Mandacılar ile millî unsurlar arasında bir seçim: 14 Mayıs 2023

14 Mayıs Seçimleri görüldüğü üzere sıradan bir seçim değildir! Sevrci Batılılar var güçleriyle Millet İttifakı’nın, dünyanın diğer milletleri ise Cumhur İttifakı’nın kazanmasını istemektedir. Çünkü Türkiye’deki seçim, bütün dünya dengelerini değiştirecek bir önem arz etmektedir.

TÜRKİYE, 14 Mayıs 2023 tarihinde Cumhurbaşkanını ve milletvekillerini seçmek için sandık başına gidecek. Eğer bir ülke, dünya çapında dengeleri değiştirecek bir konumda değilse, o ülkedeki seçimlerle kimse ilgilenmez. Nitekim Başkan Erdoğan öncesindeki Türkiye seçimleri, dünya gündeminde sadece ilgililerin takip ettiği sıradan seçimlerdi.

Ancak Türkiye, 2002 yılından beri iktidarda olan Erdoğan liderliğinde yol aldığı son yirmi bir yılda, sıradan bir üçüncü dünya ülkesi olmaktan çıkarak küresel dengeleri etkileyecek bölgesel bir güç hâline geldi. Yetmedi, bir bölgesel güç olarak dost düşman herkese kabul ettirdiği rolünü, coğrafyasının stratejik avantajı ve derin tarihî birikimiyle birleştirerek küresel bir aktör olmaya doğru evrildi.

Başkan Erdoğan’ın Türkiye’yi nereden alıp nereye getirdiğini iyi kavramak için, Erdoğan öncesi Türkiye’sinin makus talihine odaklanmak gerekir.

Erdoğan öncesi Türkiye’sinin makus talihi; tarihî düşmanı olan Batı’nın kapısında kulluğa soyunmuş, tarihini, kimlik ve medeniyetini reddeden, millî menfaatlerini kendi özgür iradesiyle belirleyemeyen, her türlü dış ekonomik ve siyâsî operasyona açık, özgüvensiz bir mankurt ülke olmasıydı.

Başkan Erdoğan, iktidara geldiği 2002’den “One minute” dediği 29 Ocak 2009 olayına kadar, BOP eş başkanlığı gibi sahte bayraklarla Batı ile eşgüdüm içerisinde çalışıyor görüntüsü vererek özellikle savunma sanayiine yeni teknolojilerle ivme kazandırdı. Onun, “Bana yapılanlarla değil, yapılmayanlarla gelin” talimatı, bağımsızlığın teminatı olan bu sektöre yepyeni ufuklar açtı.

Ancak Batı da sahte bayrak taşıyor ve bu finansman ve teknoloji aktarımını Türkiye’ye laf olsun diye vermiyordu. Batı, “Çözüm Süreci” adı altında Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda bir kukla devletçik türetmek ve bu türedi devletin üstüne konacağı toprak parçasının bir tarafını fiilen Ermenistan’a, bir tarafını da nüfuzen İsrail’e bağlayarak güncellenmiş bir Sevr dikte etmek peşindeydi.

Ancak Batı ve özellikle ABD, bu güncellenmiş Sevr’e Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin rıza göstermeyeceğini gayet iyi bildiğinden, 1947’den beri Türkiye ile yaptığı anlaşmalar ve Truva atı NATO aracılığıyla Türkiye’nin sosyal dokusunda inşâ ettiği askerî yapılanmalar, STK örgütlenmeleri ve FETÖ gibi kripto unsurlarla bu ülkenin kılcal damarlarına sızarak onun yerli, millî ve tarihî reflekslerini dumura uğratmak istiyordu.

Türkiye’nin hayat hamlesi olan bu refleksleri törpülemek ve işlevsiz bırakmak için elinde bulunan ana akım medya ve ondan peydahladığı sosyal medyayı bir afyon gibi kullanıyor, millî eğitim ve yükseköğretime sızarak genç nesillerin kendi değerleriyle buluşmasına mani oluyor, kendisine bağımlı hâle getirdiği mankurt aydıncıklar ve millî benliğinden koparak onlardan daha mankurt hâle gelmiş sosyal kesimlerle hedefe yürüyerek bu devleti ele geçirmeyi arzu ediyordu.

