Masumiyet mektebi

“Yavrularımızı ne ile besler, ne ile büyütür, hangi dil ile dillendiririz de aslî kodlarından uzaklaşmadan, ruhu boşluklara düşmeden, sahip olduğu değerleri israf etmeden saadet merkezli bir hayatın kahramanları olurlar?” sorusuna cevap ararken bulalım hepimiz kendimizi. Tıpkı bütün yavruları aynı hissiyatla seyredişimiz gibi…

ÇOCUKLUĞU göz ardı edilmiş gençlik, gençliği göz ardı edilmiş yetişkinlik, en önemlisi de fıtrî kodların ihmâl edildiği bir varoluş serüveni içinde sürükleniyoruz.  

Toplumu oluşturan aile kurumunun ve aileyi oluşturan bireylerin varlık gayesini yitirdikçe aslî kültürümüzden uzaklaşma hızımız günbegün yükseliyor. Bir yandan modernitenin ilk emri “özgürleşme” komutu ile gençlerimize “özgüven ve hakkını koruma” adı altında pompalanan cesaret imanî, adâbî ve ahlâkî kontrollerin kalkmasına sebebiyet verirken, öte yandan insanlık ise modern bilimin “yapay zekâ” üretimiyle yarışacak seviyede nesnelleştirilmiş durumda.

İçi mânâdan yoksun, gayesi meçhul ve dışı markalarla malûm şimdilerde. Üstelik raflar dolusu kitap okuyan, fikir teatileri yapan, mânâ, irfan ve hikmetten haberdar olanların adı “cahile” yazılırken yeme, içme, uyuma, gösteriş yapma ve eğlenme, kendisine zahiren de batınen de benzemeyenlere hakaret etme pratiğinden başka bir ideali olmayıp milliyetinden utanan bir gençlik furyasına şahit oluyoruz ülkemizde.

Onları suçlama hakkımız olmadığını düşünüyorum. Ne ile beslendiği ile ilgilenip ne görüyorlarsa ondan etlendiklerini düşünerek, görünenin ardında saklı saiklere mercek tutmak gerekliliğine inanıyorum. Bunun için de, “O hâlde sen Hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur fakat insanların çoğu bilmezler. Gönülden O’na yönelin, O’na saygısızlıktan sakının, namazı kılın ve şirke sapanlardan, dinlerinde ayrılığa düşüp (her bir grubun kendindekini beğendiği) fırkalara ayrılanlardan olmayın” ayet-i celilerinde beyan edilen “fıtrat”ımızda saklı safiyetin tedrisatına talip olmak gerektiğini düşünüyorum.

Bir kadının anne olma vasfının muazzam bir hikmet barındırdığını ihmâlle başlıyor tüm akışın sarpa sarışı aslında. Ki o kadın, yetiştirdiği yavrusunun topluma katılacak, yüzlerce kişiyle temas ederek terbiye ve adap taşıyıcısı görevini üstlenecek bir birey olacağı gerçeğini hiç unutmamalı. Peki, ülkemizde kaç çocuk anne kültürü, kaç çocuk yabancı uyruklu dadılar/bakıcılar yahut Batılı eğitimcilerce büyütülüyor?

Yine, erkeğin himaye edici, kazanma ve savaşma kabiliyetlerinin “eşitlik” saçmalıklarıyla hiçe sayılmasından türeyen asimilasyona ne demeli? Çiçekli gömlekler, kısa paçalı İtalyan pantolonlarla arz-ı endam eden bugünün delikanlıları kiminle ne için savaşabilirler? 

Ve unutuyoruz toplumu inşâ eden yegâne dinamiğin aynı tür ve iki ayrı cins “kadın ile erkek”ten başkaca bir dinamiği olmadığını. Öyleyse bu iki dinamiğin orijinal kodlarını, yaratılış ayarlarını korumamız gerekmiyor mu? Bu temel prensip çerçevesinde durulmadıkça ferdî depresyonlara, aile kurumu ile ilgili sorunlara, kurumsal başarılara, toplumsal bütünlüğe dair tespit edilegelen sorunlara nasıl çözüm üretilebilir ki?

Öyleyse öze bakmalı! Özümüze yaratılışımızda kodlanmış safiyetten, coğrafî kaderimizden, ailevî genlerimizden, tarihimizden, kültürümüzden beslenmiş kimliğimize çocukluğumuza inerek bakmadıkça yanılgılarımız devam edecek ve yüzeysel çözümlerle ancak günü kurtarabileceğiz. Ki nesillerin devamlılığı için en büyük tehlike de bu tür temelsiz tedavilerdir.

