İKİ güzel yürek, iki
güzel bakan göz, iki güzeli söyleyen dil… Şu koca dünyada sohbet ederken
masumiyetin tadına vardığım, samîmi gülüşleriyle içimi ısıtan iki çocuk… Bakmayın
“çocuk” dediğime, onlardan büyüklerin öğrenecekleri çok şey var!
Evet,
Asaf Nuri ve Zülal’den bahsediyorum… İkiz olmaları nedeniyle henüz doğmadan
öğrenmişler bölüşmeyi, paylaşmayı; doğarken öğrenmişler kardeş olmanın ne demek
olduğunu. Bir arada oyun oynarken öğrenmişler sırt sırta vermenin engeller
karşısındaki önemini.
Ben
Ankara’da, onlar Kahramanmaraş’ta… Yine bir arada olduğumuz günlerden biriydi…
Her zamanki gibi sohbet ederken, “İçinde bulunduğumuz zamanın dışında bir yerde
olmak isteseydik nerede olurduk?” dedik, Asaf heyecanla atıldı “Nihâyet
beklediğim soru geldi!” dercesine: “Ben Fatih Sultan Mehmet’in yanına gidip
konuşmak isterdim hala!”
Hemen
anlatmaya başladı heyecanla:
“Ben
bir hikâye okumuştum, Murat isminde bir çocuk varmış. Ne zaman üzülse, odasının
penceresinden yıldızları izler ve hayâl kurarmış. Bir gün penceresine, ağzında
bir anahtar ve ayağında bağlanmış küçük bir kâğıt olan bir kuş gelmiş. Kâğıtta,
‘Geçmişe mi gitmek istiyorsun, o zaman anahtarı tut ve hangi zamana gitmek
istediğini söyle!’ yazılıymış. Murat hemen anahtarı tutmuş ve Fatih Sultan
Mehmet’in zamanına gitmek istediğini söyler söylemez kendini büyük bir çadırın
içinde buluvermiş.
Çadırdan
başını uzatıp etrafına baktığı vakit ilk gördüğü, bir yeniçeri olmuş ve ona
padişahın kendisini beklediğini söylemiş… Düşünsene hala, gemileri karadan
denize indiren Fatih Sultan Mehmet’in karşısında olmak çok heyecan verici olur!”
Henüz
9 yaşındaki bir çocuğun o büyük yüreğindeki samîmi sevgi, hakikaten takdir
edilesi!
Asaf
Nuri anlatmaya şu sözlerle bitirdi: “Yeniçeriyi takip eden Murat, meydandaki en
büyük çadırın önüne geldikleri vakit heyecandan kalbinin, penceresine gelen kuş
misâli pır pır ettiğini duymuş ve yeniçeri abi, gözüyle içeri girmesini
söylemiş. Murat, Fatih Sultan Mehmet’in yanına yaklaşmış ve İstanbul’un
fethedilişini Fatih’in çadırından, Sultan ile birlikte izlemiş. Hem de her
ânındaki heyecanı rûhunun ta en derinlerinde hissederek… Zaman hızlı ilerlemiş
ve Murat’ın eve dönme vakti gelmiş…”
Asaf
Nuri bu hikâyenin hemen akabinde bana döndü ve “Hala! Fatih Sultan Mehmet’in
devrine gidemem ama Ayasofya’ya gidip namaz kılabilirim, değil mi?” dedi, “Çünkü
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra orada namaz kılmış. Ayasofya
Camisi’nin açılmasını neden istemediler ki, anlamadım ben”.
Asaf
Nuri, sen Fatih Sultan Mehmet’in emanetine sahip çıkmak için çok çalış, yeter!
Keşke senin gözlerinin görebildiğini, Ayasofya’nın açılmasını bir türlü içlerine
sindiremeyenler de görebilse!
Asaf
Nuri’nin, hikâyesinin içinde tanımak istediği bir isim daha vardı. Belki tahmin
ettiniz, Fatih’in hocası Ak Şemseddin... “Ak Şemseddin’i de size anlatabilir miyim?”
dedim. “Sen tanıyor musun?” dedi. (İşte size o tertemiz kalpten gelen bir soru
daha!) “Haydi beraber tanıyalım!” dedim bunun üzerine...
