
90’lı yıllardı. Özel
kanallara henüz alışıyorduk. Hava durumunu bir hanım sunuyordu. Güzeldi. Önce yurt
geneline dair hava şartlarını bildiriyor, sonra il il sıcaklık derecelerini
veriyor ve programı, “Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun” şeklindeki
cümleyle bitiriyordu.
O
günün şartlarında “magazin”i ilgilendirecek bir durumdu bu. Beni ilgilendiren
boyutu ise magazinden azade, havamın nasıl iyi olacağıydı.
Bir
arkadaş toplantısında bu replik, sohbetimizin parçası olmuştu. Görüntüsü güzel,
sesi işveli bu hanımın dikkat çekici hâlinden söz ediliyor, “Ah, ne duruma
geldik? Bizim beyi ilk kez ilgi ile hava durumu izlerken gördüm” ve benzeri
cümlelerle mevzu, ne kadar değiştiğimize, daha başımıza neler geleceğine ve
gelecek zamanlarda kim bilir nelerin değişeceğine dair cümlelerle sürüyordu.
Tüm
bu konuşmaları sessizce dinlediğimi fark eden bir arkadaşım benim ne
düşündüğümü merak etmişti. “Alışırız” dedim. “Ben asıl, havamın iyi olup
olmadığını nasıl ölçebileceğimi merak ediyorum” deyince, arkadaşım pişman bir
yüz ifadesiyle, “İllâ bir aykırılık yapacaksın Nesrin, bırak felsefeyi allasen(!),
rahatla biraz! Her şeyden bir anlam çıkarma çaban beni öldürüyor(!), biraz
akışına bırak, havan iyileşir, sen de anlarsın” demişti. Aslında bu uyarı böyle
birkaç cümleden ibaret değil, neredeyse bir vaaz hâlindeydi. Uyumsuzlukla,
takıntılı, hatta değişik olmakla itham edildiğimi hatırlıyorum.
Huylu
huyundan vazgeçmezmiş, bu olaya rağmen meteorolojiye olan ilgim hiç eksilmedi.
Gözümü gökyüzünden hiç alamadım. Merakımı izale edemedim. Uzmanca değil insanca,
kulca bir merakla öğrendiklerimi mezcedip kendimce kendi havama dair çıkarımlar
yapmak için hâlâ çırpınıyorum. Basit bir repliğin ve arkadaş toplantısındaki
vaazın bana yaptıklarına bakar mısınız?
Son
tahlilde, geldiğim nokta şimdilik şu: “Eğer beni kuşatan hava şartları ve iklim
ne giyeceğimi, nereye ne kadar sürede gideceğimi, yediğimi, içtiğimi etkiliyor
ve değişmeme neden oluyor, kâinatın değişimine, faturalarımın miktarına,
trafiğin yoğunluğuna ve daha pek çok alana etki ediyorsa, ruhumun iklimi ile
ilgilenmek zorundayım.”
Günümüzde
hidrojen gazı ile şişirilmiş balonlara takılan ölçümleme cihazlarıyla rüzgâr,
sıcaklık, basınç ve nem değerleri ölçülüyor. O balonlar, atmosfere salındığında
35 kilometre yükselerek veri topluyorlar. Basınç sınırına dayandığında 10 metre
çapına erişen balonlar patlıyor ve mini paraşütlerle cihazlar yere iniyor. Peki,
her insan tekinin ruhundaki rüzgâr aynı mıdır? Hangi sıcaklık sabrını dener? Yaşadıkları
ruhuna hangi ölçüde baskı yapar? Çapı ne kadar olunca patlar? Ruhundaki hangi
nem değeri onu ağlatır? Peki, varlık değerlerinin bir bilgi haritası var mıdır?
Hangi sonuca erişilmiştir? Geldiği noktada hangi tedbirleri almalıdır? Neye
erken davranmalı, neye geç kalmalıdır? Neyi beklemeli, neyi terk etmelidir? Neyi
biriktirmeli, ne kadar tüketmelidir?
Ruhumuzdaki
rüzgâr, sıcaklık, basınç ve nem değerlerini bilmemiz, duyarlılık seviyemizi
değiştirir miydi? Her geçen gün çölleşen dünyamız, ruhu çölleşmiş insanlığın
eseri değil miydi? İnsan ruhunun havası iyi olsaydı sular bu kadar kirlenir,
hava bu kadar ısınır, kıtlık dünyamızın kapısına dayanır mıydı? Bu kadar boş
verebilir miydik?
Manzara
ortada, insanlık gelecek zamanların kaygısıyla korkuda. Çünkü kimileri öyle
olması için gayret gösteriyor. Kim için? Ah, nasıl bir soru bu! Ezber etmedik
mi? El-cevap: Tüm dünya insanları için!
Savaşlar
çıkadursun, iklim değişikliği tehdit oladursun, haksız işgaller, cinayetler,
soykırımlar taraftarlar üzerinden okunadursun, tüm insanlık için gayret gösterdiğini
iddia edenlere sormayalım: Bir savaş kaç paradır? Bir işgal kaç çocuğu öldürür?
Bir savaşta kaç kurşun sıkılır da bu kaç çocuğun açlıktan kurtulmasının bedelidir?
Kurdukları insanlık kurumlarıyla yıllardır iyilik yaptıkları hangi coğrafyada
yoksulluk, açlık ve işsizlik çözüm buldu?
Sormayalım!
Soramayız ki… Çünkü ruhumuz rüzgârını yitirmişse tohum göçüremeyiz. Ruhumuzu
yeşertmeden çölleşen dünyamızı yeşertemeyiz. Cehennemî bir sıcaklık
hissetmiyorsak, suyun servet olduğunu bilemez, kirletir geçeriz.
Nemini
yitirmiş, kupkuru kalmış ruhumuzla ölen ölsün, kırılan kırılsın, yalandan yas
tutar, nasılsa avunuruz, değil mi? Varsın, dünyayı ekin tarlası gibi biçsin
birileri; biz, körelen ruhumuzda tahammülü aşan bir basınç hissetmeyelim.
Füzeler kendi hava sahamızda dolaşmadığı sürece, yaşadığımız binaya çarpmadıkça
hepimiz müreffehiz(!)…
***
Yaratılışımızda
ruhumuza üflenen İlâhî ikram israf edildiğinde değişiyor iklimimiz. İşte bu,
bizim asıl meselemiz! Böylesi kaygılarla sözümüzü ilkin kendi nefislerimize
söyleyip, Kültür Ajanda’mızın 103’üncü sayısını “Çölleşen ruhlarımızı
yeşertecek unsurlar” temasını esas alarak hazırladık ve siz kıymetli
okurlarımızın dikkatine sunduk.
Hep
birlikte müstefidi olmak dileği ile huzurlu okumalar diliyoruz.
Hoşnut
kalınız!