Toplumu oluşturan alternatifsiz bu iki insanın birleşmesi ile türeyen ve çoğalan insanlığı modern yasalar, münferit çabalar, kurumsal çözümlerle çözme gayretinin ne büyük bir gaflet olduğunu muhtemel yüzeysel bakış açımız nedeni ile sezemiyor, sorunları köklü biçimde çözemiyoruz. Aslında fıtratımızda var olan safiyete dönmedikçe sorunların etrafında beyhude tavaf edip duruyoruz.

Bu girizgâhtan sonra, hepimizin bildiği, tanıdığı ve her birimizin gözünün önünde canlanacak çocukluğumuzu seyir ile başlayalım ve masumiyet mektebinin günümüz lisanı ile kısmen değinilmiş müfredatına buyurun, bir göz atalım…


Hepimiz gibi

Ne vakit bir çocuğun gözlerine baksam, tahammülü zor bir yük hâsıl olur omuzlarımda. Hepimiz gibi… Geleceğimiz adına…

Satın almam için uzatılmış bir paket mendilin ardından kalbime değen bakışlarla sarsılırım. Koyu, derin, sır yüklü bir gece gibidir o yavrucuğun gözleri. Erken yaşta çocukluğunu yetişkinlerin çaldığı o bakışlar titretir kalbimi. Hepimiz gibi… Merhamet…

Annesinin elinden kurtulup sekerek giderken düşmüş, sarı saçları savrularak yüzünü örtmüş bir kız çocuğunu kaldırmak için tez canımla koşuversem ve ipek saçlarını çeksem, ağlayan yüzünden deniz derinliğinde, ferahlığında ve coşkunluğunda bir çift mavi göz ilişiverse gözlerime, “Lisanı kainattan mahrum kalır mı bu güzel yüzün acaba?” der, bir tahayyül içinde kaybolurum. Hepimiz gibi… Vicdan…

Gümrah bir orman serinliği hissettiğim, sükût eden yeşil gözlere rastlamışlığım da çoktur. Yapraklar arasından sızan güneş misâli ışıltılar oynaşırken o çocuk gözlerde, ruhumun en derininde büyük fırtınalar kopar. “Attığı adımlar bu yavrucuğu nereye götürecek, kim bilir?” sorusu çığlık atar içimde. Hepimiz gibi… Mesuliyet…

İşveli ve bir o kadar nazlı, elâ gözlü bir kız çocuğunun söylediği şarkılar ve şen gülüşler takılır kalbimin kanadına, uçuveririm masumiyetin hesaplanamaz semalarında. “Peki, ya bu duygusal gözler hangi engin denizleri seyredecek, gökyüzüne bakınca neler görecek?” merakıyla hilâl ve yıldızlı bir al bayrak dalgalanır gözlerimde. Hepimiz gibi… Hürriyet…

Bir çocuk bakışı söyler bana eylediğimin ne olması, söylediğimin neyi harekete geçirmesi gerektiğini. Bir çocuk gülüşü, (ah, bir de çay kaşığının cam bardak içinde raks edişi) hayat demektir benim için. Yaşamak, yaşıyorken yaşanan her bir şeyi anlamak, gayretten kesilmeden yol almak gerektiğini fısıldar kulağıma çocuklar. Hepimiz gibi… Feraset…

En çok da ağlayan bir çocuğun gözlerinden süzülen yaşlar sigaya çeker aklımı. Tüm yoksulluğuna rağmen, renkleri yitmiş giysilerinin, çıplak ayaklarının ayırdına varmadan alabildiğince gülümseyen zor coğrafyaların, ölümün, açlığın kol gezdiği diyarların çocukları eğitir ruhumu. yutkunduğum çoktur. Çoktur ellerimi yüzüme kapatıp çaresiz bir iniltiyi derinden hissedişim. Hepimiz gibi… Basiret…

“Masumiyet mektebi” kabul ettiğim her bir çocuk haberdar eder beni günahlarımdan. Sürükleniveririm arınmam gereken tövbe kapılarına.

