Masum dillerden hayata karışan hikâyeler (2)

Kapıyı açan evin hanımı, köfte için lâzım olan malzemenin hepsini vermezmiş. Her ev bir malzeme, hattâ malzemenin birazını verirmiş. Bunun nedeni, diğer evlerin de iştirak etmesini sağlamakmış. Evin hanımı kısır için malzemeyi verdikten sonra bir tas su getirir ve “Su gibi yağmur yağsın” diye duâ eder ve çomçalı gelinin başından aşağı dökermiş. Çocuklar da “Teknede hamur, tarlada çamur, ver Allah’ım ver yağmur” diyerek dolaşmaya devam edermiş…

dost ve akraba hasretliği pandemi nedeniyle devam ederken, artık telefon sohbetlerini daha uzun tutuyoruz. Önceleri belki de sadece bir şeyler sormak, söylemek adına bir iki cümle ederek kapadığımız telefonlarda şimdi saatler geçiriyoruz. Kimi zaman görüntülü, kimi zaman görüntüsüz…

Günlerden Pazar… Zülal ile görüntülü olarak konuşuyoruz. Pazar gününü tercih etme nedenimiz şu: Zülal dördüncü sınıf öğrencisi ve hafta içi uzaktan eğitim nedeniyle çevrimiçi derse katılıyor.

Önce hâl hatır soruyoruz. Sonrasında ise Zülal biraz derslerinden, ikiz kardeşi Asaf ile birlikte oynadığı oyunlardan bahsediyor. Özlemlerimizi konuşuyoruz. Sonra, “Hala, sana şimdi çok güzel bir hikâye anlatacağım” diyor. Ben de, “Heyecanla, can kulağıyla seni dinliyorum” diyorum. Çünkü önceki yazımda da belirtmiştim, küçük gibi görünen dünyaları o kadar büyük ki sadece dinlediğinizde farkına varabiliyorsunuz. O dünyanın içine girebilirseniz geleceğe dair kurulacak ne çok hayâlin olduğuna şahit oluyorsunuz. Ben öyle oluyorum…

Zülal, “Hikâyemin adı, ‘İki Çiçek’” diyor ve anlatmaya başlıyor...

Kutlu Peygamberimiz Hazreti Muhammed, sevgili torunlarını görmek için bir gün mescitten çıkıp kızı Fatıma’nın evine gelmiş. Kızıyla sohbet ederken Peygamberimiz, “Küçük adamlarım nerede?” diye sormuş…

Araya girerek soruyorum Zülal’e: “Torunlarına neden ‘Küçük adamlarım’ demiş ki acaba?”  Zülal cevap veriyor: “Hala, küçük derken aynı zamanda adam da demiş onlara; bence yaşları küçük olduğu için küçük demiş, aynı zamanda adam dediği için de onlara önem vermiş.”

Zülal’in vermiş olduğu cevap karşısında bir an durakladım, hayret etmediğimi söylesem yalan olur. Bu cevaptan benim bir pedagog edâsıyla çıkarım yapmam mümkün değil. Fakat tecrübeli bir anne olarak içimden bir his, “Zülal, ‘Biz çocuklar ne söylediğinizi önemsiyoruz, ona göre’” diyordu.

Hikâyeye geri dönelim… Zülal anlatmaya devam ediyor:

“Dedelerinin sesini duyan Hasan ile Hüseyin, hemen O’nun yanına gelmişler. Peygamberimiz, torunlarını öpmüş koklamış. ‘Bunlar benim dünyadaki mis kokulu çiçeklerim’ demiş. Sonra kucağında oturan Hasan, Peygamberimizin sakalıyla oynamaya başlamış. Dedesi de Hasan’ın parmaklarını ısırır gibi yapıyormuş. Bu da Hasan’ın çok hoşuna gidermiş. Dedeleriyle biraz oyun, biraz sohbet derken vakit ilerlemiş. Hasan ile Hüseyin, Dedelerinden ayrılmak istememişler ve geceyi birlikte geçirmek, yan yana uyumak istemişler. Peygamberimiz torunlarını hiç kırmazmış. Gece, kızının evinde kalmış.

Sonra gecenin ilerleyen saatlerinde Hasan uyanmış ve dedesine seslenerek, ‘Dede, ben susadım, bana su getirir misin?’ demiş. Bunun üzerine Hüseyin de uyanmış ve su istemiş. Peygamberimiz suyu getirerek önce Hasan’a, sonra Hüseyin’e vermiş. Bunu gören kızı Fatıma babasına sormuş: ‘Suyu neden önce Hasan’a verdin Baba?’

