Maskeli çocuğun duâsı

Ben okula gidemiyordum ama okul bana gelmişti meselâ. Okuluma, arkadaşlarıma kavuşmuştum yeniden. Herkes evindeydi… Sokağa çıkanlar da maskesiz dolaşamıyorlardı. Bir zaman makinası icat edemedim, evet, robot bacaklar da yapamadım, ama bir duâ ettim!

DUÂYI hep, sanırım çâresizliğimi hatırlatacak o ilâç kokulu hastane koridorlarında, gözlerimde yaş, elimde filmler, raporlar ve tahlillerle servisler arası koştururken keşfettim. O güne kadar “İnşallah”, “Maşallah” ile geçiştirip duâ diye mırıldandıklarımın ağız alışkanlığından ibaret olduğunu ve dilimin ucundan öteye geçmediğini anladım.

Duâ niyetine söylediklerimin bir anlam ifade etmediğini, doğal olarak Allah için de bir anlamı olmayan, içi boş, mânâsız lakırdılar olmaktan öteye geçmediğini öğretmişti bana şu geçen birkaç gün. Hattâ diyebilirim ki, bir Allah olduğunu ve benim O’na ihtiyacım olduğunu yeni fark etmiştim. İnsanın yürekten yakarması için yüreğinin yanması gerekiyormuş. Duâ, tam da “ateşin” düştüğü yerde söylenenmiş. Umudu, umutsuzluğu, çâreyi, çâresizliği, geçmişi, geleceği, acıyı, sevgiyi hepsini bir harmanda tutuşturan ateşin…

Doktorların ağzından, elimdeki evraklara bakıp, “Hastamızın bir şeyi yok, bir iki güne ayağa kalkar” cümlesini duymak için beklerken geçirdiğim birkaç saniyelik süre, bana asırlar gibi geliyordu. Beyaz önlüklü bedenlerin ne söyleyeceklerini beklemeden, kaşlarını, gözlerini okumaya çalışıyor, yüzlerine, dudaklarına bakıyordum. Mimiklerinden umut devşirmeye çalışıyordum.

Sonunda oğlumun filmlerini alıp uzun uzun inceleyen doktorlar pek iç acıcı konuşmadılar ama yine de “Tıp her gün ilerliyor, umudunuzu korumalısınız” şeklindeki klâsik teselli cümleleri kurmayı da ihmâl etmediler. Haksız sayılmazlardı ya, tıp dünyasındaki gelişim, oğlumun yeniden ayağa kalkmasını sağlayabilecek miydi? Sağlasa bile ne kadar sürecekti bu durum? Bunu ona nasıl söyleyecektik? Durumunu kabullenebilecek miydi? Bir sarsıntı yaşayacağı kesindi de, bu durum onun psikolojisini ne oranda, hangi yönde etkileyecekti? Sadece onun mu? Bizim hayatımızı da bundan sonra oğlumun hastalığı şekillendirmeyecek miydi?

Beynimizde çengel gibi asılı duran ve durdukça ağırlaşan bu gibi soruların cevabı yoktu. Dünyamız kararmıştı. Sadece kararmakla kalmamış, âdeta yıkılmıştı da. Yüzüne dokunmaya kıyamadığım oğluma baktıkça, onun acziyetini gördükçe, bundan sonra yaşamak için nasıl bir mücadele vermek zorunda kalacağını düşündükçe gözyaşlarıma hâkim olamıyordum.

Ona nasıl söyleyeceğimizi bilemedik. Ele avuca sığan biri değildi çünkü. Koltukların, kanepelerin tepesinde gezinir, masaların üzerine çıkar, kapılara, pencerelere tırmanırdı. Hiperaktifliğin ötesinde bir hareketliliğe sahipti. Dalından kopartılmış bir çiçek gibi solacaktı yavrum. Günlerdir ona durumunu anlatabilecek ve akabinde de teselli edebilecek cümleler bulmaya çalışıyorduk babası ile. Bulamadık. Yakında iyileşeceğini ve biraz sabretmesi gerektiğini söyleyebildik sadece. Üstelik her “Ne zaman iyileşeceğim?” sorusuna, cevabımız maalesef aynı oluyordu: “Yakında…”

Oğlumun evde geçirdiği o kazânın üzerinden yaklaşık iki yıl geçti. O şimdi on yaşında ama yarısı yok sayılır. Kazadan sonra hayatımızın akışı tümden değişti; ben işi bıraktım, oturduğumuz semti değiştirdik. Oğluma iyilik mi yaptık, kötülük mü, bilmiyorum. Ama onun dışarıyı rahat görebileceği bir daireye taşındık. Bir kurumuş radika çiçeğiydik sanki, hafif bir rüzgâr esti ve tel tel dağılıp gökyüzüne karıştık. En kötüsü, hastanedeki keşfim işe yaramış görünmüyordu.