Aslında hedeflediği şey, örtü altında yürüyen Amerikan mandasını açık ve fiilî bir mandaya dönüştürmek idi. İngilizlerin Kurtuluş Savaşı’nda plânlayıp da gerçekleştiremedikleri mandayı ABD bu yöntemlerle gerçekleştirmeyi umuyordu.

Başkan Erdoğan’ın 2009 yılında satrançta şah-mat demeye eş çaptaki “One minute”si, aslında Türk Devleti’nin ülkenin bekası için mandacılıktan kurtulma kararının bir sonucuydu. Orada Batı’nın entrikalarına karşı “Bir dakika, durun bakalım!” diyen Erdoğan değil, aslında onun şahsında kadim Türk Devleti idi. Elbette 2 bin 500 yıllık bir ordu-millet geçmişine sahip olan ve on altısı imparatorluk düzeyinde olmak üzere düzinelerle devlet kurmuş ve hele bunlardan İslâm dininin bayraktarlığını yapmış Selçuklu ve Osmanlı Devletleriyle dünyaya nizam vermeyi kendisine görev bilmiş bir devletin ABD gibi iki asırlık bir tarihe sahip nevzuhurun buyruğuna girmesi beklenemezdi.

Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bağımsızlık benim karakterimdir” şiarı, aslında bir fert karakteri değil, bir millet karakterini işaret ediyordu. Yani bağımsızlık fikri, fertlerden ziyade Türk milletinin temel karakteridir. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “Türkiye Cumhuriyeti” adıyla yeni bir yapılanmaya giren Türk Devleti, ayakları üstünde duruncaya kadar kendi tarihine, coğrafyasına ve medeniyetine bir müddet yabancılaşarak var olan düşmanlıkları üzerinden bertaraf etmeye çalıştı. Ancak yaşadığı bütün tarihî tramvaları Türkler eliyle tatmış olan Batı’nın bu milleti rahat bırakması beklenemezdi. Zira bu milletin derlenip toparlandığı zaman nasıl bir hamle gücüne sahip olduğuna bizzat kendi tarihleri şahit idi.

Batı, yerli ve millî unsurlara dayanarak Türk Devleti’ni kendi tarihi, coğrafyası ve medeniyetiyle buluşturmak isteyen Menderes, Özal ve Erbakan gibi liderleri, yukarıda niteliklerine değinilen yapılar eliyle ya tasfiye etmiş ya da etkisizleştirmişti. Bunların yolunda yürüdüğünü gördüğü Erdoğan için de düğmeye basmakta gecikmedi. 2013’ten itibaren Gezi Olayları, MİT’e kurulan kumpaslar, 17/25 Aralık Olayları, Kobani Olayları gibi sosyal kargaşalar ve onlara paralel olarak sistemli bir şekilde yürüttüğü ekonomik operasyonlarla defalarca Erdoğan’ın üzerine geldi ve her defasında da Erdoğan’ın dirayet ve ferasetine çarparak geri çekildi.

ABD ve AB, türettikleri her fesadın altında kalınca bu ülkede 70 yılda kurdukları yapılanmalarını deşifre etmeyi de göze alarak 15 Temmuz 2016’da o uğursuz askerî darbeye kalkıştılar. Bu kalkışmadan kesin bir sonuç alacaklarından son derece emindiler ancak Başkan Erdoğan’ın Türk milletini meydanlara çağırarak milletle beraber direnme stratejisi karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar.

Bu mağlûbiyet sonrası, Türkiye üzerindeki görünür ve görünmez kontrol unsurlarını büyük ölçüde kaybederek devlet ve bürokrasi üzerindeki 70 yıllık hâkimiyetlerini yitirdiler. En güçlü oldukları toplumu manipüle eden medya, sosyal medya ve STK’larda ise süreç içerisinde Başkan Erdoğan, karşıt STK ve medya örgütlenmeleri ile bu etki güçlerini kırmaya çalıştı. Ancak bu alanlarda daha alınacak çok mesafe var maalesef.

Erdoğan, Türkiye’yi Türk Devletleri Teşkilatı’nın yanında kendisiyle iş birliğine giden Asya ve Afrika, kısmen de Orta Doğu ülkeleriyle dünya dengelerini etkileyecek dördüncü bir güç odağı hâline getirdi.