Peygamberimiz şöyle cevap vermiş kızına: ‘Suyu ilk önce Hasan istedi, onun hakkı geçmesin diye önce ona verdim.’”

Bunun üzerine Asaf araya girdi: “Hala, keşke dünyadaki bütün çocukların da temiz suyu, yiyeceği, oyuncakları olsa ne güzel olur, değil mi? Çünkü bunlara sahip olmak onlarında hakkı. Bazen televizyonda görüyorum. Kirli suları içmek zorunda kalıyorlar. Ya da yemekleri olmuyor…”

Gayet yerinde bir tespit… Küçük kalbin kocaman adâleti ve masumane bir dilek...

Çocuklar genellikle anlatılanları değil, gördüklerini ve yaşadıklarını daha fazla hayatlarına aktarıyorlar. Çocuklara adâletli tavrı ne kadar çok yaşama imkânı sunarsak, ileriki hayatlarında bu tavrı yansıtmaları da o derece büyük olacaktır.

Hikâyemiz bitmedi henüz, Zülal anlatmaya devam ediyor:

“Yine bir gün Peygamberimiz, mescitte namaz kılıyormuş. Secdeye gittiği anda torunları Hasan ile Hüseyin, Peygamberimizin sırtına çıkmışlar. Peygamberimiz onların inmelerini bekledikten sonra secdeden kalkmış. Namazını tamamladıktan sonra etrafındakiler, ‘Neden secdede bu kadar uzun kaldınız?’ diye sormuşlar. ‘Acele edip torunlarımın oyunlarını bozmak istemedim’ demiş Peygamberimiz…”

Birden, “Hala, hikâyem az kaldı, bir konu daha anlatacağım, sonra bitecek” dedi Zülal. Bu satırları aynen onların kelimeleri ve ifadeleriyle yazıyorum ki, gün gelip delikanlı çağlarına geldiklerinde bu satırları okuyunca çocukluk yıllarına gidebilsinler istiyorum. Keşke çocukluk yıllarımın her gününü yazsaymışım… Keşke birileri bana bu günlerin her saatini yazıya dökmemi söyleseymiş…

Zülal’e soruyorum: “Arada konuyu dağıtıyor muyum? Birazcık hikâyeni bölüyorum sanki, ne dersin bu işe?” 

“Yok hala, sadece arada sohbet ediyoruz. Güzel oluyor işte!” diyor. O anlatıyor, ben yazıyorum:

“Günlerden bir gün, Hasan ile Hüseyin, oyun oynarken evden bir hayli uzaklaşmış ve kaybolmuşlar. Peygamberimiz ve etraftakiler telâşlanmış, hemen aramaya başlamışlar. Tam bu sırada Peygamberimizin arkadaşlarından Hazreti Selman, Hasan ile Hüseyin’i dağın eteklerinde gördüğünü söylemiş. Birlikte dağın eteklerine doğru koşmaya başlamışlar. Onları bulduklarında, bir dağın üzerinde birbirlerine sarılmış, korkudan titrer hâlde bulmuşlar. Çünkü önlerinde kocaman bir yılan, dilini çıkarmış bekliyormuş.

Peygamberimiz hemen koşmuş. Bu sırada yılan da hemen uzaklaşıp bir deliğe girmiş. Peygamberimiz torunlarını okşayıp kucaklamış. Sonra birini sağ omzuna, birini sol omzuna alıp eve götürmüş. Eve vardıklarında onlara şu öğüdü vermiş: ‘Mis kokulu çiçeklerim, bir daha evden uzaklara gitmeyin. Çünkü evlerinden uzağa giden çocukların başına kötü şeyler gelebilir.’”

Peygamberimizin iki torununun şahsında çocuklara gösterdiği sevgi ve şefkat örneklerinden Zülal anlattı, ben de elimden geldiğince yazmaya çalıştım. Bu örnekler Peygamberimizin hayatında oldukça fazla. Peygamberimiz (sav), çocukların da Peygamberi…

Hikâyenin bitiminde Zülal ve Asaf’ın tüm çocuklar adına büyüklerden istekleri vardı. Bunlardan ilki, çocuklara bağırmamak yönünde. Dediler ki, “Bizler çocuk olabiliriz ama konuşulanı anlayabiliyoruz. İkincisi, bizimle oyun oynayın! Ellerimize oyalanalım diye tablet tutuşturmayın. ‘Hadi gidip oynayın’ da demeyin. Bize bilmediğimiz oyunları öğretin. Çocukluğunuzda arkadaşlarınızla oynadığınız oyunları ve nasıl oynandığını anlatın bizlere”...