Hastaneden çıkıp eve geldiğimiz ilk gündü. İyileşeceğimi söylediler; inandım tabiî. Çünkü çocuktum, çünkü eskisi gibi olmaya ihtiyacım vardı. Sabırsızlıkla o günü bekledim. Umudumu tâze tutmak için sorduğum “Ne zaman iyileşeceğim?” sorusuna hep “Yakında oğlum, biraz sabretmelisin” diye cevap veriyorlardı. Söylenen yalanın beni iyileştirmediğine kanaat getirdiğimde artık okula gidemeyeceğimi, koşup oynayamayacağımı anlamıştım.

Büyükler çocukların duymasını, görmesini istemedikleri şeyleri onlardan saklamaya çalışırlar. Oysa bilmiyorlar ki çocuklar, onlardan saklanan her şeyi bilirler. Ben de biliyordum bana yalan söylendiğini. Annemin daha çok sevmesinden, babamın artık istediğim her oyuncağı alacağını söylemesinden, eve gelen komşuların fiskosundan ve evde konuşulanları en yalın hâliyle, çocuksu bir samîmiyetle aktaran arkadaşlarımdan biliyordum. Bir çocuğun yaralanmış psikolojisini ona yalan söyleyerek onaramazsınız. O yaşta ruhuna aldığı şiddetli darbelerin etkisini yalanla savuşturamazsınız.

Günlerin hızına bağlı olarak benim de umutlarım tükenmişti. Ayağa kalkamayacağımı biliyordum artık. Üstelik günlerce ağızlarının içine bakıp umutlu bir haber beklediğimiz beyaz önlüklü amcalar kötü bir haber daha vermişlerdi. Söylediklerine göre zayıf düşmem, akciğerlerimdeki başka bir hastalığı tetiklemişti. Şimdilerde mikrop kapmamak için evde bile yüzümde maske ile dolaşır olmuştum. Çoktan pişman olmuştum olmasına da iş işten geçmişti artık. Oysa annem ne kadar da çok uyarmıştı keçi gibi koltukların tepesinde zıplamayayım diye. Şimdi tekerlekli sandalyeye mahkûm biçimde, günümün çoğunu o sandalyede oturarak ve parkta oynayan, bisiklete binen çocukları seyrederek geçiriyordum. Bazen de televizyonda ya da tablet bilgisayarımda filmler seyrediyor, oyunlar oynayarak hayâller kuruyordum.

Bazen zamanı geri alacak bir alet icat edip zamanda geriye gidiyor, bazen de ayaklarımın yerini alacak robotik bacaklar yapıyordum. Ciğerlerimi de ihmâl etmiyorum tabiî. Onlarca buluşa imza atmış bir çocuktum hayâllerimde… Ve üstelik bir adım bile vardı: “Maskeli Çocuk”... (Maskemi kanıksamıştım sanırım ve dahi yüzümün görünmeyişi bana gizemli ve cazip gelmiş olmalıydı. Hem zaten kahramanların genelde yüzleri kapalı olmaz mıydı?)

Okula gidemiyordum, hâliyle eğitimim de yarıda kalmıştı. Babam ilk başlarda özel öğretmen tuttu bazı dersler için ama onu da bir müddet sonra, doktorumuz ciğerlerimdeki hastalıktan dolayı sakıncalı görerek yasakladı.

Babamın benim için çırpındığının farkındaydım. Kendince çözümler geliştiriyordu. Evimizi elinden geldiğince okul ortamına çevirmeye çalışıyordu. Anladığı, bildiği kadarıyla Türkçe, matematik dersleri de verdi bana ama bir öğretmen gibi olmuyordu tabiî. Babam ne kadar uğraşsa da asla bir okul havası oluşmuyordu evde. Ve ben, okulumu çok özlüyordum, arkadaşlarımı da. Sınıfa bir kamera koyup evdeki bilgisayarla entegre ederek dersleri takip etmemi sağlamak ya da sınıftaki dersi internet vâsıtasıyla evden takip etmek gibi sanal alternatifler de geliştirdi babam. Ama okul müdürü, sanırım kafasına yatmadığı için mevzuatta yeri olmadığını ileri sürerek mümkün olmayacağını söyledi.

Anneme en son ne zaman iyileşeceğimi sorduğumda, o yine sabretmem gerektiğini, yakında iyileşeceğim yalanını bu defa hiç yutkunmadan söylediğinde anladım ki, annem hem yalanını, hem de benim durumumu kanıksamıştı artık. Ya da bana öyle gelmişti.

