DUÂYI hep, sanırım çâresizliğimi hatırlatacak o ilâç kokulu
hastane koridorlarında, gözlerimde yaş, elimde filmler, raporlar ve tahlillerle
servisler arası koştururken keşfettim. O güne kadar “İnşallah”, “Maşallah” ile
geçiştirip duâ diye mırıldandıklarımın ağız alışkanlığından ibaret olduğunu ve
dilimin ucundan öteye geçmediğini anladım.
Duâ niyetine söylediklerimin bir anlam ifade etmediğini,
doğal olarak Allah için de bir anlamı olmayan, içi boş, mânâsız lakırdılar
olmaktan öteye geçmediğini öğretmişti bana şu geçen birkaç gün. Hattâ
diyebilirim ki, bir Allah olduğunu ve benim O’na ihtiyacım olduğunu yeni fark
etmiştim. İnsanın yürekten yakarması için yüreğinin yanması gerekiyormuş. Duâ,
tam da “ateşin” düştüğü yerde söylenenmiş. Umudu, umutsuzluğu, çâreyi, çâresizliği,
geçmişi, geleceği, acıyı, sevgiyi hepsini bir harmanda tutuşturan ateşin…
Doktorların ağzından, elimdeki evraklara bakıp, “Hastamızın
bir şeyi yok, bir iki güne ayağa kalkar” cümlesini duymak için beklerken
geçirdiğim birkaç saniyelik süre, bana asırlar gibi geliyordu. Beyaz önlüklü
bedenlerin ne söyleyeceklerini beklemeden, kaşlarını, gözlerini okumaya
çalışıyor, yüzlerine, dudaklarına bakıyordum. Mimiklerinden umut devşirmeye
çalışıyordum.
Sonunda oğlumun filmlerini alıp uzun uzun inceleyen
doktorlar pek iç acıcı konuşmadılar ama yine de “Tıp her gün ilerliyor,
umudunuzu korumalısınız” şeklindeki klâsik teselli cümleleri kurmayı da ihmâl
etmediler. Haksız sayılmazlardı ya, tıp dünyasındaki gelişim, oğlumun yeniden
ayağa kalkmasını sağlayabilecek miydi? Sağlasa bile ne kadar sürecekti bu
durum? Bunu ona nasıl söyleyecektik? Durumunu kabullenebilecek miydi? Bir sarsıntı
yaşayacağı kesindi de, bu durum onun psikolojisini ne oranda, hangi yönde etkileyecekti?
Sadece onun mu? Bizim hayatımızı da bundan sonra oğlumun hastalığı şekillendirmeyecek
miydi?
Beynimizde çengel gibi asılı duran ve durdukça ağırlaşan
bu gibi soruların cevabı yoktu. Dünyamız kararmıştı. Sadece kararmakla kalmamış,
âdeta yıkılmıştı da. Yüzüne dokunmaya kıyamadığım oğluma baktıkça, onun
acziyetini gördükçe, bundan sonra yaşamak için nasıl bir mücadele vermek
zorunda kalacağını düşündükçe gözyaşlarıma hâkim olamıyordum.
Ona nasıl söyleyeceğimizi bilemedik. Ele avuca sığan biri
değildi çünkü. Koltukların, kanepelerin tepesinde gezinir, masaların üzerine
çıkar, kapılara, pencerelere tırmanırdı. Hiperaktifliğin ötesinde bir
hareketliliğe sahipti. Dalından kopartılmış bir çiçek gibi solacaktı yavrum.
Günlerdir ona durumunu anlatabilecek ve akabinde de teselli edebilecek cümleler
bulmaya çalışıyorduk babası ile. Bulamadık. Yakında iyileşeceğini ve biraz
sabretmesi gerektiğini söyleyebildik sadece. Üstelik her “Ne zaman iyileşeceğim?”
sorusuna, cevabımız maalesef aynı oluyordu: “Yakında…”
Oğlumun evde geçirdiği o kazânın üzerinden yaklaşık iki
yıl geçti. O şimdi on yaşında ama yarısı yok sayılır. Kazadan sonra hayatımızın
akışı tümden değişti; ben işi bıraktım, oturduğumuz semti değiştirdik. Oğluma
iyilik mi yaptık, kötülük mü, bilmiyorum. Ama onun dışarıyı rahat görebileceği
bir daireye taşındık. Bir kurumuş radika çiçeğiydik sanki, hafif bir rüzgâr
esti ve tel tel dağılıp gökyüzüne karıştık. En kötüsü, hastanedeki keşfim işe
yaramış görünmüyordu.