Çocuk; masumluğun, coşkunun, sevincin, neşenin ve daha birçok güzel şeyin en güzel ifadesi. Biz büyükler, zaman zaman içimizdeki çocuğu dışarı çıkararak duygularımızdan körelenler varsa aydınlatsak iyi olmaz mı?

Hangi çocuk sevmez ki oyun oynamayı? Çocuklar gün içindeki zamanın büyük bölümünü oyuna ayırır ya da öyle olmasını isterler. Hattâ yeri gelir tuvalete gitmeyi, yemek yemeyi unuturlar. Peki, oyunu bu kadar çekici kılan şey nedir?

Oyunlar, çocukların hayâllerinin hayat bulduğu alanlardır. Oyunun içinde çocuk, gerçeğin beğenmediği tarafını değiştirme şansına sahiptir. Hoşuna gitmeyen yerleri kesip atıverir. Veya oyuna dâhil ettiği hayâlî bir sihirli değnek veya doğaüstü güçlerle istemediği unsura müdahale edebilir. Hiç fena değil doğrusu; bu aralar benim de dünyanın gidişatına dair değiştirmek istediklerim var…

Çocuk kendi dışındaki dünyayı keşfe çıkmak için oyuna ihtiyaç duyar. Merak, kaygı, şaşırma, endişe, mutluluk, üzülmek gibi insana özgü kavramları tanıma yoludur oyun. Küçük gibi görünen dünyalarında büyük yolculuğa çıkarken çantalarında oyun başköşededir.

“Oyun” denildiği vakit, akla sanki boş zaman etkinliği gibi şeyler gelir. Oysa oyun, bunun çok daha ötesinde düşünme, kendini ifade etme aracıdır. En önemlisi de, çocuk için ekmek gibi, su gibi ihtiyaçtır. Hepimiz kendi hayatımızın başrol oyuncularıyız. Çocuklar da oyunlarda kendi yazıp yönettikleri senaryonun başrolünü alırlar. Böylece başarı da, güç de kendilerinin olur.   

Çocuk dünyayı oyunla tanımaya çalışırken, diğer taraftan ebeveynler içinde çocuğu tanımak için en etkili yöntemlerden biridir oyun. Çocuğunu tanımak ve anlamak isteyen her anne baba, oyun oynarken onu izlemeli, hangi oyunları nasıl oynadığına bakmalıdır. Oynarken kurduğu bir cümle bazen o kadar önemlidir ki küçük yüreğin ne hissettiğine dair ebeveyne önemli ipuçları verir.

Tabiî her çocuk gibi tıpkı Asaf ve Zülal de büyüklerine, “Küçükken hangi oyunları oynardınız?” diye sorar…

Büyükler eskiden hangi oyunları oynardı?


Beştaş

En az iki kişi ve adından anlaşılacağı üzere beş adet küçük taşla oynanır. Taşlar yere serbest hâlde bırakılır. Kura ile belirlenen birinci kişi yerdeki taşlardan bir tanesini alarak oyuna başlar. Yerden aldığı taşı havaya atar, taş havada iken yerdeki taşlardan birini alır ve havadaki taşı yere düşmeden tutması gerekir. Yani avucunda iki taşın aynı anda olması gerekir. Bu hareketi yaparken seri olması önemlidir. Eğer havaya attığı taşı tutamaz ve yerden almak istediği taştan başka taşa dokunursa kaybeder. Oyun hakkı diğer kişiye geçer. 

Taşları bu şekilde önce birer birer, sonra ikişer, üçer ve dörderli gruplar hâlinde toplar ve sonraki aşamaya geçer. Bu aşamada oyuncu işaret parmağını orta parmağının üzerine koyar ve başparmak ile arada köprü oluşturacak şekilde yere koyar. Oyuncu yine yerden aldığı taşı havaya atar ve diğer oyuncunun belirlediği taşa dokunmadan, yerdeki taşı köprüden geçirmeye çalışır. Bu sırada taşı başka bir taşa çarptırır ya da havaya attığı taşı tutamaz ise sıra diğer oyuncuya geçer.

En son aşama yani oyunun final bölümünde, taşların tamamı hafifçe yukarı atılır ve elin üstü ile tutulmaya çalışılır. El üstünde en çok taş kalan, oyunu kazanır.