Bu duygumun tâze olduğu günlerdeydi, seyrettiğim filmlerde pek de rastlamadığım bir sahneye denk geldim. Aynı yaşlarda olduğumuzu tahmin ettiğim bir çocuk, ellerini açmış, Allah’tan bir şeyler istiyordu. Omuzlarına dökülen sarı lepiska saçlarıyla duâya hiç ihtiyacı olmayan mutlu bir çocuk gibi görünüyordu aslında. Şaşırmıştım, çünkü bana göre duâ etmek büyüklerin işiydi. Hattâ çocukları için de anne babası duâ ederdi. Benim iyileşmem için de mutlaka annem babam duâ etmiştir. Sonra, “Neden olmasın?” diye geçirip içimden ve az önce gördüğüm lepiska saçlı çocuk gibi, “Allah’ım!” deyip ellerimi, avuç içlerim yukarı bakacak şekilde çevirdim. Böyle yapmasam duâm kabul olmayacak gibi gelmişti bana…

O güne kadar hiç duâ etmiş miydim, hatırlamıyordum. Kimse duâ etmem gerektiğini de söylememişti zaten. İçimden gelen bir dürtüyle kaldırmıştım ellerimi. “Allah’ım!” dedim, “Bacaklarım iyileşsin, yeniden okula gidebileyim, koşabileyim, oynayabileyim. Daha önce ne yapabiliyorsam hepsini yapabileyim. Suratıma yapışmış, artık neredeyse vücûdumun bir organı hâline gelmiş bu maskeden kurtulayım, herkes gibi olayım, herkes gibi herkes!”.

Söyledim Allah’a ve beklemeye koyuldum. Her gün kendimi kontrol ediyor, çocukça bir umutla ayağa kalkmaya çalışıyordum. Ama nafile! Zaman geçiyor ama benim ayaklarım bir türlü iyileşmiyordu. Duâlarımın kabul olmadığını görünce, bir gün çocukça kızgınlık ve sitemkâr hâlde, “Allah’ım” dedim bu defa, “Madem ben dışarı çıkamıyorum, her gün sabahtan akşama kadar bu tekerlekli sandalyede ya da bu koltukta oturup dışarıda oynayan çocukları seyretmek zorunda kalıyorum, evin içinde bile maskesiz dolaşma özgürlüğünden mahrumum, o zaman… O zaman herkes içeri girsin, çocuklar okula gidemesinler, parkta oynayamasınlar ve insanlar hasta olsun, maskesiz dolaşamasınlar!”...

Çok bencilce olduğunu biliyordum ama bunları içimden geçirmekten de kendimi alamıyordum. Bir virüs salgını olduğunu, bütün dünyayı etkilediğini, yakında bizim de muhtemelen salgına yönelik tedbirler almamız gerektiğini babam bir akşam anneme söylerken duymuştum ilkin. Etkiledi de…

Haberlerin sıkı takipçisi olmuştum. Duyduklarım beni hem şaşırtıyor, hem çok sevindiriyordu. İnsanlar yavaş yavaş sokaklardan çekilip evlere girmek zorunda kaldılar. Birçok iş yeri geçici de olsa kepenk kapattı. Bazı kurumsal firmalar evden çalışma sistemine geçtiler. Okullar, önce iki haftalığına, sonra da süresiz eve taşındı. Öğrenime evden devam edeceklerdi. Kimse okula gidemiyordu artık. Aşağıdaki parkta da eskisi gibi çocuk yoktu; zaten birkaç hafta sonra 20 yaş altına sokağa çıkma yasağı gelince de hiç kimse kalmamıştı parkta. Kalan üç beş çocuk da çekildi ortalıktan.

Sonra, başta marketler olmak üzere birçok yere maskesiz girmek yasaklandı. Ardından birçok şehir karantinaya alındı, sonrasında yaş sınırı olmaksızın sokağa çıkma yasağı da gelince, artık Allah’ın beni kesinlikle duyduğuna ve duymakla kalmayıp duâmı kabul ettiğine bütün kalbimle inandım.

Pişman olmalı mıydım bilmiyorum, nihâyetinde, benim yüzümden bütün ülke karantinaya alınmıştı neredeyse, ama şu bir gerçek ki, içten içe çok seviniyordum. Ben okula gidemiyordum ama okul bana gelmişti meselâ. Okuluma, arkadaşlarıma kavuşmuştum yeniden. Herkes evindeydi… Sokağa çıkanlar da maskesiz dolaşamıyorlardı.

Bir zaman makinası icat edemedim, evet, robot bacaklar da yapamadım, ama bir duâ ettim!

Ben şimdi, annemin bilmediklerini biliyorum. Çünkü bütün insanlara maske taktırıp evlere kapatan Allah’ın, beni iyileştireceğinden eminim artık.

Allah’ım, Sana çok teşekkür ediyorum!