BAHAR gideli hayli zaman oldu. Oysa sarı çiğdemlerin şavkıması
hâlâ gönlümüzde. Masumca her sabah göz kırpan güneşle atıveriyorduk kendimizi
doğanın kucağına. Ilık bahar rüzgârları, şırıl şırıl akan dereler, yeni uyanmış
toprak ana, müjdeci minik serçeler, elvanlı mis kokulu çiçekler...
Daha bu güzelliklerin tadına doyamadan yaz çıkagelmişti
tüm sıcaklığıyla. Hem de hiç gitmeyecekmişçesine gelip kurulmuştu gönül
tahtımıza. Ömürlük yaz günleri, tadına doyum olmaz balkon muhabbetleri, çay-çekirdek
sefaları, denizin tuzuna bulanmış hâlde tüm yılın yorgunluğunu sulara bırakan
ayaklarımız... Kimin aklına gelirdi ki bunları bırakıp tekrar kürkçü dükkânına
döneceğimiz?
Evet, her güzel şeyin bir sonu var, bunu kabul etsek iyi
olacak. Zira yaz sultan, tasını tarağını topladı; çoktan yola çıktı bile. Artık
veda vakti!
Aylar önce çıktığımız, kafasını dinleyip kendine gelsin
diye bıraktığımız evlerimize dönüyoruz. Bu dönüşle alışkanlıklarımız da
değişecek elbette. Yok artık geç saatlere kadar sokaklarda, parklarda,
bahçelerde dondurma eşliğinde gezip tozmalar. Sıcacık yaz mevsimi yok. Tatlı
dost sohbetleriyle şevkin doruğuna vardığımız geceler yok. Şehre, apartmanlara,
dört duvarın içine ve en önemlisi de o masum dostumuza dönüş zamanı.
“Masum dostumuz da kim?” diye soruyorsanız, hemen cevap
vereyim sizi daha fazla meraklandırmadan: “Televizyon”... Bu sadık ve masum
dostumuz nice zamandır bizi bekliyor. Hem de ne bekleyiş! Siz de özlemediniz mi
dostumuzun renkli dünyasını? “Özlemedik” deyip de vefasızlık etmeyin. Uzun kış
gecelerinize kim yoldaşlık eder sonra? Zahmetsizce kim doldurur güzel
beyinlerimizi çer çöple? Her şey hazır, bizi bekliyor. Bırakalım kendimizi
masum dostumuzun kollarına.
Onunla tanışalı nice zaman oldu. Yaşantımıza girdiği andan
itibaren en etkin, en yaygın, en çok tükettiğimiz medya aracı televizyon.
Serüven TRT ile başladı. Belli bir dönem tek başına tüm yurdu etkisi altına
aldı. Evet, o zamanlar bu kadar yaygın ve ulaşılabilir değildi. Her evin başköşesine
kurulmamıştı henüz. Sayılı aile sahipti o mucizeye. Günün belli saatlerinde,
belli yayınlarla o kara kutunun çevresini sarardı ulaşabilenler. Ulaşabilenler
kendilerini mesut sayar ve bir sonraki yayını sabırsızlıkla beklerdi. O
vakitlerde belliydi aslında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı. O tek kanal
bile yaygınlaştıkça değişim ve dönüşümü ateşledi.
80’lerden sonra ise çok farklı bir süreç izlenmeye başlandı.
Artık sadece TRT yoktu o kutunun içinde. Renkli televizyonlar ve yayın hayatına
başlayan özel televizyon kanalları, gözümüzü ve gönlümüzü kamaştırdı. Yeni kanallar
ve bu renkli dünya TRT’den farklı bir yayım anlayışına sahipti. Daha çekici bir
yayım anlayışı... Bu çekim kuvvetine karşı koyamayan ailelerin hayatında artık
televizyonun çok farklı, ayrıcalıklı ve vazgeçilmez bir yeri vardı. Bu dosta
bir kere alıştın mı, ondan uzaklaşmak âdeta imkânsız. Ne yazık ki günümüz
insanının çoğu bu amansız hastalığın pençesinde. Üstelik bunu bir hastalık
olarak görmüyoruz. Aksine, ona bağlandıkça bağlanıyoruz. Çünkü ona ulaşmak kolay;
kendimizi o dünyanın kollarına bırakmak için hiçbir çaba sarf etmemize, emek
harcamamıza gerek yok. Orada her şey hazır bizim için: Yazı, ses, görüntü... Şu
lükse bakar mısınız? Parmağınızı bile oynatmadan dünya elinizin altında. Okuma
yazma bilmeseniz bile dert değil. Zira o, size de kucak açıyor hemen. Böyle bir
dosta kim “Hayır” diyebilir?
Şunun da altını çizelim: Hızla ve anî bir şekilde gelen
televizyon, bizim toplumumuzu hazırlıksız yakaladı. Onun o renkli ve büyülü
dünyasıyla karşılaşan Türk toplumu sudan çıkmış balığa döndü âdeta. 7’den 70’e
ailenin her ferdi önce pembe dizilerin aşkları, dertleri ve hüzünleriyle
özdeşleştirdi kendini. Sonrasında gelen dizi filmler ve efsunlu programlar sarıp
sarmaladı dört yanımızı. Reytingler arttıkça bizim bağımlılığımızın dozu da
arttırıldı. Gönüllü tutsaklarıydık artık o kutunun. Önce genç kızlar ve
kadınlar, ardından diğer aile bireyleri bütün yaşantılarını televizyona,
oradaki dizilere ve programlara göre plânlamaya başladı. Düşünce yapımızı, giyim
kuşamımızı, yeme içmemizi, gelenek göreneklerimizi ona göre şekillendirir
olduk. Hangi dizi kahramanı popüler ise onun taklitçiliğini yapmaya başladık.