Politik akıl saat gibi işledi

15 Temmuz 2016 tarihi, Türk Devleti’nin 250 yıllık Batı efendiliğinden kurtulma sürecinin sonudur. Bu tarihten itibaren aziz Türk Devleti, kendi hak ve menfaatlerini kendisi belirleyen ve kendi eksenini kendisi oluşturan bağımsız bir siyaset izlemeye başladı. Kadim Devletimiz, bu darbeyi bertaraf edince milletiyle birlikte kendi tarih ve coğrafyasına döndü nihayet. Bir anlamda tarihî hafızasına avdet etti. Öncelikle Atlantik ittifakının Suriye ve Irak’ın kuzeylerinden coğrafyasına, millî birliğine ve topraklarına yönelen tehditleri boşa çıkarmak için Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkanı ve Pençe Operasyonlarını icra ederek Atlantikçilerin kara birliği olarak kullandığı terör örgütünü ülkeden süpürüp Suriye ve Irak içlerine attı.

Aynı zamanda Batı’nın 70 yıllık Gladyo yapılanmasının ürünü olan FETÖ’yü ve ona destek veren irili ufaklı kukla örgütçüklerin kimini kodese attı, kimini Batı’ya sürdü. Bunlardan açılan alanları da yerli ve millî unsurlarla takviye ederek güven sorununu aştı. Zira bu yapıların millet ile devlet arasında güveni tahrip etmesinden dolayı bu ikili arasında bir güven sorunu oluşmuştu. 15 Temmuz sonrası Devlet, kendi içine sızan bu iş birlikçi yapıları tasfiye ederek millet ile arasındaki tarihsel bağı güçlendirdi.

Arkasından kendi millî politikalarını uygulamak için millî silahlara ihtiyaç duyduğundan, savunma sanayiini adeta bir seferberlik şuuruyla teyakkuza geçirdi. Bu duruma bağlı olarak ordusunu hem kendi güvenliğini temin edecek, hem de siyâsî hedeflerini gerçekleştirecek etkin bir güç hâline getirdi. Özellikle geleceğinin ekonomik teminatı olan zengin karbon yataklarının bulunduğu Akdeniz’in doğusunu elde tutmak için bütün risklerine rağmen Libya ile bir MEB antlaşması yaparak Libya’yı Batılı yağmacıların azgın emellerinden kurtardı.

Bir eksen kurmak için büyük bir tarihe, kadim nüfuz alanlarına açılacak ekonomik bir güce ve stratejik bir akla sahip olmak zorundasınızdır. Bunlar yetmez, coğrafyanızın da stratejik bir pozisyonu tutması lâzımdır. Türkiye, coğrafyasının bu niteliğinden dolayı, Doğu-Batı hattında geleceğin dünyasının en büyük projesi olan “Bir Kuşak Bir Yol” projesinin merkez hattı üzerindedir. Türk devlet aklının bu projeye paralel olarak geliştirdiği Türk Devletleri Teşkilatı ise bizim için en az Bir Kuşak Bir Yol projesi kadar önemlidir. Batı ekonomilerinin içine girdiği muhtemel ekonomik türbülanslar dizisi, uluslararası sermayeyi yakın gelecekte özellikle bizim Turan hattına yönlendirecektir. Zira bakir ekonomik kaynaklar ve genç nüfus bu bölgededir.

Türk devlet aklı, Ermenistan ve İran’ın hem Turan projesi, hem de Bir Kuşak Bir Yol projesinin önünde müşterek bir set teşkil etmesini kabullenemezdi. İşte bu seti yıkmak için savaşı da göze alarak Can Azerbaycan’ın 30 yıllık Karabağ meselesini çözdü. Karabağ’ın kurtarılmasından amaçlanan şey, Azerbaycan ile “iki millet bir devlet” hâlinde hareket ederek açılması taahhüt edilen Zengezor Koridoru’nu hayata geçirmekti. Bu amaç, Ermenistan ne yaparsa yapsın, gerçekleşmek üzeredir.

Bu koridor vasıtasıyla Türk dünyasının diğer unsurları olan Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan ile fizikî irtibata geçecek olan Türkiye, TDT’nin bileşeni olan bu ülkelere yaptığı SİHA ve diğer millî silah ihraçlarıyla bu ülkeleri yeni çağın gereği olarak nitelenen Türk savaş konseptine uygun bir askerî yapılanmaya teşvik etti. Türkiye’nin Suriye, Libya ve Karabağ Savaşlarından elde ettiği deneyimleriyle geliştirdiği bu yeni savaş konsepti, bütün dünyayı Türk tipi bir silahlanma ve pozisyon almaya doğru itti.

