Masum dillerden hayata karışan hikâyeler (1)

“Çadırdan başını uzatıp etrafına baktığı vakit ilk gördüğü, bir yeniçeri olmuş ve ona padişahın kendisini beklediğini söylemiş… Düşünsene hala, gemileri karadan denize indiren Fatih Sultan Mehmet’in karşısında olmak çok heyecan verici olur!”

İKİ güzel yürek, iki güzel bakan göz, iki güzeli söyleyen dil… Şu koca dünyada sohbet ederken masumiyetin tadına vardığım, samîmi gülüşleriyle içimi ısıtan iki çocuk… Bakmayın “çocuk” dediğime, onlardan büyüklerin öğrenecekleri çok şey var!

Evet, Asaf Nuri ve Zülal’den bahsediyorum… İkiz olmaları nedeniyle henüz doğmadan öğrenmişler bölüşmeyi, paylaşmayı; doğarken öğrenmişler kardeş olmanın ne demek olduğunu. Bir arada oyun oynarken öğrenmişler sırt sırta vermenin engeller karşısındaki önemini.

Ben Ankara’da, onlar Kahramanmaraş’ta… Yine bir arada olduğumuz günlerden biriydi… Her zamanki gibi sohbet ederken, “İçinde bulunduğumuz zamanın dışında bir yerde olmak isteseydik nerede olurduk?” dedik, Asaf heyecanla atıldı “Nihâyet beklediğim soru geldi!” dercesine: “Ben Fatih Sultan Mehmet’in yanına gidip konuşmak isterdim hala!”

Hemen anlatmaya başladı heyecanla:

“Ben bir hikâye okumuştum, Murat isminde bir çocuk varmış. Ne zaman üzülse, odasının penceresinden yıldızları izler ve hayâl kurarmış. Bir gün penceresine, ağzında bir anahtar ve ayağında bağlanmış küçük bir kâğıt olan bir kuş gelmiş. Kâğıtta, ‘Geçmişe mi gitmek istiyorsun, o zaman anahtarı tut ve hangi zamana gitmek istediğini söyle!’ yazılıymış. Murat hemen anahtarı tutmuş ve Fatih Sultan Mehmet’in zamanına gitmek istediğini söyler söylemez kendini büyük bir çadırın içinde buluvermiş.

Çadırdan başını uzatıp etrafına baktığı vakit ilk gördüğü, bir yeniçeri olmuş ve ona padişahın kendisini beklediğini söylemiş… Düşünsene hala, gemileri karadan denize indiren Fatih Sultan Mehmet’in karşısında olmak çok heyecan verici olur!”

Henüz 9 yaşındaki bir çocuğun o büyük yüreğindeki samîmi sevgi, hakikaten takdir edilesi!

Asaf Nuri anlatmaya şu sözlerle bitirdi: “Yeniçeriyi takip eden Murat, meydandaki en büyük çadırın önüne geldikleri vakit heyecandan kalbinin, penceresine gelen kuş misâli pır pır ettiğini duymuş ve yeniçeri abi, gözüyle içeri girmesini söylemiş. Murat, Fatih Sultan Mehmet’in yanına yaklaşmış ve İstanbul’un fethedilişini Fatih’in çadırından, Sultan ile birlikte izlemiş. Hem de her ânındaki heyecanı rûhunun ta en derinlerinde hissederek… Zaman hızlı ilerlemiş ve Murat’ın eve dönme vakti gelmiş…”

Asaf Nuri bu hikâyenin hemen akabinde bana döndü ve “Hala! Fatih Sultan Mehmet’in devrine gidemem ama Ayasofya’ya gidip namaz kılabilirim, değil mi?” dedi, “Çünkü Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra orada namaz kılmış. Ayasofya Camisi’nin açılmasını neden istemediler ki, anlamadım ben”.

Asaf Nuri, sen Fatih Sultan Mehmet’in emanetine sahip çıkmak için çok çalış, yeter! Keşke senin gözlerinin görebildiğini, Ayasofya’nın açılmasını bir türlü içlerine sindiremeyenler de görebilse!

Asaf Nuri’nin, hikâyesinin içinde tanımak istediği bir isim daha vardı. Belki tahmin ettiniz, Fatih’in hocası Ak Şemseddin... “Ak Şemseddin’i de size anlatabilir miyim?” dedim. “Sen tanıyor musun?” dedi. (İşte size o tertemiz kalpten gelen bir soru daha!) “Haydi beraber tanıyalım!” dedim bunun üzerine...