Dokuztaş

Bir zemin üzerine iç içe üç kare çizilir. Tabi eskilerde ya kömürle bir beton zemin üzerine ya da bir tahta parçası üzerine çizilirmiş. Bunlar da yoksa toprak zemin üzerine bir çubuk, çivi gibi bir materyal ile çizilir. İç içe çizilen kareler, orta noktalarından çizgi ile birbirine bağlanır. Böylece 12 köşede ve 12 kenar üzerinde toplam 24 nokta meydana gelir.

Önce iki oyuncu sırayla birer birer taşlarını istediği noktalar üzerine yerleştirir. Dokuzar taş da yerleştirildikten sonra hamle yapmaya başlanır. Yatay ve dikey veya çapraz olarak üçlü yapabilen oyuncu, rakibin bir taşını dışarı atma hakkına sahip olur. Buna “kırma” da denilir. Yalnız üçlü içindeki taş kırılamaz. İki taşı kalan oyuncu, oyunu kaybeder. Mükemmel bir strateji oyunu, değil mi?

Çelik çomak

Genellikle açık alanlarda oynanır. İki ucu sivriltilmiş 40-50 santim uzunluğundaki ince sopalar (ki bunun adı “çomak” ve “çelik” adı verilen iki ahşap malzeme) ile oynanır. Oyun başlamadan önce yere bir çukur açılır, iki taş, “çelik” adı verilen sopanın boyu kadar aralıklı olarak yan yana konur. Sonra oyuncular iki gruba ayrılır. Her gruptan birer kişi seçilir ve bu kişiler çelikleri mümkün olduğunca uzağa fırlatırlar. En uzağa fırlatan ilk olarak başlar oyuna.

Oyuncu elindeki “çomak” adı verilen sopa ile iki taşın üzerine yerleştirilen çeliği karşı tarafa doğru hızla atar ve sopayı yere bırakır. Karşı taraf oyuncuları çeliği havada “çalduruk” adı verilen ağaç dalı ile yakalamayı başarır ise hem sayı kazanır, hem de çeliği kaptıran oyuncu oyundan çıkar. Ola ki çeliği havada yakalayamaz ise, düştüğü yerden tekrar yerdeki sopaya doğru atar. Eğer bu sopayı vurabilirse yine çeliği ilk atan oyuncu oyundan çıkar. Sopayı vuramadığı takdirde ilk takım çelikle sopanın arasındaki mesafeye şöyle bir bakar ve bir sayı belirleyerek burayı, örneğin “3 adımda al”, “7 adımda al” der. Eğer verilen adımda ulaşamaz ise, belirlenen sayı kadar karşı takım sayı alır. Bu şekilde oyun devam eder. Oyunun başında belirlenen sayıya ulaşan, oyunu kazanır. Tam dikkat gerektiren ve plânlama içeren bir oyun, değil mi?

Çomçalı gelin

Allah rahmet eylesin, ne güzel anlatırdı bu oyunu babaannem. Bu yazı için de annemden yeniden dinledim unuttuğum yer kalmasın diye…

Bu yıl da olduğu gibi yazlar kurak geçtiği vakit yağmur duâsı edilirmiş. Çocukların da eline “çomçalı gelin” yapıp verirlermiş. Eskiden büyük kazanlarda pişen yemekleri, örneğin düğün yemekleri gibi, büyük ahşap çomçalar olurmuş. İşte çomçalı gelin de bu çomçadan yapılırmış.

Çomçanın kepçe kısmı gelinin başı, sap kısmıysa ayakları olurmuş. Orta kısmının biraz yukarısından kolları oluşturmak için bir dal parçası bağlanırmış. Sonra elbise giydirilirmiş. İki çocuk “çomçalı gelinin” kollarından tutar, diğer çocuklar da arkalarında kapı kapı dolaşarak kısırlık malzeme isterlermiş. Şimdi “Kısır ne iş?” dediğinizi duydum… Toplanan malzemelerle genellikle kısır köftesi yapılırmış. En azından bizim memleket olan Kahramanmaraş’ta öyleymiş.

Çocuklar çaldıkları kapıdan “Kim o?” diye seslenen ev sahibine şu tekerlemeyi söylerlermiş: “Çomçalı gelin ne ister, bir tabak bulgur ister. Bulgur yoksa yağ olsun, benim gönlüm sağ olsun.”