Türkiye, Erdoğan zamanında oluşturduğu bölgesel aktörlüğünü küresel bir aktörlüğe dönüştürmek için kendine özgü politikalar izledi. Rusya-Ukrayna Savaşı’nda sözüne en çok güvenilen ve oturduğu masadan somut sonuçlar alarak kalkan başat bir aktör hâline geldi. Türkiye’nin bu savaşta oynadığı yapıcı ve etkin rol Batı’yı derinden rahatsız etse de durumun nezaketinden dolayı Batı bunu şimdilik sineye çekmektedir.

Ayrıca Türkiye’nin Afrika açılımı, Afrika’da en etkili Batılı aktör olan Fransa’nın çıkarlarını büyük ölçüde baltaladı. Türkiye Afrika’da Fransa ve diğer Batılı ülkeleri yerlerinden etmek için Rusya ve Çin ile beraber adı konulmamış bir iş birliği içerisinde hareket ederek kendi hedef ve çıkarlarını kovalamaya başladı.

Türkiye’nin ürettiği yerli ve millî silahlarla bölgesel bir aktör konumundan küresel bir aktör konumuna yükselmesi, kendisiyle rekabete sokulan -ne rekabeti hasım hâline getirilen- Suud, BAE ve Mısır gibi Orta Doğu Arap ülkelerini, Türkiye ile aradaki sorunları kapatmaya yönlendirdi. Türkiye’nin Katar ile bu ülkelere karşı sağlam ve tavizsiz duruşu, meyvelerini vererek bu ülkeleri bu ikiliyle beraber hareket etmeye zorladı.

Türkiye ile ilişkilerinde Atlantik ittifakının ileri karakolu olan İsrail, üstten alan ve tenezzül etmeyen konumundan realiteye uygun ödünler vererek Türkiye ile gerginlik politikasına son verdi. Bütün bunlar Batı’nın arzuladığı şeyler değildi elbette. Türkiye, ABD-AB, Rusya ve Çin’e alternatif bir kutup olarak ortaya çıkmaya başladı. Erdoğan, Türkiye’yi Türk Devletleri Teşkilatı’nın yanında kendisiyle iş birliğine giden Asya ve Afrika, kısmen de Orta Doğu ülkeleriyle dünya dengelerini etkileyecek dördüncü bir güç odağı hâline getirdi.

Bu olgu, elbette Batıda alarm çanlarının çalmasına vesile oldu. ABD’nin şu an kendisine rakip gördüğü üç ülkeyi bariz bir kuşatma altına aldığı görülüyor: Rusya, Çin ve Türkiye. Rusya’yı Ukrayna ile savaşa tutuşturup AB ve NATO ile kuşatma altına alarak onu dizginlemeye çalışıyor. Çin’i Japonya, Güney Kore, Tayvan, Hindistan, Avusturalya ve İngiltere ile daimî bir kuşatma altında tutmak amacında. Türkiye’yi ise Yunanistan ile anlaşarak Ege adalarına kurduğu 22 askerî üs ve Dedeağaç’a yaptığı kritik yığınak ile Ege’den, Suriye’deki üsleri ve kukla terör örgütleriyle Suriye’nin kuzeyinden ve PKK’nın Irak’taki yerleşik unsurlarıyla da Irak’ın kuzeyinden kuşatma gayretinde.

ABD’nin bu kuşatmalardan amacı; Ukrayna Savaşı’yla Putin’den kurtulup Rusya’yı kontrol altına almak, Çin’in Asya, Avrupa ve Afrika’ya açılmasının önüne geçmeye çalışmak ve Türkiye’de de çıkarlarını tuz buz eden Erdoğan yönetiminden kurtulmaktır.

ABD, Türkiye’deki amaçlarına ulaşmak için, CHP’nin başında Kuva-yi Milliyeci bir karakterde duran Deniz Baykal’ı tasfiye ederek yerine kendisiyle gizli antlaşmalar yaptığı Kemal Kılıçlaroğlu’nun getirilmesine önayak oldu. Arkasından yine millî karakterde bir politika izleyen MHP’nin üst düzey yöneticilerine düzenlediği bir siyâsî komplo ile partiyi ele geçirmeye çalıştı. Bunda başarılı olamayınca kongre oyunlarıyla MHP’yi Akşener’in eline verme plânını devreye soktu. Erbakan’ın vefatından sonra Saadet Partisi içindeki kripto unsurlarıyla Saadet Partisi’ni fiilen ele geçirdi. Bu arada AK Parti’de Erdoğan’ın liderliğini aşamayacağını bildiği için Abdullah Gül, Bülent Arınç, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nu partiden koparmakla kalmayıp son ikisine kukla partiler kurdurarak AK Parti’nin oylarını bölme yoluna gitti. Böylelikle ABD, kendi dizayn ettiği bu partileri PKK’nın siyâsî uzantısı ve tamamen kendi kuklası olan HDP ile aynı çizgiye getirdi.