Yitirilmiş servetlerin külfetiyle bükülür boynum. Başım bilir ve eğilir; çünkü “masumiyet, bir kere kaybedilen ve bir daha eskisi gibi ikâme edilemeyen görünmez bir servettir”. Büyüdükçe saf kalbimle aramda açılan mesafeler fıtrî olan güzelliklerin müflisi olduğumu hatırlattıkça ağırlaşır omuzlarımdaki yük.

Ne yitip giden çocukluğuma yanar kalbim, ne yaş üstüne yaş koyuşuma. Yani ki yaşlanışıma, ne de akıp giden zamana…

Evvelden beridir bilineni, tecrübe edileni, gördükçe göçüp gidenleri boş yere kavgam olmaz akıştan. Beni en çok yakan ve yaralayan, beton yığınları arasında kalışımıza, her şeyi para ile satın alışımıza, duyguların bile matematiğini yapışımıza mahâl tanıyan yitik masumiyetimizdir.  

Bir baksanıza, katılaşan kalbimiz, restleşen aklımız, kırılganlığa teşne kalbimizle adımlarken hayatı, kollarımızı kocaman açmak yerine göğsümüzde kilitler olduk. 

Çocuklarımıza kendimize benzer hayatlar kurduk. Kendi yoklarımızı onların hayatında var edelim derken maneviyatı en güzel tercüme edebilecek “masumiyeti” maddî kazanımlarla takas ettik. Gençlerle anlaşamıyorsak eğer, ruhun dili masumiyeti yitirdiğimizden ve lisansız kalışımızdandır.

Uzun bu bahis… 

Ah keşke yeniden çocuk olabilsem, “Para saysam Affan Dede’ye, satsa bana çocukluğumu” ve keşke “Hiçbir şey sorulmasın benden/ Haberim yok olup bitenden” diyebilsem… Kendi adıma nafile… Pişmanlığım…

İş ki, çocukluğumuz yadımızda solmasın, gözlerinden o servetin ışıltıları taşan çocuklarımızla bağımız kopmasın! Zira çocukluk, bize yaratılışımızdaki masumiyeti hatırlatacak en yakın safhadır. Ve her birimizin çocuk yanı masumiyetimizin izharıdır.

Yaradılış şifresi

“Masumiyet bir kere kaybedilen ve bir daha eskisi gibi ikâme edilemeyen görünmez bir servettir” sözüne yer vermiştim. Böyle midir gerçekten? Bu yüzden midir Sezen’den “Masum değiliz” şarkısını dinlerken içimize dönen bakışlarımıza hüzün çökmesi ve derin bir kabullenişle, “Eller günahkâr/ Diller günahkâr/ Bir çağ yangını bu/ Bütün dünya günahkâr/ Masum değiliz hiçbirimiz” nakaratını kendimizden hesap sorarcasına tekrar edişimiz?

“Değildir, böyle olamaz” desem, kendimi yalanlamış ve böyle olduğunu zannetmemiz için yapılan tüm telkinlere baş mı kaldırmış olurum?

Bu soruların cevabına iki açıdan cevap verebilirim: Geleneksel öğretilerimiz dairesinden bakınca, bu tanım kısmen de olsa günümüzde de geçerliliğini koruyor. Ancak İslâm dinini merkeze alarak bakarsak, yukarıda da belirttiğim gibi, eğitim metodunun bir parçası hâline getirilmiş geleneksel kabule başkaldırmamız gerekir. Çünkü Kitabımız Kur’ân-ı Kerim, her bir ayet-i kerimesi ile insanı esas alıyor ve biz ademoğullarına “tevbe” kapısının açık olacağından haberdar ediyorken, nasıl olur da masumiyet yeniden ikâme edilemez? Ki Rabbimizin “El-Afüvv” İsm-i Şerifi ile affetme yetkisi sonsuzken, nasıl olur da ellerimizin, dillerimizin ve kalbimizin girdiği günahlarla alternatifsiz bir kirlilik duygusuyla günahkârlığımızı yük gibi taşımaya razı olabiliriz?

Tevbe ki arınmamın muştusu. Yeniden, tazeden çekilen besmelelerle saf imana erişme umudu. Üstelik, İslâm fıtratı üzerine (tertemiz) yaratılmışken ve akıl bulûğu oluncaya dek ruhumuzun dilini masumiyeti kullanıyorken, her insan kişisinin kendi ömründe, kendi seyrinde, kendi tecrübe ederek hatıra biriktirdiği bir çocukluk varken… Bitmedi, çocukluğumuzdaki masum hâlimizi unutmaya bile mahâl tanımayacak şekilde, yavrularımızla ve hatta torunlarımızla bu masumiyet bildirgesi devridaim ile yeniden hatırlatılıyorken, nasıl olur da günahkâr, kirli ve iflah olmaz bir bozulmaya razı olabiliriz?