Mikrobu keşfeden İslâm âlimi Ak Şemseddin

Ak Şemseddin, sadece Fatih’in hocası değil. Aynı zamanda henüz mikroskobun icat edilmediği bir zamanda mikrobu keşfeden ve kanser hastalığını bulan bilim insanı. Mikrobun keşfi ile ilgili kulaklarımızın sıklıkla duymuş olduğu isim, Louis Pasteur’dur. Oysa Ak Şemseddin, mikrobu Pasteur’dan 400 yıl önce, modern mikrobiyolojinin kurucusu olarak kabul edilen Alman Doktor Robert Koch’tan 450 yıl önce tanımlamış ve teşhisini koymuş. Tıp tahsilini ise Amasya Hastanesi’nde almış ve özellikle bulaşıcı hastalıklar üzerine çalışmış.

Zülal heyecanla atıldı: “Keşke şimdi yaşasaydı, belki Korona mikrobunu tedavi edebilirdi…” Asaf ise, “Evet, keşke ölmeseydi! Koronaya ilâç bulur, biz de okulumuza rahatça gidebilirdik” dedi.

Bu güzel dileklerden sonra konumuza devam…

Ak Şemseddin, 1389’da, Şam’da doğdu. Asıl adı, Şemseddin Muhammet Bin Hamza olduğu ve soyunun baba tarafından Hazreti Ebû Bekr’e uzandığı bilinenler arasında. Yedi yaşında babasıyla birlikte Amasya’ya gelir ve yine o yaşlarda Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiştir. Küçük yaşta hâfız olan Ak Şemseddin, babasının vefâtından sonra tahsiline devam ederek kısa süre içinde bütün dinî ilimlerle beraber tıp ilmini de öğrenmiş ve Osmancık Medresesi’ne müderris (profesör) olmuştur.

Yirmi beş yaşlarında kendisine mürşit aramak üzere yola çıkmış, genç yaşta gördüğü bir rüya ve tavsiye üzerine Hacı Bayram-ı Velî’nin öğrencisi olarak hizmet etmek üzere Ankara’ya gelmiştir. Ak Şemseddin, Ankara’da bulunan Hacı Bayram Camiî’nin bodrumunda bulunan ve Şeyh’in adıyla anılan odada çileye girmiştir. Şeyhi Hacı Bayram-ı Velî’nin vefâtından sonra, onun yerine irşat mâkâmına geçmiştir. Ak Şemseddin’in yedi oğlu olduğu bilinmektedir…

Çocuklar, “çileye girmenin” ne anlama geldiğini sordular, ben de anlattım. Çileye girmek, Allah’ın rızâsını kazanmak üzere, dünya işlerini bir kenara bırakarak rûhen arınmak için kapalı, dar ve karanlık bir mekânda kırk gün boyunca sadece ibâdetle meşgul olmak işine deniliyor.


Ak Şemseddin’in Fatih Sultan Mehmet ile tanışması ise, şeyhi Hacı Bayram’ın İkinci Murat’la münasebetlerinde her daim yanlarında olmasından kaynaklanıyor. İkinci Mehmet yani Sultan Fatih ile o zaman tanışmış ve tahta çıktıktan sonra da görüşmeye devam etmiş. Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, İstanbul’un Fethi’nden önce iki kez Fatih’in yanında Edirne’ye gitmiş.

Fatih Sultan Mehmet, 1453 yılının baharında İstanbul’u fethetmek üzere ordusuyla Edirne’den yola çıktığı vakit, Ak Şemseddin de müritleriyle Sultan Fatih’e eşlik etmişler. Kuşatmanın en sıkıntılı dönemlerinde gerek Padişah’ın, gerekse ordunun mânevî gücünün yükseltilmesine yardımcı olmuş. Yine fetih sırasındaki sıkıntılı anlarda zaferin yakın olduğu müjdesini vererek sabredip gayret göstermesi gerektiğine dair Fatih’e yazdığı mektupların fethin kısa zamanda gerçekleşmesinde büyük tesiri olduğu da bilinmektedir.

Fatih, Topkapı’dan beyaz bir at üzerinde şehre girdiğinde, İstanbullular muhteşem bir törenle karşılamışlar onu. Bu arada yanında Ak Şemseddin de varmış. Herkes onu padişah sanarak çiçekler vermiş. Ak Şemseddin ise genç Padişah’ı gösterip, “Sultan Mehmet odur!” demiş. Bunu duyan Fatih, “Ona gidiniz. O benim hocam ve şehrin mânevî fatihidir” demiş.