Aslında birbirine benzemez gibi duran ancak aynı patronun muhtelif isimlerdeki şirketleri olan bu partileri “Millet İttifakı” adıyla sahaya sürdü. Bu ittifakın tek gayesi ise ülkeyi ABD mandası hâline getirmekti. Bu amaç doğrultusunda yürüyen bu ittifak, her beyanında Türkiye’nin özellikle 2016’dan beri bariz bir şekilde izlediği yerli, millî ve bağımsız politikalara karşı çıkan bir dil ve üslup geliştirdi. ABD ve AB, ellerindeki ana akım medya ve sosyal medyayı bu ittifakın emrine vererek seçimlere tesir etmek için var gücüyle çalışmaktadırlar.

Elbette Batı’nın Sevr rüyasına dayalı bu siyaseti, Millet İttifakı’nı iktidara getirdikten sonra Türkiye’yi bileşenlerine ayırmak sevdası peşindedir. Batı’nın bu art niyetinin farkında olan yerli, millî ve bağımsızlıkçı unsurlar, bu habis oyunların farkında oldukları için Cumhur İttifakı çatısı altında toplandılar. Zira kaybedilecek şeyin iktidar değil vatan olduğu bilinci, bu birleşmeyi zarurî hâle getirdi. Millet ittifakı, Başkan Erdoğan’ın tabiriyle “mal derdinde” iken, Cumhur İttifak ise “can derdinde”dir.


Düğüm çözülecek

Şükürler olsun ki, Türk milletinin engin feraseti bu tablonun farkındadır. Nitekim bu aziz millet, “asrın felâketi” olarak nitelenen deprem yıkımına rağmen içinde bulunduğu vahim şartları bir kenara iterek devletine ve ülkesine sahip çıkacağının işaretlerini vermeye başladı. Cumhur İttifakı liderlerinin deprem bölgesine yaptığı seyahatlerdeki manzara gösteriyor ki, millet, Devlet’in hakikî sahibi olarak bu ittifakı görmekte ve Millet İttifakı bileşenlerine karşı mesafeli durmaktadır.

Halkın derin feraseti biliyor ki, onu düştüğü bu kuyudan ancak yerli, millî ve bağımsızlıkçı unsurlar kurtarabilir. Halktaki bu eğilim, Yeniden Refah Partisi, HÜDA-PAR ve DSP gibi siyâsî unsurları da Cumhur İttifakı’nın yanında yer almaya zorlamıştır. Bu ittifakların dışında duran kimi siyasî parti ve eğilimler de ortaya koydukları beyan ve davranışlar ile milletin kahir ekseriyetinin yanında duracaklarının sinyallerini vermeye başlamışlardır.

Aziz okur, 14 Mayıs Seçimleri görüldüğü üzere sıradan bir seçim değildir! Sevrci Batılılar var güçleriyle Millet İttifakı’nın, dünyanın diğer milletleri ise Cumhur İttifakı’nın kazanmasını istemektedir. Çünkü Türkiye’deki seçim, bütün dünya dengelerini değiştirecek bir önem arz etmektedir. ABD medyası, bu seçimi dünyanın bu yıl yapılacak en önemli seçimi olarak nitelemekte, Rusya ve Çin ise alınacak sonuçlara göre adım atmak üzere beklemektedirler. Türkiye artık beşten büyük bir dünyanın mümkün olduğunu bütün dünyaya dikte etmiştir.

Dünyanın vicdanı olan bu ülkenin 2023 Seçimlerini de Erdoğan’ın almasıyla nasıl bir güç hâline geleceğini bilen dâhilî ve haricî düşmanlar, akla hayâle gelmedik yöntemlerle Erdoğan kâbusundan kurtulmaya çalışmaktalar. Ancak hiç şüphem yoktur ki, onlar için kâbus olan Erdoğan iktidarı, bu aziz milletin zafer meyvesi olacaktır.

Evet, aziz Türk milleti, karar senin: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!”