giydiren bir Müslüman anne, namusunu takva zırhıyla korumaya çalışan mümine hanımefendi” yerine, Orta Çağ’ın insanlık gerçeğiyle savaşan kilise yobazlığı/Engizisyon cezaları ve rahibe suratları ikâme edilmiş.

Böylelikle, Tanzimat’tan beri Türk aydınındaki dehşet verici şu cahilce önyargı, bu dizilerin senaristlerince de tekrarlanmış: Avrupa’da Orta Çağ karanlığının ve zulümlerinin merkezindeki Hıristiyanlık ile İslâm, ‘religion’ (din) ortak potasında eritiliyor ve eşitleniyor. Böylelikle muharref bir Hıristiyanlığın bütün yobazlığı, insanlık ve bilim karşıtlığı, ezcümle bütün günahları İslâm’a da yükleniyor.

Masumlar Apartmanı da benzer imgeler ve göstergelerle dolu. Dramatik bir olayın masum kahramanları üzerinden, “annelerin kızlarına iffet dersi verme ödevi”nin aşağılandığı, iffetli olmanın, kurmaca tipler ve iyi ayarlanmış psikososyal saptırmalarla iğrençleştirildiği dizide ustaca bilinçaltı yüklemeleri yapılıyor.

Misâl: “Makyaj yapmak, erkek arkadaş (sevgili) edinmek”, hayatın normalleridir. Ancak diziye göre bunlara muhalefet eden ebeveyn, “sapkın ruh, psikopatolojik vak’a”dır.

Aslında Müslüman Türk milletinin hiç de “normal” kabul etmediği bu davranış kalıpları ve modernitenin dayatmaları karşısında direnenleri “hasta ruh” olarak damgalayan bir kurgu, senaryonun “leitmotiv”ini oluşturuyor.  

Yetmez gibi, bu dizi, Türk edebiyatını Cemal Süreya, Turgut

Uyar ve Gülten Akın parantezinde cüceleştiriyor. Fonda bitevi tekrarlanan şarkılarıyla Berkin Elvan’cı, PKK entarili

Sezen ödüllendiriliyor. İzleyiciye, “egemen kültür kodamanlarının tekçi, seküler/lâik dünya görüşünü” dikte ediyor!

Bu dizilerin “seküler bir dünya ve hayat”ı dayatması öyle bir kertede ki, hemen hemen hiçbir dizi kahramanı namaz kılmıyor; oruçtan bahis yok. Binlerce camiinde beş vakit ezan okunan İstanbul’un semalarından ezan sesi, martı çığlıkları kadar bile duyulmuyor. Din, durağan ve ötelenmiş bir kurum; dindarlık, depresif bireyin çaresizce sığındığı ilkel tutumlar dizgesi; anlamsız tekrarlar…

Lafz-ı Celâl, “sığınılacak müteâl varlık” mânâsında kullanılmıyor. Allah lafzı, “Allah belânı versin”, “Hay Allah, ne yapacağım şimdi?!” gibi günlük dilin kalıplarıyla sınırlı... “Günah, ateş, cehennem, iffet, namus” gibi kavramlar, yalnız “hasta, bunalımlı” kahramanların “saplantı”larını tarif için var. Yani metafiziğe, manevî/dinî olana dönük her kavram, “bozuk ruhsal durumlar” şeklinde sunuluyor ve “bir zavallıyla/manyakla özdeştirilerek” ustaca kirletiliyor.

Tezgâhtaki hayat paganizmi

Psikiyatr Manolya Hanım’ın ağzından sıklıkla verilen bir “hayat” paganizmi var ki evlere şenlik! Modern bilimin, dolayısıyla psikiyatrinin anlamlandıramadığı, çözemediği ilginç ve çarpıcı durumlarla karşılaşılınca hemen bu yeni “ilâh”a yükleniyor sorumluluk ve güç: “Hayat”…

İçinde “hayat” sözcüğü geçen bu tür mistifikasyonlarda, hayat, doğrudan Allah-u Zülcelâl'in yerine ikâmeye çalışılıyor.

Misâl: Manolya Hanım danışanlarından birine şunları söylerken, bu çaba sırıtıyor açıkça: “Bak Kumru, hayatın da kendi içinde bir adaleti olduğuna inanırım! Bizler sabırsız olduğumuzdan, çoğu kez bunu fark edemeyiz. Ama beklersen, bu adaletin tecellisini göreceksin!”

Belli ki “hayatın adaleti”nden kasıt, kâinattaki Sünnetullah, kadim İlâhî kanunların hayata yansımaları… Bu cümledeki “hayat” sözcüğü yerine “Allah” lafzını koymak, “seküler/lâik” anlayışa ters! Bizim sanat dünyamızda hasseten film/tiyatro endüstrisinin emekçileri için “İslâm” yasak sahadır! Bir oyuncu kolaylıkla bu seküler-modern racona ters yapamaz; yapan da ekmeğinden olur, linç yer lâik cemaat mensuplarınca!

Özetle, 2000’li yılların 28 Şubat travmalı ve “Bilişim Devrimi” ürünü seküler proje gençliği böyle mayalanıyor; deizme meyyâl, millî bünyeden kopan nesillerin yaşadığı boşluk böyle dolduruluyor!

Bu dizilerin hedefinde, hiç şüphe yok ki, “modernleşme karşıtı/gerici” yaftalarını çok büyük bir iştiyakla üzerinden atmaya ayarlanmış, aşağılık duygusuna duçar “yeni muhafazakârlar” ve onların çocukları var.

Sosyal medya, dijital televizyon yayınları ve son kertede bu dizilerle ulusal televizyon yayıncılığı, karşı mahallenin ne kadar hazırlıklı ve plânlı biçimde kültür endüstrisi ürünleriyle üstümüze geldiğini gösteriyor. Peki, biz hazırlıklı mıyız?

LGBT-İ savunusunu dinî bir şevkle yapan türbanlı kızlarımız; “İnanmak ve teslimiyet, kişisel özgürlüğüme aykırı, dinî anlamda ciddî sorgulamalarım var!” diyen yahut “Ateistim!” itirafını gururla yapan ilâhiyat hocalarımız(!); mütesettir bir kadınla “Cinsel Eylemler ve Cinsellik Psikolojisi” başlıklı Youtube videoları çeken, sakalı sünnete uygun kesilmiş Müslüman psikologlarımız ve yukarıda değerlendirmeye aldığım “Masumlar Apartmanı”nı övgüyle yayınlayan İHL mezunu, “aydınlık kafalı” TRT Genel Müdürlerimizle nereye kadar?