Hastaneden çıkıp eve geldiğimiz ilk gündü. İyileşeceğimi
söylediler; inandım tabiî. Çünkü çocuktum, çünkü eskisi gibi olmaya ihtiyacım
vardı. Sabırsızlıkla o günü bekledim. Umudumu tâze tutmak için sorduğum “Ne
zaman iyileşeceğim?” sorusuna hep “Yakında oğlum, biraz sabretmelisin” diye
cevap veriyorlardı. Söylenen yalanın beni iyileştirmediğine kanaat getirdiğimde
artık okula gidemeyeceğimi, koşup oynayamayacağımı anlamıştım.
Büyükler çocukların duymasını, görmesini istemedikleri
şeyleri onlardan saklamaya çalışırlar. Oysa bilmiyorlar ki çocuklar, onlardan
saklanan her şeyi bilirler. Ben de biliyordum bana yalan söylendiğini. Annemin
daha çok sevmesinden, babamın artık istediğim her oyuncağı alacağını
söylemesinden, eve gelen komşuların fiskosundan ve evde konuşulanları en yalın
hâliyle, çocuksu bir samîmiyetle aktaran arkadaşlarımdan biliyordum. Bir
çocuğun yaralanmış psikolojisini ona yalan söyleyerek onaramazsınız. O yaşta
ruhuna aldığı şiddetli darbelerin etkisini yalanla savuşturamazsınız.
Günlerin hızına bağlı olarak benim de umutlarım
tükenmişti. Ayağa kalkamayacağımı biliyordum artık. Üstelik günlerce
ağızlarının içine bakıp umutlu bir haber beklediğimiz beyaz önlüklü amcalar
kötü bir haber daha vermişlerdi. Söylediklerine göre zayıf düşmem, akciğerlerimdeki
başka bir hastalığı tetiklemişti. Şimdilerde mikrop kapmamak için evde bile yüzümde
maske ile dolaşır olmuştum. Çoktan pişman olmuştum olmasına da iş işten geçmişti
artık. Oysa annem ne kadar da çok uyarmıştı keçi gibi koltukların tepesinde zıplamayayım
diye. Şimdi tekerlekli sandalyeye mahkûm biçimde, günümün çoğunu o sandalyede
oturarak ve parkta oynayan, bisiklete binen çocukları seyrederek geçiriyordum.
Bazen de televizyonda ya da tablet bilgisayarımda filmler seyrediyor, oyunlar
oynayarak hayâller kuruyordum.
Bazen zamanı geri alacak bir alet icat edip zamanda
geriye gidiyor, bazen de ayaklarımın yerini alacak robotik bacaklar yapıyordum.
Ciğerlerimi de ihmâl etmiyorum tabiî. Onlarca buluşa imza atmış bir çocuktum
hayâllerimde… Ve üstelik bir adım bile vardı: “Maskeli Çocuk”... (Maskemi
kanıksamıştım sanırım ve dahi yüzümün görünmeyişi bana gizemli ve cazip gelmiş
olmalıydı. Hem zaten kahramanların genelde yüzleri kapalı olmaz mıydı?)
Okula gidemiyordum, hâliyle eğitimim de yarıda kalmıştı.
Babam ilk başlarda özel öğretmen tuttu bazı dersler için ama onu da bir müddet
sonra, doktorumuz ciğerlerimdeki hastalıktan dolayı sakıncalı görerek
yasakladı.
Babamın benim için çırpındığının farkındaydım. Kendince çözümler
geliştiriyordu. Evimizi elinden geldiğince okul ortamına çevirmeye çalışıyordu.
Anladığı, bildiği kadarıyla Türkçe, matematik dersleri de verdi bana ama bir öğretmen
gibi olmuyordu tabiî. Babam ne kadar uğraşsa da asla bir okul havası
oluşmuyordu evde. Ve ben, okulumu çok özlüyordum, arkadaşlarımı da. Sınıfa bir
kamera koyup evdeki bilgisayarla entegre ederek dersleri takip etmemi sağlamak
ya da sınıftaki dersi internet vâsıtasıyla evden takip etmek gibi sanal
alternatifler de geliştirdi babam. Ama okul müdürü, sanırım kafasına yatmadığı
için mevzuatta yeri olmadığını ileri sürerek mümkün olmayacağını söyledi.
Anneme en son ne zaman iyileşeceğimi sorduğumda, o yine
sabretmem gerektiğini, yakında iyileşeceğim yalanını bu defa hiç yutkunmadan
söylediğinde anladım ki, annem hem yalanını, hem de benim durumumu kanıksamıştı
artık. Ya da bana öyle gelmişti.