Olmamalıyız! Bu tamamen Batı/lın geleneklerimiz içine zerk ettiği, bizden olmayan, ruhu esas almayan somut ve rasyonel bir kabulün neticesinde ahlâk yargısı yapan bir tanımdan başka bir şey değildir.

Tam burada şu birkaç satırı okuduktan sonra ardınıza yaslanın, gözlerinizi yumun ve düşünün: Çocukluğunuzda arkadaşlarınızla nasıl mutlu olduğunuzu, yemeğinizi, oyuncaklarınızı (hangi değerde olursa olsun; ister tahtadan, ister mağazadan) nasıl paylaştığınızı, yalnızlıktan ne çok sıkıldığınızı, küsünce ne çabuk barıştığınızı, suizandan habersiz oluşunuzu, yalan söyleyince sırtınızdan süzülen teri, çocukça bir muzırlık yapmaya kalkıştığınızda elinize yüzünüze bulaştırışınızı… Ne kadar masum değil mi hatıralarınızdaki o çocuk? Ne cömert, ne çok şefkatli, ne kadar samimî ve ne büyük bir insan…

Gözlerinizi açtıysanız, masumiyete dair esas aldığım tanımı verebilirim artık. Fıtratımıza kodlanmış bu servet, İslâmî idrake sahip herkeste mevcut.

Hepimiz, bir hata miktarı uzaklaşıyoruz bu servetten ve bir tevbe miktarı yaklaşıveriyoruz. İş ki, çocukluğumuz yadımızda solmasın, gözlerinden o servetin ışıltıları taşan çocuklarımızla bağımız kopmasın! Zira çocukluk, bize yaratılışımızdaki masumiyeti hatırlatacak en yakın safhadır. Ve her birimizin çocuk yanı masumiyetimizin izharıdır.

Koparılmaya çalışılan bağları, “kuşaklar arası çatışma varyasyonlarını”, “jenerasyon farkı” masallarını imha edip bize bağışlanmış, bize en çok yakışan masumiyet dili ile dillenelim. Bizler orijinal kodlarımıza dönelim, çocuklar yorgun düştükleri yaşlarından büyük üslûp edinme enerjilerini anlamak ve anlaşmak için kullansınlar.

Ruhumuzun dili

Ömrümün yaklaşık son 20 yılında, bir çocuğun varlığında tutuyorum hayat çetelemi. Bildiğim nem varsa arınmak diliyorum meselâ. Sadece saflaşabilmek için… Yeniden başlayabilmek için… Hatalarımdan ricat etmek, hileye hurdaya ardımı dönebilmek, çok bilmişliklerimden vazgeçebilmek için…

Ne kadar çok seyre dalarsam çocuk gözlerin ardında saklı masumiyet aynasında kendimi, o kadar büyüyor onlara dair hedeflerim. O kadar artıyor gönlümün kederi… O denli sancılanıyor kalbim… Hepimiz gibi…

Gülüşleri çalınacak, şen kahkahaları hayattan silinecek, neşeleri kedere evrilecek, özgürlüğü ellerinden alınıp hunharca bir bencillikle yönetilecekler diye kıvranıp duruyor aklım. Hepimiz gibi…

Habersiz oldukları iki şeyin derdine düşüyorum: Bir, görünmez “-izm”lerden mülhem idam sehpalarının kurulduğundan bîhaber oluşlarından; bir de, “Yaşıyorum” zannettikleri hâlde ruhlarının bu sehpalarda görünmez eller ve büyülü barış şarkılarıyla öldürüleceğinden… Hepimiz gibi…

Böylesi endişeler düşünce tutuşur gecelerim. Bir yangın yeri olur bulunduğum yer. Uykularım çeker gider ve ben, kelimelerden ibaret servetimle masallar yazarım çocuklara. Hepimiz gibi…