Kapıyı açan evin hanımı, köfte için lâzım olan malzemenin hepsini vermezmiş. Her ev bir malzeme, hattâ malzemenin birazını verirmiş. Bunun nedeni, diğer evlerin de iştirak etmesini sağlamakmış. Evin hanımı kısır için malzemeyi verdikten sonra bir tas su getirir ve “Su gibi yağmur yağsın” diye duâ eder ve çomçalı gelinin başından aşağı dökermiş. Çocuklar da “Teknede hamur, tarlada çamur, ver Allah’ım ver yağmur” diyerek dolaşmaya devam edermiş.

Bu arada, tekerlemenin ikinci dizesi ihtiyaca göre değişirmiş: “İki kaşık salça ister”, “Bir kaşık biber ister” gibi…

Malzeme tamam olunca çocuklar kısırı yapar yermiş. Dayanışma, birlik olma bu değil mi? Çocukları oyun ile yağmur duâsına katmak ne hoş!

Küsküç

Öncelikle 70-80 santimlik çamur bir alan oluşturulur. 40-50 santim uzunluğundaki ahşap sopaların çamura saplanması esâsına göre oynanır. İlk oyuncu belirlenen belli bir mesafeden “küsküç” adı verilen sopasını atar ve çamura saplar. Bir sonraki oyuncunun amacı, elindeki küskücü çamura doğru fırlatmak fakat önceki oyuncunun çamurda saplı hâlde duran küskücünü vurmak. Vurursa sayı alır.

Bu oyun için iyi sakızlı çamur gerekirmiş. Her çamur olmazmış. Bu nedenle gerekirse sakızlı çamuru olan yerlerden çamur getirilirmiş.

Bunların dışında seksek, süleke, misket, deveme (topaç), gazoz kapağı da oynanan oyunlar arasındaydı. Ben sadece birkaç tanesini yazabildim. Hepsini yazmaya kalksam sayfalar alacak.

Eskiden her mahallenin bir de futbol takımı olurmuş. Her çocuğun (bilhassa erkek çocukların) renk renk misketleri olurmuş.

Geçmişten günümüze doğru geldiğimizde birçok oyunun sadece tarzları kalırken, oyunda kullanılan malzemeler değişmiştir. Kız çocuklarının “evcilik” oyunlarının ana kahramanı bez bebeklerin yerini plâstik bebekler almıştır. Tel ya da tahtalardan yapılan arabaların yerini akülü arabalar almıştır. Çamurdan yapılan oyuncakların yerini şimdilerde oyun hamurları aldı.

Tabiî bir de eskiden sokaklar çocukların oyun alanıydı; hattâ sokak oyunları ayrı bir başlık. Günümüzde çocuklar kentleşmenin getirisi olarak evlerinde oynamaya başladılar. Hele içinde bulunduğumuz pandemi günlerinde okuldan da uzak kalan çocuklar, tamamen evlere kapandılar. Evlerde bilgisayar oyunları ana malzeme oldu. Oldu olmasına da, çocuklar birbirlerinden uzaklaştılar, arkadaşlık ilişkileri zayıfladı.

Hikâyenin sonu

Hikâyenin sonunda, çocukların biz büyüklerden isteklerinin içindeki maddelerden biri de onlarla birlikte oynayıp oyunlarına katılmamızdı. “Bizi başınızdan savmayın” demişlerdi. Hani bizler doğal olarak çocukların geleceğini garantiye almaya çalışıp çabalıyoruz ya, işte bu noktada biz büyükler bu birikimi yapmaya çalışırken çocukların çocuklukları bizlerinse gençliği gelip geçiyor. Gelin, çocukların geleceğine yatırım konusunu gözden geçirelim. İyi eğitim alan ve mutlu geçirilen çocukluk için ince işlenmiş her davranışımız, bir değil iki kere düşünerek söylediğimiz her söz en güzel mîras. Kendi ayakları üzerinde hayata karşı hep dimdik durabilme gücü, hayâl kurabilme ve bu hayâle yürüyebilme cesareti vermek de…

Olumsuzluklar karşısında hemen pes etmesinler, “Bir demdir, gelir geçer” diyebilsinler, yeter. Kendilerine güvenleri tam, yeteneklerinin farkında, merak sahibi, araştıran bir kişilik kazandırmak, mîras olarak bırakmak istenilen ev ve arabadan daha fazlası etmez mi?


https://www.yenisafak.com/ramazan/hz-muhammed-cocuklarin-da-peygamberiydi-2471723

https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=16340

Mehmed Paksu, Peygamberimizin Örnek Ahlâkı

https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/kahramanmaras/kulturatlasi/kahramanmarasta-cocuk-oyunlari

https://gelenekselcocukoyunlari.com/oyun.aspx?id=15&idkat=3