Mikrobu
keşfeden İslâm âlimi Ak Şemseddin
Ak
Şemseddin, sadece Fatih’in hocası değil. Aynı zamanda henüz mikroskobun icat
edilmediği bir zamanda mikrobu keşfeden ve kanser hastalığını bulan bilim
insanı. Mikrobun keşfi ile ilgili kulaklarımızın sıklıkla duymuş olduğu isim, Louis
Pasteur’dur. Oysa Ak Şemseddin, mikrobu Pasteur’dan 400 yıl önce, modern
mikrobiyolojinin kurucusu olarak kabul edilen Alman Doktor Robert Koch’tan 450
yıl önce tanımlamış ve teşhisini koymuş. Tıp tahsilini ise Amasya Hastanesi’nde
almış ve özellikle bulaşıcı hastalıklar üzerine çalışmış.
Zülal
heyecanla atıldı: “Keşke şimdi yaşasaydı, belki Korona mikrobunu tedavi
edebilirdi…” Asaf ise, “Evet, keşke ölmeseydi! Koronaya ilâç bulur, biz de
okulumuza rahatça gidebilirdik” dedi.
Bu
güzel dileklerden sonra konumuza devam…
Ak
Şemseddin, 1389’da, Şam’da doğdu. Asıl adı, Şemseddin Muhammet Bin Hamza olduğu
ve soyunun baba tarafından Hazreti Ebû Bekr’e uzandığı bilinenler arasında. Yedi
yaşında babasıyla birlikte Amasya’ya gelir ve yine o yaşlarda Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiştir.
Küçük yaşta hâfız olan Ak Şemseddin, babasının vefâtından sonra tahsiline devam
ederek kısa süre içinde bütün dinî ilimlerle beraber tıp ilmini de öğrenmiş ve
Osmancık Medresesi’ne müderris (profesör) olmuştur.
Yirmi
beş yaşlarında kendisine mürşit aramak üzere yola çıkmış, genç yaşta gördüğü
bir rüya ve tavsiye üzerine Hacı Bayram-ı Velî’nin öğrencisi olarak hizmet etmek
üzere Ankara’ya gelmiştir. Ak Şemseddin, Ankara’da bulunan Hacı Bayram Camiî’nin
bodrumunda bulunan ve Şeyh’in adıyla anılan odada çileye girmiştir. Şeyhi Hacı
Bayram-ı Velî’nin vefâtından sonra, onun yerine irşat mâkâmına geçmiştir. Ak
Şemseddin’in yedi oğlu olduğu bilinmektedir…
Çocuklar, “çileye girmenin” ne anlama geldiğini sordular, ben de anlattım. Çileye girmek, Allah’ın rızâsını kazanmak üzere, dünya işlerini bir kenara bırakarak rûhen arınmak için kapalı, dar ve karanlık bir mekânda kırk gün boyunca sadece ibâdetle meşgul olmak işine deniliyor.
Ak
Şemseddin’in Fatih Sultan Mehmet ile tanışması ise, şeyhi Hacı Bayram’ın İkinci
Murat’la münasebetlerinde her daim yanlarında olmasından kaynaklanıyor. İkinci
Mehmet yani Sultan Fatih ile o zaman tanışmış ve tahta çıktıktan sonra da
görüşmeye devam etmiş. Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, İstanbul’un Fethi’nden
önce iki kez Fatih’in yanında Edirne’ye gitmiş.
Fatih
Sultan Mehmet, 1453 yılının baharında İstanbul’u fethetmek üzere ordusuyla
Edirne’den yola çıktığı vakit, Ak Şemseddin de müritleriyle Sultan Fatih’e
eşlik etmişler. Kuşatmanın en sıkıntılı dönemlerinde gerek Padişah’ın, gerekse
ordunun mânevî gücünün yükseltilmesine yardımcı olmuş. Yine fetih sırasındaki
sıkıntılı anlarda zaferin yakın olduğu müjdesini vererek sabredip gayret göstermesi
gerektiğine dair Fatih’e yazdığı mektupların fethin kısa zamanda gerçekleşmesinde
büyük tesiri olduğu da bilinmektedir.
Fatih,
Topkapı’dan beyaz bir at üzerinde şehre girdiğinde, İstanbullular muhteşem bir
törenle karşılamışlar onu. Bu arada yanında Ak Şemseddin de varmış. Herkes onu
padişah sanarak çiçekler vermiş. Ak Şemseddin ise genç Padişah’ı gösterip, “Sultan
Mehmet odur!” demiş. Bunu duyan Fatih, “Ona gidiniz. O benim hocam ve şehrin
mânevî fatihidir” demiş.
İstanbul
fethedildikten sonra Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazında hutbeyi Ak Şemseddin
okumuştur. 1459 yılında da vefât etmiştir.
