Mâneviyatı barındıran maddesel hâfıza: Şehir

Ömer Hayyam, Semerkand’a gelişinin ilk günlerinde feylesof olduğu gerekçesiyle tutuklanır ve kadı yanına götürülürken bir tepenin üzerinde durup şöyle der: “Benim yıkanan kadınım bir serap olsa da… Gerçeğin asıl yüzü o façalı surat olsa da… Bu serin gece, ömrümün son gecesi olsa da… Bu şehirden nefret etmeyeceğim.”

TEVRAT’ın mistik yorumundan oluşan Zohar kitabında nakledilen bir efsaneye göre, Tanrı, muhteşem tahtının altından kıymetli bir taş alıp boşluğa fırlatır. Tanrı’nın tahtına bağlı olan bu taş, yeryüzüne iner ve sularda sağa sola hareket ederek dünyayı oluşturur. Bu taşın adı “Even Şatiah” (Nirengi Taşı) olup, dünyanın merkezi veya göbeği olarak nitelendirilir.

Tanrı, kullarına bu taşın düştüğü yerde Kudüs şehrini kurmalarını emretmiştir. Yahudilere göre yeryüzünün merkezi Kudüs, onun merkezi de Even Şatiah üzerine inşâ edilen kutsal tapınaktır.

Hıristiyanların inancına göre Hazreti Îsâ’nın yaşadığı, çarmıha gerildiği, defnedildiği, dirildiği ve semâya yükseldiği şehir olan Kudüs, İncil’de geniş bir yer tutar. Müslümanların inancına göre, Kur’ân-ı Kerîm’de Mescid-i Aksâ ve çevresi mübarek kılınmış topraklardır Kudüs. Hazreti Muhammed’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya gidişi (İsra) ve oradan da yükseklere çıkışı (Miraç) Kudüs’te gerçekleşmiştir.

Kudüs şehri bu üç din için kutsal olarak kabul edilir. Asırlar geçtikçe hak iddia etmeler başlamış ve Kudüs, üç din için bir anlaşmazlık noktası hâline gelmiştir.

Şehirler, insanlık var olduğundan bu yana bireysel veya kitlesel olarak farklı nedenlerden ötürü önemli olmuşlardır. Bu nedenler, şehir ve insan arasında bağlar kurarlar. Şehir, bir bakıma insanın mâneviyat ve hissiyatını barındıran maddesel hâfızasıdır. Doğup büyüdüğü şehrin sokakları bir insana gençliğini ve çocukluğunu hatırlatırken, belki hiç yaşamadığı baba ve dedesinin memleketi, kişinin köklerinin hâfızasıdır. Zamanında atalarının hâkimiyeti altında olan şehirler, milletlerin hâfızasıdır. Bir de inancın kutsal kıldığı şehirler vardır. Bu şehirler, insan bağlarının en güçlü olduğu şehirlerdir. Çünkü geçmiş veya yaşanmışlıkların aksine, insanın rûhuyla bağ kurar.

Kişinin bireysel olarak bir şehre yüklediği anlam vardır. Her insan kendince sever ve kıymet verir. Kişinin bağı, toplumun bağından güçlü veya zayıf olabilir. Örneğin bazı insanlar için “memleket” kavramı çok önemliyken, bazıları için “yaşadıkları şehir” daha kıymetlidir. Her insanın rûhunda farklı etkiler bırakır bu.

Meselâ Kudüs, Müslümanlar için zamanla bir rûh, dâvâ ve şuur hâline gelmiştir. Her şehir her toplumda aynı etkiyi bırakmadığı gibi, bireylerde de aynı etkiyi bırakmayabilir. Örneğin Nuri Pakdil’in Kudüs’ü ve Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’ü arasında, temelinde inanç olan farklı yönelişler vardır. Pakdil, yirminci yüzyılın sonlarında ve yirmi birinci yüzyılın başlarında yaşamış bir şair olarak Kudüs’ü söyle anlatmıştır: “Yüreğimin yarısı Mekke, diğer yarısı Medine… Üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır.” Selahattin Eyyubi ise, on ikinci yüzyılda yaşamış bir komutan ve devlet adamı olarak, “Kudüs esaret altındayken bana gülmek haramdır” diyerek Kudüs’ün esaretini dert edinmiştir Müslüman yüreğinde.

