NE tuhaf işler! Bazen bir varlığa öyle meftun olur ki insan, yokluğu, yoksunluk hissini mayalar.
Yok-sun-luk… Bir varsızlık hikâyesi… Bu varların hilkatten gelen, gayet tabiî, arı ve duru bir anlamı olması da gerekmiyor her zaman. Sonradan edinilen tutkular, ünsiyetler ve kalbin akışına ahenkle katılan nice arzu bir an olmayıverse ne güçlü bir buhrana sebep oluyor.
Tıbbî literatürde de fizikî kabullerin benzer bir tepkimesi varmış. “Yoksunluk sendromu” denilen bu buhranlı hâl, vücutta hiç olmaması gereken arızalar meydana getirebiliyor. Hilkatte var olmayan, sonradan edinilen ve dahi zararlı maddeler de, tedavi amacıyla kullanılan kimyevî muhtevalı ilaçlar da benzer ataklar meydana getirebiliyor. Maddeye, kişiye veya herhangi bir olguya bağımlılık, o var’ın olmayışıyla birlikte hem fiziksel, hem zihinsel krizlere zemin hazırlıyor. Aslında bilimsel ve fiziksel anlamı bir yana, her obje tam karşısında bir mânâya işaret ediyor. Bir yiyecek ya da zararlı maddeye olan bağımlılık nasıl fiziksel ve psikolojik hasarlar meydana getirebiliyorsa, bir isme, hayâle, duyguya ve anlama olan taşkın ve ısrarlı sevgi ya da sevgi taklidi herhangi bir tutkunluk da yine hem fiziksel, hem zihinsel, hem de ruhî düşüşlerle insanı yoksunluğun karanlığına mahkûm ediyor.
Bütün yoksunluklardan ve taşkın irtibatlardan kurtuluş, derinlemesine ve mahfuz anlamıyla felaha eriş, ne var ki ancak manevî itila ile mümkün. Sözüm ona, kişinin taşkın hissedişi elle tutulur, gözle görülür ve kanda dolaşımı ölçülebilir dahi olsa, ondan kurtuluşu (kesin ve kesintisiz) sağlayacak her şey mesabe tutmaz bir anlama sahiptir. Çünkü maddeden kurtuluş için hiçbir panzehir nitelikli madde kesin bir çözüm sağlamaz.
Nesnenin yokluğunda meydana gelen fiziksel tepkilerin giderilmesinde maddeden müteşekkil iyileştiricilerin kesin çözüm sağlamadığı kanaati şahsıma ait olmayıp, işin ehlinden ve bahsedilen marazı yaşayanların deneyimlerinden edinilmiştir. Fakat bu maddeye düşkünlük vasatında erişememe hâli ile ortaya çıkan buhranın ortadan kaldırılması için manevî sentezlerin çok etkin olduğu yargısı evvelâ kalbime, aklıma ve yine gözleme dayalı bilgi edinme süreçleri içinde bulunmama bağlanabilir.
Yaradılışta sevmek vardır, alışmak vardır ve pek tabiî ihtiyaç duyma saiki baskındır. Fakat insanın yaradılışında kişiye, nesnelere, maddelere ve bedene, ruha zarar veren herhangi bir var’a hayatî raddede muhtaçlık yoktur. Bunun için de insan ancak zihinsel ve ruhî yazılımını paramparça eden virüslerden kurtulmak amacıyla fıtrat geri yüklemesi yapmak mecburiyetindedir. Elbette takviye müdahaleler, tıbbî girişimler, psikolojik destek ve işin ehli tarafından öngörülen kimyasal içerikli ilaçlar da bu tip düşkünlüklerin giderilmesinde son derece elzem ve mecburidir. İddia şu ki, fıtrattan gelen temayüllerin üzerine eklenen yeni ve ifrata kaçan bağlılıklardan kurtulma yolunda nesnel yoksunluğun nesneler vasıtasıyla tamamen ortadan kaldırılması mümkün değildir.