Ak
Şemseddin’in büyük keşfi: Mikrop
Ak
Şemseddin, tıp ve bulaşıcı hastalıklar üzerine önemli çalışmalar yapmıştır.
O
yıllarda salgın hastalıklar binlerce kişinin ölümüne sebep olmakta idi. Lâkin Ak
Şemseddin’in bildiği bir şey vardı, o da Peygamber Efendimiz’in (sav) buyurduğu
“Her derdin devâsı vardır” gerçeği… Bu gerçeğe tâbi olarak yola koyuldu. Hastalığın
hangi yollarla bulaştığı ve tespitinin yapılıp ona göre tedavi edilebileceği
gerçeğini biliyordu. Bunun üzerine derin araştırmalara girdi. Bunu tıp alanında
yazmış olduğu en önemli eseri olan “Maddetü’l-Hayat” veya “Maidetü’l-Hayat”
(Hayat Maddesi) kitabında şu şekilde tarif etmiş: “Marazların (hastalıkların)
insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatâlı olur. Hastalık, insandan
insana bulaşmak sûretiyle geçer. Bu bulaşma insandan insana, gözle görülmeyecek
kadar küçük, fakat canlı tohumlar (mikroplar) vâsıtasıyla geçer.”
Buradan
hareketle, bilim tarihinde ilk “mikrop ve bulaşma” tezini öne sürmüştür. Ayrıca
yine meşhur eserinde, tüm hastalıkların tohumları (mikropları) kökünün
bulunduğunu, bunun tıpkı ot tohumu ve ot kökü gibi olduğunu belirtmiştir. Mikrobu
tarif ederek, vücûda girdikten sonraki kuluçka ve gelişim dönemlerine açıklık
getirmiştir.
Özetle,
Ak Şemseddin bu çalışmalar netîcesinde mikrobun tarifini yapmış ve her türlü
hastalığı gözle görülmeyecek canlıların yaptığını dünyada ilk defa keşfeden
kişi olmuştur. Tıp alanında diğer önemli bir eseri de “Kitabü’l-Tıbb”dır (Tıp
Kitabı).
İki
kez Sultan Fatih’in yanında Edirne’ye gittiğini ifade etmiştim. Bu gidişlerin
iki nedeni vardı: İlkinde Fatih’in babası olan İkinci Murat’ın kazaskeri Çandarlıoğlu
Süleyman Çelebi’yi tedavi etmiş, ikinci gidişinde ise Fatih’in kızlarından Gevherhan
Sultan’ı tedavi ederek iyileştirmiştir.
Ak
Şemseddin’in tıp alanındaki çalışmalarının bir diğer yönü de, aynı zamanda ilk
kanser araştırmacılarından olması ve o zamanın şartları çerçevesinde tedavisini
bulmak için büyük uğraşlar vermiş olmasıdır. O devirlerde kanser hastalığı
“seratan” ismiyle anılırmış. Bu hastalığa yakalanan Sadrazam Çandarlı Halil
Paşa’nın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi ettiği bilinenler arasındadır.
Bu olayın süreci ile ilgili kayıtlarda fazla bilgi olmasa da Halil Paşa’nın
oğlunun tedavi edilmesiyle ilgili yaşanan şu hâdise, onun tıp alanındaki uzmanlığının
kanıtı niteliğindedir: Ak Şemseddin, ilk olarak diğer doktorların nasıl bir teşhis
koyduklarını ve hangi ilâçları hazırladıklarını sorar. Sonra hastayı muayene
eder ve konulan teşhis ile uygulanan tedavinin yanlış olduğunu söyler. Halil
Paşa’nın oğlu kanser hastalığına yakalanmıştır ve buna göre bir ilâç hazırlayıp
içirir. Kısa bir süre sonra hasta iyileşir ve ayağa kalkar.
Pasteur’un
Ak Şemseddin’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa Ak
Şemseddin haber vermiştir. Her ne kadar mikrobun keşfi Pasteur’a mâl edilmiş
olsa da (buradaki niyet önemli), mikroskobun 17’nci yüzyılda bulunduğunu göz
önünde bulundurulursa, Ak Şemseddin’in büyüklüğü daha net anlaşılır.
Asaf
Nuri ve Zülal’in anlattığı bir sonraki hikâyede siz değerli dostlarla buluşmak
üzere, sağlıkla kalın…
https://islamansiklopedisi.org.tr/aksemseddin