İstanbul fethedildikten sonra Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazında hutbeyi Ak Şemseddin okumuştur. 1459 yılında da vefât etmiştir.

Ak Şemseddin’in büyük keşfi: Mikrop

Ak Şemseddin, tıp ve bulaşıcı hastalıklar üzerine önemli çalışmalar yapmıştır.

O yıllarda salgın hastalıklar binlerce kişinin ölümüne sebep olmakta idi. Lâkin Ak Şemseddin’in bildiği bir şey vardı, o da Peygamber Efendimiz’in (sav) buyurduğu “Her derdin devâsı vardır” gerçeği… Bu gerçeğe tâbi olarak yola koyuldu. Hastalığın hangi yollarla bulaştığı ve tespitinin yapılıp ona göre tedavi edilebileceği gerçeğini biliyordu. Bunun üzerine derin araştırmalara girdi. Bunu tıp alanında yazmış olduğu en önemli eseri olan “Maddetü’l-Hayat” veya “Maidetü’l-Hayat” (Hayat Maddesi) kitabında şu şekilde tarif etmiş: “Marazların (hastalıkların) insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatâlı olur. Hastalık, insandan insana bulaşmak sûretiyle geçer. Bu bulaşma insandan insana, gözle görülmeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar (mikroplar) vâsıtasıyla geçer.” 

Buradan hareketle, bilim tarihinde ilk “mikrop ve bulaşma” tezini öne sürmüştür. Ayrıca yine meşhur eserinde, tüm hastalıkların tohumları (mikropları) kökünün bulunduğunu, bunun tıpkı ot tohumu ve ot kökü gibi olduğunu belirtmiştir. Mikrobu tarif ederek, vücûda girdikten sonraki kuluçka ve gelişim dönemlerine açıklık getirmiştir.

Özetle, Ak Şemseddin bu çalışmalar netîcesinde mikrobun tarifini yapmış ve her türlü hastalığı gözle görülmeyecek canlıların yaptığını dünyada ilk defa keşfeden kişi olmuştur. Tıp alanında diğer önemli bir eseri de “Kitabü’l-Tıbb”dır (Tıp Kitabı).

İki kez Sultan Fatih’in yanında Edirne’ye gittiğini ifade etmiştim. Bu gidişlerin iki nedeni vardı: İlkinde Fatih’in babası olan İkinci Murat’ın kazaskeri Çandarlıoğlu Süleyman Çelebi’yi tedavi etmiş, ikinci gidişinde ise Fatih’in kızlarından Gevherhan Sultan’ı tedavi ederek iyileştirmiştir.

Ak Şemseddin’in tıp alanındaki çalışmalarının bir diğer yönü de, aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olması ve o zamanın şartları çerçevesinde tedavisini bulmak için büyük uğraşlar vermiş olmasıdır. O devirlerde kanser hastalığı “seratan” ismiyle anılırmış. Bu hastalığa yakalanan Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi ettiği bilinenler arasındadır. Bu olayın süreci ile ilgili kayıtlarda fazla bilgi olmasa da Halil Paşa’nın oğlunun tedavi edilmesiyle ilgili yaşanan şu hâdise, onun tıp alanındaki uzmanlığının kanıtı niteliğindedir: Ak Şemseddin, ilk olarak diğer doktorların nasıl bir teşhis koyduklarını ve hangi ilâçları hazırladıklarını sorar. Sonra hastayı muayene eder ve konulan teşhis ile uygulanan tedavinin yanlış olduğunu söyler. Halil Paşa’nın oğlu kanser hastalığına yakalanmıştır ve buna göre bir ilâç hazırlayıp içirir. Kısa bir süre sonra hasta iyileşir ve ayağa kalkar.

Pasteur’un Ak Şemseddin’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa Ak Şemseddin haber vermiştir. Her ne kadar mikrobun keşfi Pasteur’a mâl edilmiş olsa da (buradaki niyet önemli), mikroskobun 17’nci yüzyılda bulunduğunu göz önünde bulundurulursa, Ak Şemseddin’in büyüklüğü daha net anlaşılır.

Asaf Nuri ve Zülal’in anlattığı bir sonraki hikâyede siz değerli dostlarla buluşmak üzere, sağlıkla kalın…


https://islamansiklopedisi.org.tr/aksemseddin

https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/mikrobu-ilk-kesfeden-bilim-adami-aksemsettin-h192690.html