Sorular üşüşür aklıma da soru işaretlerinin çengelleri ile asılırım hayatın tam kalbine. Hangi çocuğu görsem, hangi renk göze baksam saklı bir korku dolanır aklımın koridorlarında daima. “Yaban diyarların âdetleriyle bozulmadan, aslından uzaklaşmadan, kendine zulmedilmesine fırsat tanımadan, haklarının elinden alınmasına izin vermeden, dilsizleşmeden, dinsizleşmeden, nasıl varlığını koruyarak büyür de şu cennet vatana nasıl hayrı dokunur bu yavrucağın?” sorusu hiç terk etmez zihnimi. Hepimiz gibi…

En çok da hayat prospektüsü hükmündeki ulvî kaynaklarından koparılmasından ürkerim. Çünkü yaratılış kodlarına en uygun şifadan uzak kalmak, hastalıklı bir hayat armağan edecektir yavrularımıza, iyi bilirim.

Hangi iyi mekânlarda, nasıl iyi şartlarda, ne gibi yüksek kariyerlerle hayatın içinden akarsa aksın ruhunu öldürenler, aslî dilini unutturanlar sayesinde mes’ud olunmayacağına da kalben kaniyim.

İşte bundandır ki, “Yavrularımızı ne ile besler, ne ile büyütür, hangi dil ile dillendiririz de aslî kodlarından uzaklaşmadan, ruhu boşluklara düşmeden, sahip olduğu değerleri israf etmeden saadet merkezli bir hayatın kahramanları olurlar?” sorusuna cevap ararken bulalım hepimiz kendimizi. Tıpkı bütün yavruları aynı hissiyatla seyredişimiz gibi…

Anne, baba, ağabey, öğretmen, duyarlı vatandaş, mü’min bir kul olma mesuliyetini kuşanıp çocuklarımızın kalbî sevinçlerine, aklî çelişkilerine, ruhî dengelerine, maddî-manevî değerlerimizle cevaplar hazırlayalım.

Geleceğin inşâsında, medeniyet tasavvurumuzda etkin rol üstlenecek; figüranca değil imanlıca, kahramanca vatan sevdasına, milletin inkişafına gönül verecek olan çocuklarımız için bitip tükenmeyecek bir gayretle hep birlikte dertlenelim. Derdimize derman olan Kitabımızdan öneriler devşirelim. Ama ilkin, bizler ruhumuzun masumiyet dili ile yeniden dillenelim ki aynı dilden konuşarak açılan mesafelerin üstesinden gelelim. Biliyor ve inanıyorum, o vakit anlayacaklar bizi. Yavrularımızla aynı dili konuştukça kapanacak tüm mesafeler.

Koparılmaya çalışılan bağları, “kuşaklar arası çatışma varyasyonlarını”, “jenerasyon farkı” masallarını imha edip bize bağışlanmış, bize en çok yakışan masumiyet dili ile dillenelim. Bizler orijinal kodlarımıza dönelim, çocuklar yorgun düştükleri yaşlarından büyük üslûp edinme enerjilerini anlamak ve anlaşmak için kullansınlar.


Öğrendiklerimiz ve “Masumiyet Mektebi”

Kırgınlıklarım, kızgınlıklarım ve küskünlüklerim neticesinde vereceğim her tepkimi “Çocukken nasıl yapardım?” sorusuna verdiğim cevapla dengeliyorum.

Size garip gelmesin, “Büyüdük, yetiştik, neredeyse yaş kemâle erecekken ne diye çocukça reflekslere geri dönelim?” gibi bir itiraz geliştirmeden önce, birkaç satır daha okuduğunuzda bana hak vereceğinize inanıyorum.

Evet, büyüdük, büyürken öğrendik. Öyle çok öğrendik ki uygulama sahası bulamaz olduğumuzda, farklı branş bilgilerini birbirimizle paylaşır olduk. Hatta abarttık ve “işi ehline vermek” düsturunu unuttuk. Hastalıklardan, arabalardan, sayfiyeden, diyetlerden, yemeklerden, şifalı otlardan, cilt bakımlarından ve daha nice alandan bilgilerimiz var ceplerimizde. Taşacak kadar çok!