Doğan çocuğumuza adını mı koymadık, giydiği pardösünün aynısını mı giymedik,
ikişer metre beyaz atkılarla sokaklarda caka mı satmadık, hattâ gıyabında
cenaze namazı mı kılmadık? Daha neler neler!
Ne sihirdir, ne keramet. Soralım: Kimdedir marifet? Televizyondaki ve dizilerdeki marifeti soruyorum elbette. Ne yaptılar veya nasıl bir özelliğe sahipler ki insanları böyle gönüllü tutsaklara dönüştürebiliyorlar?
Dilimizin döndüğünce anlatmaya çalışalım…
Dizilerdeki başrol oyuncularını inceleyerek
başlayabiliriz bu beyin fırtınasına. Hemen hemen bütün dizi ve filmlerde başrolü
kapan kadın veya erkek profilleri belli: Genç, yakışıklı, güzel, zengin,
herkesin beğenisini toplayan tipler… Bugüne kadar hiçbir dizide çirkin,
bakımsız ve benzeri tipte birinin başrol olduğuna şahit olmadım. Olmaz tabiî. Olursa
işler karışır. Kim öyle birinin yerine kendini koyup renkli hayâllere dalar ki?
İdeal tipler dururken böyle bir riske girilir mi? Biz, bu dizileri izledikçe
kendimizi o kahramanların yerine koyup pembe bulutların üzerinde tatlı
hülyalara dalmak istiyoruz oysa. Bunları izlememizin en önemli sebeplerinden
biri bu değil mi?
Ayrıca siz hangi dizi ya da filmdeki kahramanın çalışıp
gecesini gündüzüne kattığını, kendini helâk ettiğini gördünüz? Altlarında son
model pahalı arabalar, yatlar, katlar, holdingler, pahalı ve şık kıyafetler... Gerçek
hayattakine hiç benzemiyorlar, değil mi? Haydi bir bölüm daha izleyip
kendimizden geçelim!
Dizilerin ikinci marifeti, izleyiciye “Acaba sonra ne olacak?”
sorusunu sordurtmalarıdır. Her bölümde en kritik olaylar, durumlar, sözler
yarım bırakılır. Bekle dur bir dahaki haftayı kolaysa. Günlerce senaryonun
devamını yazar, çizer, bozarız zihnimizde. Bu dayanılmaz merak duygusundan olsa
gerek, o gün ve saate başka hiçbir program yapmayız, yapamayız. Görüyorsunuz ya,
bütün hayatımız o renkli kutuya ve içindekilere göre şekilleniyor artık.
Öykü dinleme, bir öykünün içinde yaşama isteğimiz de bizi
dizilere, filmlere iten başka bir etken. Üstelik bu dizilerde tek bir öykü yok.
Onlarca öykü başlıyor ve bitiyor. İşte bu öykü merakımız da bizi olur olmadık
kalite sorunu yaşayan, niteliksiz dizilere mahkûm ediyor.
Konuşmamız gereken sadece dizi ve filmler de değil
üstelik bu masum dostumuzla ilgili. Sabahın erken saatlerinden gecenin
yarılarına kadar bir dizi program karşılıyor sizi. Üstelik hepsi de birbirinin
taklidi ve çoğu yarardan çok zarar veren cinsten. Mutlaka birkaçına denk
gelirsiniz. Denk geldiğinizde çok değil, 10-15 dakikanızı ayırıp izlemeye
çalışın bu programları. Durumun ne kadar içler acısı olduğunu görmeniz için
istiyorum sizden bunu.
Kaliteli çalışmalara bir diyeceğim yok. Lâkin “gündüz
kuşağı” adı altında yayımlanan programlar bir toplumu kökünden sarsacak,
depremler oluşturacak nitelikte. Evlenmek için kanallara koşanlar, önlerine bir
dizi yemeği sıralatıp her birine bir kusur bulanlar, çarpık ilişkiler,
kaçanlar, göçenler, dolandırıcılar, Allah’ın gazabına uğramış cinsten tipler...
Daha neler var neler, saymakla bitiremeyiz. Bunlara maruz kalıp da akıl ve ruh
sağlığımızı korumak gerçekten güç!
Malûm, önümüz kış. Hava soğudukça soğuyacak. Geceler
uzayacak. Evde geçirdiğimiz vakit artacak. Sizden istirhamım şudur ki, o masum
dostumuzun renkli dünyasına kendinizi bırakırken dikkatli olun! Önünüze çıkan,
size sunulan her diziyi, her filmi, her programı izlemeyin. Ölçüp tartın, bir
elekten geçirin. Size bir şey katacak, sizi iyiye ve güzele yöneltecek,
zamanınızı öldürmenize değil, doldurmanıza yardımcı olacak yapımları seçip izleyin.
Özellikle çocuklarınıza ne izlettiğinize dikkat edin. Unutmayın, onlar daha çok
gördüklerini öğrenir ve uygularlar! Onlara kaliteli şeyler gösterip öğretin. O
renkli ve cazibeli dünyanın karanlığına mahkûm olmayın ve mahkûm etmeyin.
3-4 saati bir dizinin karşısında geçirecek kadar bol ve
boş zamana sahip değiliz. Kısıtlı olan zamanınızı dolu dolu geçirin. Bir
saniyesini dahi ziyan etmeyin! Unutmayın, her şeyin telâfisi var ama geçen
zamanın telâfisi yok.
Şimdi karar sizin! Ya masum dostunuza sığınıp kendinizi o boş hoşluğa bırakacak ya da bir şeylere “Dur!” demeyi öğreneceksiniz.