Bir tarafta yüreğinin üzerindeki tüle benzetilmenin yumuşaklığı ve inceliği, diğer tarafta kutsalının esaretinden duyulan üzüntünün keskinliği… Farklı devirlerde yaşayan bir komutan ve bir şairin Kudüs’e bakışı, şehir ve insan arasındaki bağın duruma, devre veya kişiliğe göre değiştiğini gösterse de, inanç birliğinin asırlara meydan okuyarak iki insanın kutsalına olan farklı bakış açılarını birleştirir.

Şehir ve insan bağını en iyi anlatan, şüphesiz eli kalem tutanlardır. Şairlerin ve romancıların anlatımları, bir şehre farklı bakmanıza neden olur. Kalem rûhtur, kalp denizinin kıyıya vurmasıdır. Bağı ve bağlılığı en güzel anlatan, kelimelerdir. Bir insan, bir mânâdır. Yazmak, başka mânâları bulmamıza yardımcı olur.

Semerkand’a hiç gitmedim fakat Ömer Hayyam’ın hikâyesini dinlediğimde, o şehirle bir bağ kurduğumu hissettim. Ömer Hayyam, Semerkand’a gelişinin ilk günlerinde feylesof olduğu gerekçesiyle tutuklanır ve kadı yanına götürülürken bir tepenin üzerinde durup şöyle der: “Benim yıkanan kadınım bir serap olsa da… Gerçeğin asıl yüzü o façalı surat olsa da… Bu serin gece, ömrümün son gecesi olsa da… Bu şehirden nefret etmeyeceğim.”

Bu cümle, zaman geçse de benim için “Semerkand” ve “Ömer Hayyam’ın Semerkand’ı” ayrımını yapmıştır yüreğimde. Bu cümleler benim için, umut dolu bir gencin, bir şehre bağlanış ve sarılışının sembolü olmuştur.

İstanbul, doğduğum, büyüdüğüm ve hâlâ yaşadığım şehir. Benim için en kıymetli şehirlerden biri. Geçmişim, bugünüm, yarınım… Her köşesi ayrı bir mânâ benim için. Fakat İstanbul’da bir bankta otururken, gözlerimi kapattığımda, “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” cümlesiyle Orhan Veli’nin, derin bir nefes alıp muhteşem Haliç manzarasına bakarkense “Rûhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar, onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” diyen Necip Fazıl’ın, Ayasofya’yı  her gördüğümde de “Bu şehr-i Sitanbul ki bir mislü behadır, bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır” sözleriyle asırlara meydan okuyan Nedim’in, Çamlıca’dan her baktığımda “Sana dün tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer./ Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul” diyen Yahya Kemal’in ve her köşesinde kafamda çınlayan sözleriyle şairlerin/romancıların bakış açılarıyla farklı İstanbullara sahip olur, farklı mânâ ve gizlerle bu şehre bakmanın hayranlığını yaşarım.

Şehir… İlk bakışta maddî/fiziksel bir oluşumdur. Onu toplum/insanlar oluşturur, inşâ eder, muhafaza eder ve kullanır. İşte bu oluşumun farklı ve büyüleyici yanı, zaman geçtikçe ve yaşanmışlıklar oluştukça bir bağ oluşturmasıdır. Bir kara parçasının anlamlı olması, üzerinde yaşayan insanların kattıkları, sildikleri ve ekledikleriyle bir medeniyet tasavvuru oluşturmalarından kaynaklanır. Fiziksel yapılanmanın arkasında şehirlere biçimi, düzeni ve estetiği veren bir bilinç vardır. İşte bu bilinç, insan davranışlarının bireysel ve toplumsal arka plânında yer alan medeniyet tasavvurudur. Medeniyet tasavvurunun dış dünyada bir karşılığı yoktur, ancak iç dünyamızda vardır.

Şehirlerin iç dünyamızda oluşturduğu etkiyle şehir ve insan arasındaki bağ oluşur. Bu bağ kimi zaman bir romancının sayfasına, bir komutanın sözlerine, bir şairin mısralarına yansır. Bu yansımaları okuyan insanın içinde de farklı akislere neden olur. Böylece zenginleşir ve çoğalırız. Bu bağ, maddenin arkasındaki rûhtur. Bir amaca, bir dâvâya veya bir şuura da dönüşebilir. Farklı yansımalarıyla şehir, insanın inşâ edip mayasına rûhunu kattığı önemli bir oluşumdur. Taş ve topraktan ibaret değildir. 

Şehirlerimizin ardındaki rûhu görmeli ve o rûhu canlı tutmalıyız. Çünkü gelecek nesillere ulaştırılacak bu iz, bugünü gelecekte yaşatabileceğimiz maddesel mîrasımızdır.