Dünya hevesimizin çokluğuyla orantılı bilgi sahibiyiz. Hepimiz…

Doğru, artık çocukluğumuz geride kaldı ve kimimiz erişkin, kimimiz yetişkin vasıflarımızı kuşandık. Fakat öyle sanıyorum ki, öğrenmek, ruhumuzun saflığının izharı ve izahı olan masumiyetimizi zedelemek için değil, cehlimizden kurtulmak içindi. Öğrenmek, öğrendiklerimiz arasından en hayırlısını seçip kâmil olma yolculuğumuzda istifade edebilmek içindi. Öğrenmek, ruhun orijinal kodlarını hiçe saymadan hayatlarımızı imar ve inşâ etmekti. Öğrenmek, kendimizi bilmekti.

Öğrenmek Yunusça bir yol alışın biçimiydi: “İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsin/ Bu nice okumaktır!”

Öğrenmek, edep dairesinde adaplıca bir seyirdi: “İlim bir tac imiş Nur-u Hüda’dan/ Giy ol tacı, emin ol her belâdan/ İlim etmek için ettim talep/ Gördüm, ilim geride kaldı/ İllâ edep, illâ edep!”

Öğrenmek, bilgiler arasında lâzım olanı seçerken ruhumuzun dili masumiyet ile ölçüp biçmekti. Öğrenmek, öğrendiğimizin ruhumuzla uyum içindeki hâliydi. Öğrenmek, insanlığımızdan taviz verecek zararlı bilgileri ruhumuza kodlanmış cevher hükmündeki kodlarla ayırt edebilmekti.

Bunun ayırdına varınca, zihnimde taze bir vaha açıldığını hissetmiştim. Belki bildiklerimin çoğu çöl hükmünde fuzuli şeylerdi. Ama ruhumla hasbihâl etmem gerektiği kanaatine varınca, tüm fazlalıklar yüz bulamadığı için zamanla zihnimden çekiliverdi.

O vakit kararlar aldım. Bildiğim nem varsa arınmak diliyorum meselâ. Sadece saflaşabilmek için… Yeniden başlayabilmek için… Hatalarımdan ricat etmek, hileye, hurdaya ardımı dönebilmek, çok bilmişliklerimden vazgeçebilmek için…

Şimdi bir eşikteyim. Farklı bir kapının aşılması gerekli olan kendimi aşma eşiğindeyim. Etrafımda yetişkinler kadar çocuk olması dikkatindeyim. Bir o kadar genç…

Çocuklarımıza kendimize benzer hayatlar kurduk. Kendi yoklarımızı onların hayatında var edelim derken maneviyatı en güzel tercüme edebilecek “masumiyeti” maddî kazanımlarla takas ettik.

Büyüdüm; yetişkinlerle, yaşıtlarımla dünya meselelerini konuşmaktan büyük istifadeler edindim. Ancak, tüm problemlerin ardında, geleceğe dair taşıdığımız kaygıları fark ettikten sonra en kıymetli istifadem, bizi aynı dile konuşmaya eriştirecek ruhumuzun dilini yeniden edinmem gerektiği oldu. Ve çocuklar ile gençleri masumiyet mektebi bildim. Çünkü bu mektebin dili henüz kirlenmemiş, hesapkâr eğilimlere yönelmemiş, saflığını ve samimiyetini yitirmemiş çocukların kalbinde saklıydı ve onların ruhu bana beni hatırlatıyordu.

Bu tespitten sonra çocuklar ve gençlerle olmaya özen gösterdiğimde fark ettim ki, aramızda ne açılan mesafeler vardı, ne jenerasyon farkı yaşanıyordu, ne de kuşaklar arası çatışmalar kalmıştı. Bu sebeple heyecanlıyım. Umudum her zamankinden çok. Ama yalnız olmaz! Bir başıma aşamam bu eşiği. Yol arkadaşlarım olmalı. Bu satırlara gözleri değen sizlerle, dostlarımla, sesimin ve sözümün eriştiği kalplerle geçmeliyim o eşiği ki pes etmek ihtimâlimde gayretinden etkileneceğim dostlarım olsun.

Hepimiz fıtratımızın orijinal dilini kuşanalım ve ruhumuzun masumiyet dili ile çocukların saf bakışlarını masumiyet mektebi olarak kabul edelim ve seyredelim. Öyle inanıyorum ki, bizi bölüp parçalamak için icat edilmiş her ne varsa tümünün üstesinden gelebilecek bir yol haritamız olacak. Genci ve yaşlısıyla, büyüğü ve küçüğü ile kol kola girerek yol alacağız. Bizi görenler gıptayla bakacaklar. Düşmanlarımız mı? Onlar da şaşıp kalacaklar!