Bu duygumun tâze olduğu günlerdeydi, seyrettiğim
filmlerde pek de rastlamadığım bir sahneye denk geldim. Aynı yaşlarda
olduğumuzu tahmin ettiğim bir çocuk, ellerini açmış, Allah’tan bir şeyler
istiyordu. Omuzlarına dökülen sarı lepiska saçlarıyla duâya hiç ihtiyacı olmayan
mutlu bir çocuk gibi görünüyordu aslında. Şaşırmıştım, çünkü bana göre duâ
etmek büyüklerin işiydi. Hattâ çocukları için de anne babası duâ ederdi. Benim
iyileşmem için de mutlaka annem babam duâ etmiştir. Sonra, “Neden olmasın?” diye
geçirip içimden ve az önce gördüğüm lepiska saçlı çocuk gibi, “Allah’ım!” deyip
ellerimi, avuç içlerim yukarı bakacak şekilde çevirdim. Böyle yapmasam duâm
kabul olmayacak gibi gelmişti bana…
O güne kadar hiç duâ etmiş miydim, hatırlamıyordum. Kimse
duâ etmem gerektiğini de söylememişti zaten. İçimden gelen bir dürtüyle
kaldırmıştım ellerimi. “Allah’ım!” dedim, “Bacaklarım iyileşsin, yeniden okula
gidebileyim, koşabileyim, oynayabileyim. Daha önce ne yapabiliyorsam hepsini
yapabileyim. Suratıma yapışmış, artık neredeyse vücûdumun bir organı hâline
gelmiş bu maskeden kurtulayım, herkes gibi olayım, herkes gibi herkes!”.
Söyledim Allah’a ve beklemeye koyuldum. Her gün kendimi
kontrol ediyor, çocukça bir umutla ayağa kalkmaya çalışıyordum. Ama nafile! Zaman
geçiyor ama benim ayaklarım bir türlü iyileşmiyordu. Duâlarımın kabul
olmadığını görünce, bir gün çocukça kızgınlık ve sitemkâr hâlde, “Allah’ım”
dedim bu defa, “Madem ben dışarı çıkamıyorum, her gün sabahtan akşama kadar bu
tekerlekli sandalyede ya da bu koltukta oturup dışarıda oynayan çocukları
seyretmek zorunda kalıyorum, evin içinde bile maskesiz dolaşma özgürlüğünden
mahrumum, o zaman… O zaman herkes içeri girsin, çocuklar okula gidemesinler, parkta
oynayamasınlar ve insanlar hasta olsun, maskesiz dolaşamasınlar!”...
Çok bencilce olduğunu biliyordum ama bunları içimden
geçirmekten de kendimi alamıyordum. Bir virüs salgını olduğunu, bütün dünyayı etkilediğini,
yakında bizim de muhtemelen salgına yönelik tedbirler almamız gerektiğini babam
bir akşam anneme söylerken duymuştum ilkin. Etkiledi de…
Haberlerin sıkı takipçisi olmuştum. Duyduklarım beni hem
şaşırtıyor, hem çok sevindiriyordu. İnsanlar yavaş yavaş sokaklardan çekilip
evlere girmek zorunda kaldılar. Birçok iş yeri geçici de olsa kepenk kapattı.
Bazı kurumsal firmalar evden çalışma sistemine geçtiler. Okullar, önce iki
haftalığına, sonra da süresiz eve taşındı. Öğrenime evden devam edeceklerdi.
Kimse okula gidemiyordu artık. Aşağıdaki parkta da eskisi gibi çocuk yoktu;
zaten birkaç hafta sonra 20 yaş altına sokağa çıkma yasağı gelince de hiç kimse
kalmamıştı parkta. Kalan üç beş çocuk da çekildi ortalıktan.
Sonra, başta marketler olmak üzere birçok yere maskesiz
girmek yasaklandı. Ardından birçok şehir karantinaya alındı, sonrasında yaş
sınırı olmaksızın sokağa çıkma yasağı da gelince, artık Allah’ın beni
kesinlikle duyduğuna ve duymakla kalmayıp duâmı kabul ettiğine bütün kalbimle inandım.
Pişman olmalı mıydım bilmiyorum, nihâyetinde, benim
yüzümden bütün ülke karantinaya alınmıştı neredeyse, ama şu bir gerçek ki, içten
içe çok seviniyordum. Ben okula gidemiyordum ama okul bana gelmişti meselâ. Okuluma,
arkadaşlarıma kavuşmuştum yeniden. Herkes evindeydi… Sokağa çıkanlar da
maskesiz dolaşamıyorlardı.
Bir zaman makinası icat edemedim, evet, robot bacaklar da
yapamadım, ama bir duâ ettim!
Ben şimdi, annemin bilmediklerini biliyorum. Çünkü bütün
insanlara maske taktırıp evlere kapatan Allah’ın, beni iyileştireceğinden
eminim artık.
Allah’ım, Sana çok teşekkür ediyorum!