İnanç, her şeye gücü yeten Rabbin yardımına sığınma, O’ndan bozulanı onarmasını, yitirileni yeniden inşâ etmesini dileme ve tüm bu Yaradan ile irtibat sürecinde hissedilen acziyet ve mahviyet, insanı kulluğa yaklaştıracak, kul şerefiyle yaratılan insanın bu hatırlama eylemi hilkate dönüş için kapanan yolları yeniden açacaktır. Böylece aslında tabiî olarak muhtaç olunmayan ama yokluğu sebebiyle acı ve hüsrana uğrayan kişinin fiziksel ve zihinsel marazları da iyileşme yoluna girecektir.
Zaten hakikatli bir iman ya da en azından halis bir niyetle Rabbin hükümetine bakan kalpler, haram olan maddelerin de, hareketlerin de ve dahi hissedişlerin ve bu hislerle insanı eyleme götüren süreçlerin de yaratılıştan gelmediğini, sonradan, hatalı ömür sürme usulleri nedeniyle edinildiğini aşikare görecektir. Bütün haramlar ve yasaklar bedene, akla, ruha, aileye ve tüm bunları bir arada tutan sevgi ve güven gibi yüce duygulara suikast düzenler. Aksi iddia edilemez derecede katidir ki haram yönelimler insanı hem nesnel, hem de ruhsal anlamda hasta düşürür. Bu hastalıklar da çeşit çeşittir ve yalnızca özneye hasar vermekle kalmaz, özne ile aynı cümlede yer alan bütün paydaşlara bir şekilde yıkıcı etki eder.
Ne var ki, Allah’ın rahmet ve merhameti sadece yaradılışa sadakatte tutarlı olan kullara karşı değildir. Yaradılışla bahşedilen ömrün içinde yanlış cihetlere adım atanlar da Rabbin sınırsız ve sonsuz rahmeti, mağfiret ve merhametinden sağanaklarca fayda görür. İşte bu yolla maneviyatını besleyen, manevî varlığının niteliğini artıracak gayretlerle yeniden aslına rücû eden kim varsa muhakkak felaha erecektir. Tövbe, niyet ve gayret olduğunda, Allah’ın merhameti ve yardımı da orada hazır olacaktır.
Bu açıdan bakıldığında, yoksunluğun gerçek adresi de farklı adlandırmalara erişmeli öyleyse. Çünkü gerçek yoksunluk, ancak yaradılışta bahşedilen ve insan hayatında yokluğu ve eksikliği kabul edilemez değerde olan anlamlar için geçerlidir. Hiçbir haram ve hiçbir zarar, olmadığı takdirde gerçek anlamda bir yoksunluğa işaret edemez. Bu yüzdendir ki, sadece o yoksunluğu giderme gayretiyle ya da tedavi yöntemlerine başvurma ile mümkün kılınamaz. Böylesine insanın kalbî ve fizikî varlığının hakikatte ihtiyaç duymadığı ama sonradan alışma ve bağlanma yolu ile sanki hayatî bir değerdeymiş gibi kabul edilen ne varsa, bilimsel kurtuluş yollarının yanına maneviyatı güçlendirme programlarına da eklenmelidir. Bunlardan ilki tövbe olmakla, devamı da ibadet ve kulluktur. İşte bu kurtuluş reçetesi uygulandığı ve kişi öz varlığına dönüşü tamamladığı anda artık kulluktan, ibadetten ve maneviyattan düştüğü anda gerçek yoksunluğun da böylesi değerlerden kayıp vermekle meydana geldiğini çözümlemiş olacaktır. Tam da böyle bir yoksunluk hissi, insanı ömür boyu doğru istikamette yürüme tutkusunun zirvesine hapseder. Bu ne güzel bir tutkunluktur ki tedavisi daha fazla ibadet ile mümkünken iyileştiğinin işareti de daha fazla ibadettir.